--Şimdi denize küçük bir fasulye tanesi bıraksanız, tüm dünyayı su basar. Çünkü bir fasulyenin darası, iki insan dünyası kadar...--
Yüksekten derin bir kuyuya bırakılmış taş gibi, ölü bir toklukla, gecenin üçüne doğru tik tak'lıyordu yelkovan. Bu azap taşıyan tik takların dışında; Kadının, zor bela bastırdığı ağlamasından kopan, ve yer yer kısa ve kısık da olsa duyulan, çekingen hıçkırıkları saymazsak; muhkem bir sessizlik, yoğun ve yayvan tavrıyla, otuz küsür derecelik yaz sıcağında, buz gibi yayılıyordu odaya.
Ve arada bir; nerden gelip nereye gittiği bilinmeyen arabaların boğuk sesleri, evin uzağındaki caddeden, şöyle böyle duyulsa da, kılına bile dokunamıyordu sessizliğin.
Uzun, gri tüyleriyle, adeta halının desenlerine karışmış, kısık gözlerini odadaki yabanıl sessizliğin üzerinde, amaçsız ve miskince dolaştırıyordu kedicik.
Nerden gelip nereye gittiği bilinmeyen, fakat yaşlı motoru küt küt öksüren bir kamyonun hemen ardından, cılız sesiyle konuştu kadın;
-Ben doğurmak istiyorum...
Kocaman gözleri, odanın loş ışığında, ıslak bir parıltıyla titriyordu. Sessizlik, kaldığı yerden devam etti uzamaya. Kadının; Aciz, çaresiz, kızgın, şefkatli, ve tertemiz bakışları; her şeyi duymaya hazır, mecburen mütehammil, zoraki tedarikli, iyi ya da kötü, bir cevap bekliyordu.
Adamın solgun yüzü, en az karşısındaki duvar kadar donuktu. Boş bakışları; Köklerinden yukarı bir bebeğin tırmanmaya çalıştığı, biri kadın, diğeri erkek sületinde, birbirine sarılan iki ağacın resmedildiği tabloda sabitlenmiş, allak bullak aklı; içinde bulunduğu bu ince ironiyi ayıklama gayretinde, kalbi ise; göğüs kafesinin, odanın, ve evin dışında, çok uzak bir yerlerde atmaktaydı.
Ansızın, konuşmak için bir nefes aldı, fakat bariz bir çaresizlik ve kararsızlıkla vazgeçti. Birini daha yeni söndürmüş olmasına rağmen, yeniden uzandı sigara paketine. Kadının, hiç ses etmeden uzattığı çakmağı alıp, bir sigara daha yaktı.
Dumanla karışık bir iç çekti, ve dumanla karışık bir ömür üfledi boşluğa. Sanki dünya onun etrafında dönüyor, tüm bir insanlık, onun ağzından çıkacak bir lafa bakıyor, ve eğer, tek söz ederse, dünyanın merkezine yerleştirilmiş bombanın pimini çekmiş bulunacak(mış) gibi hissediyordu. Ve çekti, bir nefes daha...
Bomba ne kelime? Birbiri ardına volkanlar patlıyordu içinde. Dünya şöyle dursun, kainatı yok edecek şiddette bir coşku, ve bir o kadar da korku dolaşıyordu damarlarında. Ne kadına, ne kediciğe, ne de gözlerini diktiği tabloya hissettiriyordu bu coşkun korkuyu. Buzdan bir heykel gibi; soğuk ve sessiz, öylece duruyor, fakat tüm hücrelerinde, o coşku ve korkuyu körükleyen, beyninin duvarlarına çarpa çarpa onu eriten şeyi elinde olmadan tekrar ediyordu; Baba olmak... Baba olmak...
Korku... Ne tuhaf bir duygu! insanı ne çabuk ve ne rahat ele geçiriyor. Ve sanki korkunun mazoşist bir etkisi var gibi. Herhangi bir şey, insanı yalnızca bir kez korkutur, fakat kişi; korkudan aldığı müphem mazoist emirlerle, korkusunu -sanki- hassaten yenileyip, kendini tekrar tekrar korkutuyor.
Kadının; Zaman mefhumunu yok eden, ve bu küçük odayı dünyanın merkezi haline getiren ''-Hamileyim!'' cümlesinin üzerinden en az bir saat geçmişti. Ve yaşamak için kısa, konuşmak için uzun sayılacak bu süre zarfında, belki binlerce kez söze başlamaya niyetlenip, her girişimin sonunda, boğazındaki düğümle susup kalmıştı adam. ''-Ben doğurmak istiyorum.'' cümlesi ise, adeta yüzünün ortasına inen nakavt yumruğu gibiydi.
