o son yolculuk'a çıkana kadar, başından geçen tüm hayatı sıfırla çarpan bir muamma. ama varlığı hissedilince tüyleri neden ürpertiyor? bunca yıldır duyup gördüğümüz, yabancısı olmamamız gereken bir hadise iken hem de.
tabut, kefen, toprak, mezarlık, ceset.. hepsi, hiçbir zaman muhattabı olmayacağını sandığımız o acayip olayın başrol oyuncuları ama biz duymaya bile tahammül edemiyoruz. bütün cenaze törenlerini film tadında seyredip, sıramızı savdıktan sonra koşar adımlarla uzaklaşıyoruz oradan. ama diyorum hani o kadar acele etmesek de, daha yavaş ilerlesek? daha çabuk hatırlasak? şu an bile aldığımız bir nefes, neden son olmasın ki? tüm bunlara rağmen, neden hiçbir zaman yanımızdan geçmeyecek gibi davranıyoruz? ölüm haberlerine, ölen kişi yüzünden değil, hiç ummadığımız bir anda bize ölümü hatırlattıkları için üzülüyoruz aslında.
oysa başucumuzda durduğunu bilerek yaşamak gerek. her yatak bir tabut, her çarşaf bir kefen olmalı, yatak başın da mermerden olsun, hiç silinmeyecekmiş gibi yazsın adın. gece-gündüz gibi, hep ardı ardına gelen "doğum-ölüm" tarihleri kazınsın siyahlarla. en sevdiğin yorganın toprak olsun, üşüdükçe üstüne daha da serpilsin, yağan yağmurlar daha da arındırabilsin seni.
hayır hayır, karamsarlık değil bu. derin dondurucularda beklettiğimiz katı bir gerçek sadece. zamanı geldiğinde muhafaza edildiği yerden çıkacak, çözülmesini beklemeden, vakti dolan ilk kişiye doğru savrulacak veeee;