1984 yılında Eruh ve Şemdinli’ye yapılan kanlı baskınla kamuoyunun gündemine gelen PKK, giderek gelişip kendisini Kürt sorunu ile özdeşleşen bir noktaya doğru hızla taşımaktadır. 26 yılı aşkın bir süredir inişli çıkışlı dönemler yaşasa da ülkemizin en can alıcı konusu olmaya devam etmektedir. Resmi politikalara itirazın Cumhuriyet’in kuruluşundaki sözlere ve söylemlere kadar götürüldüğü bu önemli soruna ilişkin iktidarlar ve muhalefetler tarafından zaman içerisinde farklı çözümler önerilmiştir. Bir bölümü kısmen uygulamaya da sokulan çözüm arayışlarında istikrarlı bir çizgi izlenememiştir. Bazen zorla bastırma, bazen hukuk dışı yöntemler kullanma, bazen de daha barışçı yöntemlerin öne çıkarıldığı her yeni süreç bir şekilde akamete uğramıştır. Ancak çözümsüzlük her defasında sorunu daha da büyütmüş, talepleri daha da genişletmiş, karşı tepkileri de yoğunlaştırarak günümüze kadar gelinmiştir. Sorunun ortaya çıktığı günden itibaren iktidarlar genellikle resmi politika olarak “yok ederek” sorunu çözme anlayışını benimsemişlerdir. Özal’ın kamuoyuna yeterince yansıtılmamış, ANAP programında da yer almayan son derece tartışmalı önerileri dışında sorunun çözümüne dönük en kapsamlı resmi öneriyi Cumhuriyet Halk Partisi yapmıştır.
1989 yılında SHP’nin Kürt Raporu olarak bilinen çalışması CHP programına da aynen konmuştur. Döneminde seslendirilen talepler dikkate alındığında çok ileri sayılabilecek bu rapor Kürt sorununun çözümüne karşı duranlar tarafından şiddetle reddedilmiştir. Türk-islam sentezcilerinden etnik Kürt milliyetçilerine kadar herkes ve her kurum CHP karşısında tavır almıştır. Bu süreçte CHP bir taraftan Genel Kurmay Başkanlığı’nca yargıya şikayet edilirken, giderek gücünü artırmaya çalışan PKK tarafından da sürdürülen Kürt mücadelesini palyatif çözümlerle sekteye uğratmaya çalışmakla suçlanmıştır. Son derece etkin yöntemlerle sürdürülen bu çift taraflı kampanya geniş halk kitlelerinde yansımasını bulmuş, ülkenin en yakıcı sorununa en uygun zamanda en kapsamlı çözüm önerilerini sunan CHP’nin parlamento dışında kalmasına neden olmuştur. Bu dışlanış ve oy kaybı CHP’de güçlü geri adımlar atılmasına neden olmuş, parti programından hızla uzaklaşılan bir söylemin içerisine girilmiştir. CHP’nin de programına rağmen sorunun barışçıl çözümünden hızla kopuşu Kürt sorununu Kürtler açısından sadece PKK’nın sahiplendiği bir noktaya taşımıştır. Devam eden 10 yıl içerisinde Kürt sorunu her şeyi isteriz diyenlerle hiç bir şey vermeyiz diyenler arasında sıkışıp kalmıştır.
Yoğun gerginliklerin yaşandığı bu süreç PKK’yı bölgedeki halkla ilişkisi olan en önemli siyasi güç haline dönüştürmüştür. Bölge eksenli siyasi hareketler, sivil toplun kuruluşları PKK’nın kontrolüne girmiştir. Sonuçta PKK yoğun bir halk desteğine ulaşmış, yüz binlerce kişilik etkinliklerde her katılımcının ayrılıkçı semboller taşıdığı, Apo’ya özgürlük çağrılarının yapıldığı, çocukların intifada mantığı ile polisle çatışmaya sokulduğu bir noktaya gelinmiştir. Bütün bu gelişmeler yaşanırken kırk bin civarında yurttaşımız ölmüş, binlerce köy boşaltılmış, yüz milyarlarca dolar kaybedilmiştir. Küçücük ilçeler on yıl içerisinde aldıkları göçle milyonluk kentlere dönüşmüştür. Nüfusla birlikte sorun da büyük kentlere taşınmış, açlık, işsizlik, konutsuzluk problemin daha da büyümesine neden olmuştur. Şüphesiz sürecin en acı yanı can kayıplarıdır. Gelinen noktada ülkenin her köşesinde yaşayan yurttaşımızın bu kavgada hayatını kaybeden bir yakını, bir tanıdığı olmuştur. Bu kimi için Sivaslı şehit bir asker, kimi için Trabzonlu bir öğretmen, kimi için de Diyarbakırlı işsiz bir gençtir. Bu acı tablo bütün toplumu her geçen gün biraz daha umutsuzluğa sürüklemektedir. Siyaset dünyasında açıkça seslendirilmese de bu çözümsüzlük ve umutsuzluk giderek halkı ayrıştırmaktadır. Bugün ülke genelinde yapılacak demokratik bir kamuoyu araştırmasında her coğrafyadan “ayrılalım” diyenlerin kayda değer bir oranda çıkacağı hepimizin kendimizden sakladığı bir gerçekliktir. Siyaseten hiç kimse biz ayrışmaktan yanayız demese de toplum ayrılığa doğru sürüklenmektedir.
