bolca uyumaktan birbirine yapışmış göz kapaklarını araladı hafifçe. küçük elleriyle ovuşturdu acıyan gözlerini. gün ışığına biraz şaşkın, biraz kızgın bir ifadeyle baktı. yatağından indi yalpalayarak. bir iki etrafına bakındı. odası yine aynı kokuyordu ama görüntüsü değişmişti oldukça. yaşadığı yabancılık hissinden kaçarcasına seslendi:
ne olduğunu anlamak için kapıya yöneldi. tam o sırada tiz bir kadın sesi duydu. biri sanki içli içli ağlamış, ciğerlerine temiz hava doldurmak için çırpınıyordu. annesinin sesiydi bu. tanıdı hemen. hiç sevmezdi annesini ağlarken görmeyi. odada kalmayı tercih etti. oynayacak bir şeyler bulmalıydı. böyle boş boş vakit geçmezdi ki. uyku sersemliğini üstünden atınca bir daha baktı odasına. neresiydi burası? odada sadece ufak bir yatak ve mavi bir koltuk vardı. renkli duvar kağıtları sökülmüştü. yerdeki desenli halılar gitmiş, yerler buz gibi taşa bürünmüştü. oyuncakları yoktu. hatta bezlerinin olduğu çekmece bile yoktu. bezleri olmadan napardı? ya tuvaleti gelirse ne yapacaktı? odanın içinde boş boş turlar atarken karnının bomboş olduğunu bir türlü unutamadı. artık açlıktan halsiz düşmüş, yürümekten çok emekliyordu boş odanın içinde. bu böyle olmayacaktı. yine bezinin yaptığı ağırlıkla paytak paytak yürüyerek kapıya dayandı. kapıyı açmasıyla kapaması bir oldu. o nasıl bir karanlıktı öyle? hiç mutfağın koridoruna benzemiyordu. ne dar uzundu ne kısa geniş. sonsuz gibiydi karanlık. karanlıktan oldum olası haz etmezdi. korkarak yere oturdu. omuzlarını duvara yasladı. başını geriye atarak iki üç kez vurdu duvara. ne o beyaz cam simidi vardı duvarda, ne de açık mavi çerçevenin içindeki annesiyle babasının resmi. en sevdiği fotoğrafı aradı gözleri. tam yatağının başına asmıştı annesi onu. babası çekmişti o fotoğrafı. annesi onu iki eliyle havalara kaldırmış, uçuruyordu. babası o an öyle gülmüştü ki, resim bulanık çıkmıştı bu yüzden. ama yine de severdi o resmi. şimdi o resim de bir acayipti. fotoğrafta görünen beyaz tüller şimdi yoktu. annesi üzerindeki pembe kazağıyla çok güzel çıkmıştı ama şimdi o da yoktu. resimde sadece havada süzülen kendisi vardı. en çok da bu üzdü onu. koşarak açtı kapıyı. avazı çıktığı kadar bağırdı:
-babaaaa! baba koş annem gelmiyor. nolursun sen koş!
...
-anneee.. anneeem.. nerdesin annem?
...
-baba nolur gitmeyin baba. ev çok büyük. korkuyorum ben. karnım da acıktı. baba hadi geel!
...
karanlık sanki tüm sesini alıp en derinine saklamıştı. bir süre önce ağlamaklı gelen annesinin sesi, artık hiç duyulmuyordu. babası elbet görürdü onu. dev gibi bir adamdı o. canavarlar korkardı ondan. hem öyle güçlüydü ki babası, tek eliyle onu bir füze gibi gezdirirdi evin içinde hızla. hem de hiç canını yakmadan. çöktü yere yavaşça. burnunu çekti gücü yettiğince. bir damla gözyaşı ufacıkk dizinin yuvarlandı yere. ardından bir damla daha. bir damla daha.. hiç yakıştırmasa da kendine, ağlıyordu şimdi. 3 yaşındaydı henüz! ağlamak herkesten çok onun hakkıydı. ağlaya ağlaya yine yöneldi kapıya. burnunu -annesinin çok kızacağını bildiği halde- üstüne sildi. kapının arasından elini yere attı. karanlıkta yürüyecekti. bulacaktı biricik babasını ve sevgili annesini. ama yapamadı. bir şeyler engel oldu. elini yere koymak istese de, karanlıkta aslında odadan başka her yerin bir hiçlikten ibaret olduğunu anlaması uzun sürmüştü. belliydi zaten. annesi bu sabah çoraplarını değiştirmemişti. sürekli düşüp kapıya çarpıyor diye, kapı ağzına yastık da koymamıştı. o an son kez baktı karanlığa. bir gözyaşının annesinin kalbinden kopup onun gözlerinden indiğini hissetti. bir gözyaşı da babası armağan etti ona. hiçlik beraberinde parlak bir ışıkla yaklaştı lud'a. ömründe ilk kez -ve bilmese de son kez- parlak bir ışığı sevmedi. ışık yaklaştıkça o kaçtı. en sonunda ışık odanın kapısına dayandı. anlamıştı. ışık, melekleri saklıyordu en içinde ve melekler artık onu çağırıyordu. dizlerini karnına çekti ve başını koydu dizlerinin arasına. ellerini kavuşturdu önünde. ve ışığın onun son nefesini almasına izin verdi. talihsiz çocuk, çığlıklar içinde can verdi..