Halen tek bir söz edememiş, hiçbir şey düşünmeksizin ''Baba olmak.'' kavramını tekrar ediyor, defalarca irdeleyip anlamaya çalışıyordu. Bu sırada, birden çocukluk zamanlarını anımsadı; Kendi adını defalarca tekrarlayıp, bir müddet sonra sanki başka birinden bahsediyormuş gibi, sanki adını ömründe ilk kez duyuyormuş gibi hissedişini. Ve yine o eski, tuhaf hazzı duyuverdi.
Bu haz, genzini süratle yakarken düşündü; insan kendi adına bile yabancılaşırken, zaten yabancısı olduğu bir kavramı nasıl olur da idrak edebilirdi?
Acaba kız mı, erkek mi? Annesi gibi beyaz mı, babası gibi esmer mi? ikisinden de biraz olsa ne güzel olur. Babası gibi sürekli tuhaf şeyler düşünen biri olmasa bari. Annesi gibi mantıklı, makul biri olsun. Acaba önce anne mi diyecek, yoksa baba mı? Nasıl da çıngar çıkaracak gece yarıları avaz avaz. Nasıl da dikecek evi ayağa. işe uykusuz gitmek... Peh! Bu da dert mi? Ne kadar güzel gülecek kim bilir... O ömre ömür katan gülüşe dünyalar verilir. Erkek olursa kesinlikle futbolcu olmalı. Küçükten yetiştireceksin, önüne bir top atıp çaktırmadan özendireceksin. Beslenmesine de dikkat etmeli! Biraz babasına çektiyse, gerisi kendiliğinden gelir zaten. Doğuştan yeteneklidir,
Peki ya o da tiyatro diye tutturursa? Maazallah, acından ölür babası kılıklı! Hayır şimdi sanat manat, bu ülkede zor. Yurt dışına mı göndermeli acaba? Yahu bir dur! Daha erken. Doğmamış çocuğa don biçilir mi Allah'ını seversen!
Ulan o değil de, kız olursa sıkıntı. Kız evlat yetiştirmek... Gözün gibi bakacaksın oğlum, üstüne titreyeceksin. Hele bir de boyu posu anasına benzerse, peşinde kuyruktur alem. Offf..
Derken, kalçasını sağa sola sallayarak iyice yerleştirdi ve yatağın ucundaki hedefine doğru aniden sıçrayarak, odanın yoğun kasvetini, ve adamın bu deli aklını bir anda dağıtıverdi kedicik.
Ansızın ayağına dolanan patiler, adamı korkutsa da, bütün bu düşüncelerinden kurtarıp, yüzünde bir tebessüm oluşturmayı başardılar. Ancak, bu kaçak tebessüm, tüm cevapsız soruları, tüm derin düşünceleri bir anlığına bitirmiş, ve adamın koyu karanlığa bürünmüş aklını yekten renklendirmiş olsa da; ateşe değen bir çocuk eli gibi, saniyesinde, acıyla çekilip gitti.
Adam, acınacak bir tezatın içinde, hiçbir duyguyu yerinde ve tam olarak yaşayamıyordu. işte şimdi de, kendini, cenaze evinde aklına komik şeyler gelen film kahramanı gibi hissetmişti. Hele yalvaran, yaşlı gözlerle kendisine bakan, ve bir şeyler söylemesini bekleyen kadına; yüzünde ahmak bir tebessümle yakalanmanın mahcubiyeti, fücceten ölmek gibiydi...
Kadın, önce anlayış gösterdi bu masum hataya. Fakat sonra, östrojen ve oksitosin yüklü hassas bedeni, ve fırtınalı okyanuslar gibi ordan oraya çırpınan aklının etkisiyle kontrolü kaybetti.
Ağzından çıkanlara kendisi bile inanamıyordu, heyhat! durduramıyordu da. Sanki sadaktan ok çeker gibi, özenle seçip fırlatıyordu en acıtan sözleri.
Ruhu kan revan içindeki adam, acımasızca sarf edilen bu sözlere herhangi bir karşılık vermek şöyle dursun, kılını dahi kıpırdatmıyor, ve derin sessizliğinin altında, tuhaf şeyler düşünmeye devam ediyordu.
Şimdi de bir tragedya'nın tam ortasındaydılar, kadın tiradını hatasız sahnelerken, adam; aşık olduğu başrol oyuncusunun, seyirciyi katharsis'in doruklarına ulaştıran performansını hayranlıkla izleyen repliksiz bir mızrakçıydı.
*Ah şu et yığını keşke erise, erise de bir damla çiy haline gelse...
Nasıl bakılır bir çocuğa? iki çalışan insan.. Birinin işi gücü belli de, ötekinin yarını belirsiz. Hadi o neyse. Bu durumu aileler mecburen öğrenecek. E o zaman evlilik şart. Ama daha kendine tanıdığı süre dolmadı adamın, hayalindeki evliliğe nerden baksan iki üç sene var. Şimdi işi gücü bırakıp evlenmek... Peşinden koşulan idealler, yarım yamalak hayaller...
