soğuk bir kış gecesi, battaniye altına girip okunası, yeniden izlenesi, yine ağlanası, o paylaşamadığın yalnızlığının dibine vurmuş özleminin acısı çıkarılasıdır Barış'ın "Burnun uzadı mı, inci?" sorusuyla başlayan mektuplarıyla başbaşa kalmak.
Hakikaten beş yaş insanın en olgun çağı mıdır, diye sorası geliyor insanın tüm gerçekliğinin beş yaşındaki kahramanlar tarafından anlatıldığı hikayeleri okudukça. (bkz: oğullar ve rencide ruhlar)
Kendi adıma konuşmam gerekirse, evet, biz atarilerin son versiyonlarıyla oynayıp bilgisayarların kocaman halleriyle başladık oyalanmaya. Mektuplarımızı birtek okyanus aşırı ülkelerdeki mektup arkadaşlarımıza yazdık dil öğrenmek uğruna. Hiçbir kitabımız elimizden alınıp yakılmadı, zaten yakılacak kitaplar bizim neslimizde hiç yazılmadı. Geçmişimiz hakkında ne görüp ne öğrendiysek kar bildik geleceğimiz adına.
Hiç uçurtma uçurmadık, hep filmlerde gördük onu. Arada sıkışmış bir nesildik. ilk kumarımızı bilyelerle oynayıp ditijal serüvenlere atıldık sonra. Kafamızda hep bir yenilik, hep keşfetmeye açık bir hayal ürünü vardı. Ama öyle somut, öyle gündelik, öyle kafa kurcalayıcı ki... Kendinizden çıkardınız, kafanız hep onun ve onun gibi bir sürü işe yaramaz şeyle meşgul olurdu.
-dınız, -du, evet. Sonra işte soğuk bir kış gecesi, battaniyenizin altına girip kitaplığınızın bir köşesine sıkışmış soluk kitabı elinize aldığınızda anlarsınız, özlediğiniz ne siz, ne onlar, ne de başkası...
Bir tek düşünmeyi özlemişsinizdir. O kimsenin müdahale ettirmeden yapabildiğiniz tek şeyi (tam da burada yazarın burnu uzamaya başlar, yazmayı bırakır, kitabına döner, kendisine yalanlar söylemeye devam ederek).