üstünüze doğru gelen, ya da kendisine doğru ilerlediğiniz ve birazdan başınıza bela olması muhtemel tinerci veya tinercilere, onlardan biriymiş gibi davranıp, anlık bir şoklamaya uğratarak götü kurtarma gailesi.
bir başka deyişle; tinerciyle tinerci olmak...
3 ocak akşamı, gümüşsuyu'ndaki iş yerimden çıkarkene, emmoğlum ali beni arayıp, 2 arkadaşıyla istanbul'a geldiğini ve muhakkak buluşmamız gerektiğini söyledi. hiç ikiletmeden teklifini kabul ettim ve 15 dk içinde buluştuk.
ne yapalım ne edelim derken, diğer iki arkadaş; 'ahmet bize istanbulu gezdirsene' didi. 'içinde gezdiririm amma' diye cevap verdim. karşılıklı gülüşüp eğlendik. istanbul'da birbirini bulmuş 4 adet gayserili sap olarak, haddinden fazla mutlu ve keyifliydik.
kabataş'ta sucuk ekmek yiyip, 'dayı bu sucukları nerden alıyonuz? hmm biz size daha iyisini gayseriden şu fiyata ayarlasak alınız mı? hmm telefonunu virele' deyi bi iş bağladıktan sonra tramvaya binip sultanahmet'e gittik. yaklaşık 3 yıldır istanbul'daki hayatım; ümraniye-kadıköy ve altunizade'den ibaret oldğu için, sultan ahmet'te bana sorulan 'şura nire hacı? şu ney? şunlar neyiçin? şu kim la?' gibi soruların hiçbirine cevap veremeyince, ayda bir istanbul'a muhakkak gelen bu üç delüanlının, istanbul'u benden daha iyi bildiklerine kanaat getirip, onların beni gezdirmesine karar verdik.
'aamet bak şura topkapı, şurdan eminönü'ne gidiliyo, şu garşı galata gulesi, rivayete göre senin gibi bi aamet çelebi ordan aşşa atlamış, herif uşmuş amüniyym. sen de anca ümraniye de aylagh aylagh gez muhehehehey' gibi taşşak muhabbetleri ile devam eden gezimiz esnasında, yolumuz çemberlitaş'a düştü.
emmoğlu'nun 'çemberlitaş burası mı layn?' sorusunu, cevabından emin olmadığım için duymazlıktan gelerek yürüyordum ki, karşı kaldırımda hareketlenen bir grup tinerci gördüm. görür görmez bizi gözlerine kestirdiklerini anladığım bu arkadaşlar yolun hemen bu tarafına geçip, birkaç adım önümüzden yürümeye başladılar.
birazdan bir şeyler olacağını bildiğimden, misafirlere dönüp; metin olmalarını ve haklarını helal etmelerini söyledim. 'bu saatte buralar niye bu kadar ıssısz amk' diye düşünürken, etraf daha da ıssızlaştı. yüz metre ilerdeki birkaç insan dışında, sadece onlar ve biz vardık. biz dört kişiydik; emmoğlu ali, arkadaşı memet, memedin kardeşi yusuf ve ben; yusuf yusuf...
onlar da; ikisi kulaklıklı, dar pantolonlu, pilotmontlu ve konversli, tiki stayla. diğer ikisi ise; kirli, paspal ve bereli, eski kasa tinerci olmak üzere toplam dört kişiydiler.
'dörde dört, adil bir maç, ayık olan kazansın.. fight!' diye içimden geçirmeye kalmadan, elemanlar kaldırımın karşılıklı iki tarafına geçerek beklemeye başladılar. ya güzergahımızı değiştirecek, ya da birkaç saniye sonra aralarından geçmek durumunda kalacaktık.
tabii ki kayseri'den gelen misafirlerimin yanında geri adım atamazdım. mağrur ve kendimden emin bir tavırla arkamı dönüp beni takip etmelerini ve yönlerini kesinlikle değiştirmemelerini söyleyecektim ki; murat ve abisi yusuf'un, çoktan kayseri il sınırına dayanmış olduklarını ve gözümün içine, meleşen kuzuların sesine gelmişçesine kocaman ve titrek bir telaşla bakan, yalnız bir emmoğlu gördüm.