Çocuk sahibi olmak, kendi sulbünü karşısında kanlı canlı görmek, onu günbegün büyütmek, her anında yanında olmak, hayallerinin en büyüğü, en güzeli. Fakat lanet olsun, zamanı değil ki şimdi! Ne kadın hazır buna, ne adam, ne de kedicik.
Çocuk iki üç yaşına geldiğinde, hali ne olur bu kediciğin? Mıncık mıncık eder hayvancağızı, ordan oraya ötesinden berisinden çekip sürükler. Ona da yazık...
Eriyip eriyip dondu ruhu adamın, dağılıp dağılıp toplandı ruhu kadının. Savaş sonrası gibi, uğuldayan sessizlik, yeniden dolmaya başladı odanın içine. Ve hevesine karşılık bulamayan kedicik, döndü yine halı desenlerine.
Adam, bir sigara daha yaktı, ve üflediği dumanın arasından tabloya baktı. Hala sarılıyordu ağaçlar birbirine, ve hala tırmanıyordu bebek, girift köklerine.
Adamın sigarası bitmeye yakın; daha deminki fırtınanın tam tersi istikamette, yeniden söze girdi kadın. Yoğun hormonlardan kaynaklı; rotası ve ibreleri öylesine çabuk, öylesine kolay değişiyordu ki, adam, duyduklarına hiç şaşırmadı. Art arda özürler sıraladı kadın, ve en baştan beri tuttuğu ağlamasını, adamın omzunda salıverdi.
Sinirleri alt üst olmuş, fiziksel ve mental kontrollerini tamamen yitirmiş bu iki sevgili, gecenin ortasında yanan, baştan ayağa dopdolu, histen ve duygudan bir yumak gibiydiler.
Kadının gözyaşları adamın göğsüne doldu, adamın gözyaşları, kadının saçlarına döküldü. Sessizce sarılıp ağlaştılar.
Sabaha karşıydı. Daha sık duyulmaya başlarken sesleri uzaktan geçen arabaların, sakin sakin konuşup, kendilerince en doğru olana karar verdiler. Ve bu kararın altındaki imza; o güne dek birbirlerine hiç olmadığı kadar sıkı sarılmış, adeta bir bütün olmuş, iki çıplak bedendi. Adam; beyaz tenini incecik belinden kavradığı kadının içinde, kadın; tırnaklarını aşkla sırtına geçirdiği adamın kocaman göz bebeklerinde, soluk soluğa karışıp gittiler. Bir yatakta üç kişi, tek bir bedendiler.
Ve ertesi gün, yine aynı odanın içinde, aynı yatağın üzerindeydiler. O donuk sessizliğin dahi ağzını bıçak açmıyordu. Kadın, yorgun ve perişan bir halde uzanmış, kan çanağı gözleri tavanda gezinirken, makyajı usul usul yanaklarından akıyordu. Elleri sancıyan kasıklarında, kalbindekiyle asla kıyaslanamayacak kadar az bir kanaması var.
Adamın elleri ve aklı boşlukta, görünür bir kanaması yok. Uykusuz gözleri yine aynı tabloda, ama bu kez korkudan ve coşkudan uzak; bomboş, dopdolu, çocuksu ve buruk bakıyordu. Dilini, dudaklarını ısıra ısıra zaptederken ağlamasını, içindeki yorgun deniz, her dalgasında ölü bir şeyler getiriyordu kıyılarına.
Baba olmak... Baba olma.. Baba olm.. Baba ol...
En fazla bir fasulye tanesi kadardı; Yirmi yedi yıllık ömrünün sadece birkaç saatinde, ona ve sevdiği kadına, tarifi imkansız duygulları aynı anda yaşatan şey. Bir fasulye tanesi...
Herhangi bir serçe parmağın ucuyla, ilk çizgisi arası kadar sadece. Bir serçenin, bir çırpıda yutabileceği, bir karıncanın ufak bir gayretle taşıyabileceği, ve bir damlacık suyun tamamen ıslatabileceği, ufacık, küçücük bir şey.
Vakuma ya da cımbıza benzer, saçma sapan bir aletle kazıdılar onu, çekip aldılar tutunduğu yerden.
içinde yaşanmamış yarınlar; umutlar, sevinçler, kırıklar. içinde aşklar, savaşlar.. içinde iki tam, biri sıfır, üç ömür barındıran küçücük bir fasulye tanesi...
Vakuma ya da cımbıza benzer, saçma sapan bir aletle, acıtarak çekilip alınmış, ve artık hiç büyüyemeyecek olan o küçük fasulye tanesini, şimdi kendi zihinlerinde sessizce yeniden ekip, doğuşunu, büyüp serpilişini ayrı ayrı düşlerken bu iki insan; Desenlerine karıştığı halıya yayılmış, bir fasulye tanesinin insan beynindeki tezahüründen bihaber, alabildiğine mutlu ve miskin, uyukluyordu kedicik.
Ve sımsıkı sarılırken birbirine tablodaki ağaçlar, halen tırmanmaya çalışıyordu köklerine, küçük bebecik...