(#14640971) en son bunu yazmıştım. soranlar oldu devamını. vakit buldukça yazacağım.
öğlene doğru telefon eden arkadaşımla buluşup bir abinin beklediğini söylediği bir çay ocağına gittik. sanayi yakınında, izbe bi yerdi. o kadar küçük bir yerdi ki çaycı dolu tepkisini dükkandan çıkartırken içerideki herkes mecburen ya eğilip kolunun altından arkaya geçiyorlardı ya da dükkandan çıkıyorlardı. önünde oturup çay içen kel bir herifle tanıştırdı. çaylar bitene kadar sağdan soldan ne var ne yoktan devam eden muhabbet iş mevzularına geliyordu yavaş yavaş. adam bu çay ocağının sahibiymiş. takım elbisesinin altına sandalet giymiş olmasaydı bilindik çamurlu işlerden birinin başında sanırdım herifi.
önce ne zamandan beridir burada yaşadığımı sordu. yolları adresleri iyi bilip bilmediğini ölçmeye çalıştığını anladım. az mı kaçmıştım baba dayağından akşam karanlığı tokadın altına kaçırana kadar... ne iş yaptığımı sordu. pazarcı olduğumu belli günlerde çalıştığımı söyledim. yapacağım işin ne kadar kolay olduğunu anlatmaya çalıştı. sadece bir poşet alıp içine göz bile atmadan istenen yere götürecektim. bu kadar basitti. günlük 20 ya da 30 lira verileceğini söyledi. poşeti verdiğin adamın gözünün tutmasına bağlı alacağın avanta dedi. kabul dedim. yanımda parmaklarını tırnaksız bırakmakla meşgul olan arkadaşıma cüzdanından para çıkartıp verdikten sonra bana bir telefon almasını söyledi. kalktık. ikinci el bir telefonla arkadaşımın üstüne bir hat aldık. numarayı kaydetti telefonuna. kendisininkini de kaydetti. sonra da işi olduğunu söyleyip ayrıldı.
pazar yevmiyemin üstüne sadece gezerek alacağım 20-30 lira'nın yarattığı mutlulukla beraber gelen acaba yanlış mı yapıyorum duygusunu annemin de yaşasaydı daha iyi bir hayatım olmasını isteyeceğini düşünerek bastırıyordum. her gün yaptığım gibi en ucuz şarabı ve sigarayı alıp hava kararmadan eve gittim. ertesi gün pazara çıkılmayacaktı. başka kazaya gidilecekse de galip amca evi arar haber ederdi. ne ev telefonu çaldı o gece ne de nokia yazısının tamamen silinmek üzere olduğu ilk cep telefonum.
ertesi günün sabahı arkadaşımla beraber gittiğimiz kel adam aradı. sesinden tanımıştım ama kendisini çay ocağında konuştuğumuz kişi diye tanıttı. bir saat sonra bekliyordu beni.
yastığa düşmemle uyumamı bir eden işlerde çalışmış biriyken bir arkadaş iyiliği olan bu işi çok arzuluyordum. hep masa başı iş isterdi insanlar. ona benzetirdim bunu.
eski olduğu için dizleri yırtık pantolonuma dışarıda kimse yadırgar gözlerle bakmıyordu. güzel bakımlı kızlarda, arabası olan saçları jöleli tiplerde de görüyordum bu pantolonu. onlar bunu sadece farklı olmak için yapıyorlardı. ben farklı olmaktan kaçınıyordum.
sonra kenarları sökük beyaz keslerimi giydim ayağıma. paramparça da olsa yine bu ayakkabıları alırdık annemle. askerden daha güzel spor ayakkabılar getirmiştim ama giymek kısmet olmadı buralarda.
ocağın arkasından üstünde yere oturmuş insan logosu olan karton bir poşet getirdi kel. pahalı mağaza poşetlerindendi. içine bakmak yok dedi yok kelimesinin üstüne basa basa. elime ön yüzünde bir taksi durağının telefonu arka yüzünde de kalemle yazılmış bir adresin olduğu kağıdı verdi. taksicilere sor eğer bulamazsan burayı dedi. zorda kalırsan bir taksi durdur ya da poşeti bir daha gelip aradığında bulabileceğin bir yere bırak deyip elime 20 lira sıkıştırdı.
adrese gitmem 1 saat kadar alsa da bunun en az yarım saati poşetin içindeki hediye paketi yapılmış kutuya dalıp içinde ne olduğunu düşünmekle geçti. yarım saattimi de bu yeni işime güzel bir isim bulmakla geçirdim. postacı, getir götürcü, ayakçı...
gittiğim yer bir tren yolu üzerindeki oto galerilerin olduğu yerdi. dükkan tabelalarından aradığımı seçtim. yazıhanedeki adama poşeti verdim. birine telefon etti. ayakta bir duvardan diğerine dolaşırken. sonra cebinden 20 lira çıkartıp verdi. eyvallah deyip poşetteki paketi çekmecesine koydu.
dönüşte arkadaşımı arayıp kelin dediğini yaptığımı, paramı aldığımı söyledim. artık rahattım. o küçük kutu 1 saat boyunca koskoca bir taş gibi gelmişti bana.
bu şekilde haftada üç ya da dört defa bazen de günde iki defa poşet getirip götürdüm istenen yerlere birkaç ay boyunca. günlük aldığım paraların cebimde oluşunun verdiği güven duygusunu hissederken bir tarafım ne olduğunu tam olarak bilmeden yaptığım bu işin vicdanıma dokunacağı korkusunu düşündürtüyordu bana.
ne üç kuruşluk kirayı denkleştirememe ne de faturalara para ayıramayıp hangisini yatırmayacağımı seçmeme gerek kalmıştı artık. kendimi o eve de kapatmıyordum artık. işi bulan arkadaşımın tanıştırdığı üç beş kişiyle takılıyorduk. insan yalnızken dert ettiklerini unutuyordu kalabalık içinde sigara dumanı altında. bir iki ay olmadan galip amcadan helallik alıp pazara çıkmayacağımı da söylemiştim.
bu üç beş arkadaşla, onlarca alıcıyla ve her zaman gönderici olan kel çaycı arasında iki yılım geçmişti. güzel bir semtte hazır mutfaklı klozetli tuvaleti olan bir eve çıkmıştım, başka birinin üzerine de olsa bir internet kafeyi işletiyordum, içkinin sigaranın pahalılarını alıyordum. bankada biraz param bile olmuştu. artık annemden gördüğüm gibi halı altında saklamama gerek kalmamıştı paramı. bunların hepsi iki yılda oluvermişti. ve ben bunların hiçbirine alın teri dökerek sahip olmamıştım. her şey hayatımın yönünü değiştiren getir götürlerler esnasında saptığım değişik yollar sayesindeydi.
-----
haram mal insana geldiği gibi gitmesini de bilir ama giderken vicdan sızısı kalır demişti annem. hep onun tertemiz alnının terinin ekmeğini yedik. sadece o alın teriyle alınan ekmek acıtmadan indi boğazımdan.
-----