'' Çoğumuz, babamız henüz hayattayken onun yüzüne bir kere bile dikkatle bakmayız. ''Baba, baba'' demeye başladığımız günden itibaren sürekli karşımızda duran bir alışkanlıktır. Yıllarca babamızdan değil, bir alışkanlıktan bahsederiz: Annemize, ''babam bugün niçin gecikti?''diye sorarız; kardeşimize, ''babam yine su istiyor,'' der ve dertleniriz; bazen de ''babama hangi yalanı uydursam,'' diye planlar kurarız kafamızda. Baba, her seferinde, bize biraz uzak, biraz yabancı birisidir. Her gün elbiselerini giydirip sokaklara saldığımız o biraz yabancının, zamanın karşısında nasıl da eriyip gittiğini fark etmeyiz bile. Oysa ilk ve hep onun elbiseleri yaşlanır, ilk ve hep onun saçları ağarır, ilk ve hep o öksürür. Bir alışkanlığın perde gerisinden baktığımız o yüzde zaman, çizgilerden, girintilerden ve çıkıntılardan yeni bir yüz yapar; bunu da fark etmeyiz. içimizden az buçuk dikkat kesilenler bilirler ki, baba, gözaltlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin. Bir an gelir, gözaltlarındaki torbaların bağcığını gözlerinin feriyle bağlayamaz olur artık. O iki bağcık da, hiç ummadığımız bir vakitte, hiç ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı bütün yorgunluklarını orta yerde bırakıp, kederli yüzünü terk eder. ''