Bu noktada kritik bir soruyla karşılaşıyoruz:
Nasıl oluyor da Apo’dan Bahçeli’ye kadar herkes birlikte yaşamaktan yana olduğunu söylerken toplum ayrışıyor?
Bu soruya bulunacak doğru ve ikna edici cevaplar çözümü de kısmen beraberinde getirecektir. Mücadelenin taraflarının, sürecin toplumu giderek artan oranda ayrıştırdığını görmediklerini varsaymak gerçekçi olamaz. O zaman şöyle düşünmek durumundayız; kullandıkları yöntemlerle bilinçli olarak toplumu ayrıştırmaya çalışanlar bu gerçeği siyaseten söyleme cesaretini neden gösteremiyorlar ve bu gerçek niyetlerini toplumdan neden gizliyorlar? Bu sorular yaşadığımız olayları daha kritik hale dönüştüren yeni soruları gündeme getiriyor:
Eylemlerle ve ona karşı sürdürülen mücadele yöntemleriyle toplum ayrıştırılırken, söylemdeki birlikte yaşama vurgusu nereden ve hangi zorunluluklardan kaynaklanıyor?
Kullandıkları yöntemlerle toplumu ayrıştıranlar bunu halktan, hatta taraftarlarından neden saklamaktadırlar?
Bu sürece, yani ayrışma sürecine eylemleriyle katkı sunan sıradan yurttaşlar gerçekten ayrışmayı istemekte midirler?
Kendilerince haklı nedenlere dayanarak bu sürece katkı yapanlar aslında birilerinin, onlar farkında olmadan, onları da kullanarak toplumda ayrışmayı hızlandırdıklarını bilseler yaptıklarını tekrarlarlar mı?
Toplumu ayrışmaya sürükleyenler gerçek niyetlerinin toplum tarafından anlaşılması halinde bu sürece katkı yapacak yeterince insan bulabilirler mi?
Türkiye’yi ve insanımızı yeterince tanıyanlar için bu soruların hepsinin cevabı bu ülkede yaşayanların büyük çoğunluğu açısından “hayır”dır. Çünkü hepimiz bilmekteyiz ki yaşanan bunca acıya ve kayba rağmen toplumun büyük çoğunluğu birlikte yaşama kararlılığındadır. Bu tavır sadece bir tercihle ilgili değil demografik yapımızın dayattığı bir zorunluluktan da kaynaklanmaktadır. O zaman çoğunluğun oluşturduğu bu “birlikte yaşama” iradesini sorunun çözümünde merkez olarak almalıyız, “birlikte yaşamak” iradesini bir çıpa gibi kullanmalıyız.
Bu çerçevede;
Herkesin “birlikte yaşamak” iradesine karşı siyasi tavrını açıkça deklere etmesini istemeliyiz.
Toplumu ayrışmaya sürükleyen eylemlerin, önerilerin ve sözde çözümlerin bu irade karşısındaki konumunun sorgulanmasını sağlamalıyız.
Birlikte yaşamak iradesi etrafında oluşturulacak yoğun bir tartışma Kürtleri yok sayan anlayışı da, her soruna sadece Kürtler açısından bakan anlayışları da makul bir sürede etkisizleştirecektir. Birlikte yaşamak iradesi etrafında gerçekleşecek tartışma süreci, ayrıştığımız yanları değil birlikte olan yanlarımızı öne çıkaracaktır. Bu iradenin kararlılıkla öne çıkarılması her tartışma konusunu “iyi de bu söylemler birliğimize zarar verir mi?” veya “birliğimizi güçlendirir mi?” sorusuna muhatap edecektir.
Birlikte yaşamak iradesi etrafında yapılacak tartışmalarda dağlarda ayrılıkçı silahlı güçler bulundurmak da, ana dilde temel eğitim de, kendi ülkesinin dağlarını bombalayıp köylerini boşaltmak da yeterince destek bulamayacaktır.
Bu ülkede yaşayan bütün yurttaşları hangi inançtan ve etnik kökenden olursa olsun samimi bir biçimde kardeş ve hak sahibi olarak gören Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeni dönemde konuya ilişkin siyasi söylemi “Birliğimizi güçlendirecek her özgürlüğün yanında ve savunucusuyuz; birliğimizi tahrip edecek, zayıflatacak her önerinin karşısındayız.” olmalıdır.
Bugün ezici çoğunluğumuzun benimsediği birlikte yaşama iradesi zayıflatılmak istense de hala bizi bir arada tutan en önemli iradedir. Halkın benimsediği bu iradenin siyaset mekanizması tarafından bugüne kadar yeterince öne çıkarılmamış ve sorunun çözümündeki önemli bir siyasi argüman haline taşınmamış olması hayati bir eksikliktir. Şüphesiz bu söylem sorunun çözümünü tek başına sağlamaya yetmez. Ancak halkın gerçek iradesinin ortaya çıkmasının sağlanmasında yapacağı etkiyle çözümü kolaylaştıran, çözülmeyi yavaşlatan önemli bir siyasi argüman olması kaçınılmazdır.