bu nahoş manzaradan başımı çevirdiğimde, %98 oranında göt korkusu etkisi, ve %2 oranında oyunculuk yeteneğimin desteğiyle ben artık ben değildim. ben artık skarfeys bir alpaçino, ben artık gatfadır bir marlon bırandoydum...
deriymiş gibi görünen ama deri olmayan, siyah, çakma montmun yakalarını kaldırıp, altından giydiğim eşofman üstünün kapşonunu kafama geçirdikten sonra; doğuştan aksak ayağım, kayık-kambur omuzlarım, saçma sapan saçlarım, kocaman burnum ve kirli sakallarımla en az onlar kadar tinerci, en az onlar kadar balici ve en az onlar kadar küçük emrah görünüyordum. bu görüntümü, bana kardeş gibi benzeyen emmoğlum da bir iki adım geriden destekliyordu.
gözlerimizin içine içine bakan tinercilerle aramızda artık sadece bir nefeslik mesafe vardı. bir an bile düşünüp duraksamadan; yoğun tiner ve neft kokusunun tam ortasında durdum ve hiç tanımadığım bu tinercilere usulca sokulup; kayık, keskin, korkunçlu doğu şivesi ve savaş ay ayarındaki kısık ses tonuyla sordum; malazgirt savaşı gaç yılında olduydu gardaş?
derin bir south park sessizliği...
--istanbul'u dinliyorum şuurum kapalı--
şşşşşşşş ffffff ssssssss din don din don laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvay... miyaavv mırrr mırrrr hav hauuvvv uuuuuuuğğğğ kediler ve köpek ulumaları... flash back'te ortaokul yılları, tarih hocasının alp arslan'ı anlatışı.. miğferli ve çelik zırhlı beyaz bir ordu... savaş meydanında koşturup kişneyen atlar, çarpışıp kıvılcımlar saçan kılıçlar... allahu ekber alllahuuuu eeeekber! ıslak bir istanbul silüeti üzerine hicaz makamı ezanı muhammedi.. bir kadının suya değen ayakları ve uzaklarda çok uzaklarda sucuların hiç durmayan çıngırakları...
--istanbul'u dinliyorum şuurum kapalı--
-malaz.. ?
+he malaz.. ya yok mu hani alp arslan... anadolu'nun kapıları?.. neyse
-...
+(emmoğluna dönerek) 1891 hacı, çünkü 1571'de atatürk doğdu, ordan biliyom
-(diğerlerine bakarak) ...
+(o bakış bitmeden ve henüz karşı taraf şoku atlatamamışken) şimdi gızılay meydanı burası değil mi?
-... kızılay mı? ...
+amma yok lan, o angaradaydı demi?
-...
+(yeniden emmoğluna dönerek) sen de hiçbi sikim bilmiyon amk, kızılay dedin, malazgirt dedin, getirdin bizi buraya...
-...
şşşşşş ffffff sssssssss din don din don... hayyalelfelaaah hayyalelfelaaağğhhh...
17 litrelik tiner etkisi yaratan ve stanislavski - göt korkusu metod oyunculuğu tekniğiyle sorulmuş bu doğaçlama soruların ardından; tinercilerin, emmoğlu ali'nin ve hatta birer erkeklik abidesi olarak, uzaktan bizi izleyen murat ve yusuf'un şaşkın bakışları arasından sessiz ve usul adımlarla sıyrılıp, biraz ilerdeki bir dönerci dükkanına daldım. birkaç saniye sonra peşimden; kahkahalar eşliğinde, götleri yırtılırcasına, gözleri yaşarırcasına gülerek içeri giren emmoğlum ve diğer iki ibneyi zar zor bir masaya oturtup, dönerci abiden 4 çay isteyerek, aşırı derecede kuğul ve karizmatik bir edayla tuvaletin yolunu tuttum..