küçükken, avuç içine sığacak kadar dua edip, avuçtan taşan her yakarışın çok istediğim o kırmızı bisiklete sahip olmama mani olacağını düşünürdüm.. ne bilirdim daha kısa donla dolaşırken avuç açıldıktan sonra her sözün sözlerin sahibine ulaştığını. sözlerin uçmayı bildiğini öğrendiğim gün, basmıştı ayaklarım yere. uçmayan benin sözlere kastı vardı anlaşılan. çekemiyordum belli ki daha o yaşta kendi beceremediğim şeyin sözler tarafından becerilişini. sözler uçtu gitti, ne kadar dua etsem de olmadı kırmızı bir bisikletim. bir şeylerin eksik olduğu belliydi duamda..
asılında kırmızıyı sevmezdim. benim rengim siyah ve özellikle kahverengi olmuştu çocukluktan beri. önemli olan kırmızı bisiklete benim sahip olamamam değildi, karşı komşumun hiç sevmediğim muşmula suratlı oğlunun kırmızı bisikletinin oluşuydu. bunu çekemiyordum. hak etmediği bir lükse sahip oluşu, hak ettiğim halde benim olamayışım canımı çok sıkıyordu..
artık anlamıştım ki; yine karnesi pekiyilerle dolu olan benim hediyem, yine kitap olacaktı. bok gibi karne getiren raşit yine pahalı hediyelere boğulacaktı..
sonra dualarımdan çıktı o kırmızı bisiklet ve raşit ile uğraşmayı da kestim. kendi halinde, biraz muzur ve biraz da yaramaz bir çocuk olan ben, kardeşimin doğuşuyla beraber abi olmanın sıkıcılığıyla boğuşurken babam ansızın bir bisiklet almıştı bana. dualarım - daha doğrusu duam kabul olmuştu... mutlu bir abiydim artık..