insanları sevmiyorum. insanlar da beni sevmiyor. bazen sırt çantamı kapıp; gidip bir backpacker mı olsam laa, diyorum. sonra, biraz gidince yorulurum, karnım acıkır, rahat mı batıyor antoni quinn deyip vazgeçiyorum. canım sıkılıyor tabii. bir tane dövüş filmi takıyorum hemen; ip man ya da ong bak mesela. izlerken duygusala bağlıyorum; o kadar duygusal filmde ağlamıyorum ama bu dövüş filmlerinin duygusallığında boğuluyorum. amına koduğumun how i met your mother'ı bu hafta da yokmuş diyorum bazen.
sonra, kulaklığımı hala bulamadığım aklıma geliyor; tabii canım daha fazla sıkkın. ulan ipod touch'ın pilini değiştirmek lazım; durmadan kapanıyordu; götümü kaldırıp bır apple store'a bile gidemedim diyorum. iyiden iyiye canım sıkılıyor.
halbuki sonra aklıma geliyor; ben değil, bizim bi' arkadaşın annesi, 90'lı yılların sonunda, evdeki emektar celeron bilgisayarın monitörüne, dantel sererdi. ne güzel günlerdi lan diyorum; saf bir mutluluğumuz vardı o günlerde filan yapıyorum. sonra iyice düşünüyorum; ama neresi güzeldi lan diyesim geliyor. annesi, monitörün üstüne dantel seriyormuş; bunun neresi güzel diyorum; yine canım sıkılıyor tabii.
neden her boka canım sıkılıyor; yoksa insanları sevmediğim için mi, yoksa bir backpacker olacak yürek olmadığı için mi, how i met your mother, bu haftada olmadığı için mi; yoksa hazır 3'ü biraradaların tadını aslında sevmediğimi anladığım için mi; işte bütün bunları hiç çözemiyorum.
sonra aklıma galatasaray'ın, tt arena'da 1-0 öndeyken, nasıl da 1-2 yenildiği aklıma geliyor; diyorum ki, bu takıma messi gelse de; sağ bek'e dani alves'i de koysan; sahaya fenerbahçeli'lerin formasını sahaya da dizsen bu takım yenilir herhalde diyorum; sonra bülent ünder'in açıklamalarının aslında karizmatik bir yanı olduğunun kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. çıkıyor ilk maçına teknik adam olarak ve gözüm pek dercesine; pino sahada gezindi; o yüzden bir daha galatasaray forması giyemeyecek demesine hayran oluyorum. vay taşşaklarına kurban diyorum öylesine; çünkü taşaklarına kurban deyince, futbol bilen samimi ortam adamı tandansı oluyor bende.
ne diyordum; justin bieber'ın, baby parçası aslında çok güzel lan diyorum ve özenti olmak için, farklı görünmek için değil, baya hoşuma gittiği için dinliyorum. sonra rise against'den, give it all patlatıyorum; azıcık da the offspring deymeyin keyfime; eski günlere dönüyorum gibi oluyor. hani şu arkadaşımın annesinin, dantel işlerini, monitörün üstüne serdiği günlerdeki gibi.
backpacker olamayacağımı da biliyorum mesela. üniversitede arkadaşım, senden tam memur olur; xyz dairesi başkanı ahohaohaha" filan diye katıla katıla güldü mesela. neden lan dedim; samimi atmosfer yaratmaya çalışan kankalar gibi; oğlum senin sweatlerinde üst cep var dedi; yaşlılardaki gibi; hani camiide namaz kılan yaşlılar; gömlek ve sweatlerinin üst cebinden sigara, çakmak, kart vesaire düşürürler ya; benim durumumu ona benzetti. bir şey hissetmedim memuriyet hakkında ama yanımızda herhangi bir kız olmamasına rağmen, üst cep adamı yaşlı gösteriyor deyince moralim bozuldu. tabii böyle daha nice olaylar filan oldu; sweat'imin düğmelerinin hepsini ilikliyormuşum; bu bile konuşuluyordu işte kulislerde. ama hep taşak olsun diye. o kadar taşağa alındım; hala taşak yapabilen kafa adam olamadım; bir de backpacker olamayacağım hissini yerleştirdiler zihnime. çıkamıyorum işin içinden.
benim bir arkadaşım var mesela; lojman çocuğuyuz ya; birbirimiz 24 senedir tanıyoruz; geçen bana şeyi anlattı; dedi ki, lisede, dersteyken şarkı söylemek için tahtaya çıkmış ve tsubasa'nın "daa su daa su dasuuu, kingu daa su da suuuuu, morafeee, lafiyi muuu, kahkarinkeroooo" gibisinden jingle'ını tahtaya çıkıp söylediğini anlattı. katıla katıla güldük. diğer arkadaşım da, antalya'da kerhane bar kıvamında bir yerde; shot vodka için 30 lira verdiğini, orayı eğlenilecek bir bar zannederken, paralı karılar varmış meğer lan diye olayı çaktığı anda işlerin nasıl da sarpa sardığını anlattı ama o kadar gülmedim. aslında daha çok hayat dersi vardı o'nun hikayesinde ama tsubasa şarkısı hikayesi daha komikti, ehe.