google* tarafindan ucretsiz kablosuz ag hizmetiyle donatilan biricik sehir.
amerikan usulu bir cilginlik elbetteki burada da yasaniyor. fakat gercekten de diger yerlerden farkli hatta kiyaslanamaz.
huzur konusunda amerikanın batisindaki sayili sehirlerden-- tabi ki bunun karsiliginda hayatin cok pahali oldugunu -en azindan emlak konusunda- soyleyebilirim.
silikon vadisi mi?.. hmm. sanirim orasi da burada*.
türkiye cumhuriyeti devletinin esas yöneticilerinden. derin devlete rakip olabilecek kadar "derin" şahsiyet. dışişleri konusunda çok yetkindir. papaz okulunda eğitim gören babası, ona parlak bir geleceği bahşetmiştir.
"sıktım başı dindar oldum"
türban, sıkmabaştır. kesinlikle başörtüsü değildir; amacı da başı örtmek değildir.
türban'ı neden taktığını sorsanız bir kızcığa* şu cevabı alırsınız,
"farz".
neden farz?
"çünkü allah insanları yanlış yollara sevk edenleri sevmez"
(bunu diyemezler belki. haram vs. derler. ama meselenin dinsel kökeninde bu var)
"peki insanlar senin sadece yüzünü görerek de yanlış yola sevk olabiliyorlarsa"
...
(kara çarşaf denen şeyin yaratılış sebebi budur. mesele tahrikse, değil kadının yüzü, sesi bile, parmakları bile bir tehdittir)
"o halde kara çarşafa gir"
...
"hatta senin tüm varlığın yanlış bir yola sevk edebilir insanları..."
...
"öl sen en iyisi. hatta gömelim seni diri diri"
(islam öncesi olduğu iddia edilen bir <ritüel>. lakin günümüzde arap ülkelerindeki kadın düşmanlığı nedeniyle de kadınlar gömülüyorlar. toprağa değil ama, eve; kocalarının evine; çocuklarının analığına; kocalarının zevklerine itaat etmeye)
"burda var olduğunu bilmek bile başlı başına bir tahrik unsuru"
mesele "tahrik"tir; yanlış yola sevk edebilitedir. lakin bu başlı başına kurgusal bir durumdur ve açıkçası bir düşünce suçudur.
sadece düşünelim.
yolda birini gördünüz. uzaktan.
kalçaları vs. dolgun gözüküyor! kıvırtıyor da.
uzaktan görüyorsunuz.
hatta diyelim ki gözleriniz de pek iyi görmüyor.
siz de erkeksiniz.
onun da kadın olduğunu düşünüyorsunuz.
ve ansızın tahrik oldunuz.
vay anasını, haram!
tahrik olmak suç değil! tahrik edici unsuru barındırmak suç. erkek bu, tahrik olur. kadının amacı bundan kaçınmaktır.
yerse!
tahrik olmak, sulanmak, vs. vs. acıkmak gibi bir şeydir. mesele, kişinin bu nefsanî melekelerine hakim olup, iradesini kullanmasıdır.
bunu yapamıyorsa, ne türban'ın bir fonksiyonu kalır; ne de kara çarşafın.
zaten başlı başına ataerkil ve ahlaksızca bir yaklaşımdır, kadının örtünmesini istemek.
islam zamanında, hz. muhammed'in vefatından sonra kadın da erkek de örtünmekteydi.
bunun nedeni tahrik falan değildi; karıştırmayın.
arab toplumunun geleneksel çöl kıyafetiydi sebep.
kur'anı kerim, evrensel bir din iddiasında olan bir dini içerir: islam.
evrensel bir din, yorumlara tabi olmak zorundadır, yahudiliğe yahut hristiyanlığa benzemez.
aksi bir iddiası bile yoktur.
bu nedenle her toplum, islamı yaşayış geleneklerine ve kültürlerine göre yorumlamakta ve yaşamakta serbesttir.
türk milleti de islamı farklı dönemlerinde farklı şekillerde yorumlamıştır, bu çok doğaldır.
ve günümüzdeki yorum da, bize laisizm ortak paydasındaki homojen türk vatandaşlığı altında, dini bir birleştirici olarak görmeden yaşamanın gerekli olduğunu göstermektedir.
mesele uyum meselesidir.
ya da, mesele uyumsuzluktan rant elde edenlerin meselesidir ve bizlere laf salatası yapmak kalır.
bugün türban sorunu esnasında yeterli tepkiyi göstermeyen, dinle parsa toplayan siyasiler büyük bir debdebe ve zenginlik içinde semirir; oğullarını ferrarilerde, kızlarını amerikalarda gezdirirken, benim sefil halkım, sefil halkımın biricik kızları üniversitede okuyabilmek için tarikatlara güzel gözükmek; kişiliğinden harcayarak beyinlerini yıkamak zorunda kalıyorsa herhalde boş konuştuğumuz ortaya çıkar.
yazının temasında emekli general şu düşünceyi işler,
"ingilizler tarafından cetvelle çizilmiş ülke sınırları bugün çatışmalarla, anlaşmazlıklarla dolu. işte bu yüzden bu sınırlara, "kanlı sınırlar" adı veriyorum. ve diyorum ki bu sınırlar etnik ve dini kökenlere göre yeniden belirlenmelidir..."
askerlerin tarih bilgileri genelde iyi olur sanırız. fakat bu amerika gibi tarihi pek olmayan bir ülke için geçerli mi? hayır.
türkiye cumhuriyeti devletinin sınırları ingiltere tarafından cetvelle değil, savaşlar yapılarak türk milleti tarafından askerle, topla, tüfekle çizilmiştir. kaldı ki, bu sınırlar zaten milli bir kökenle çizilmiş sınırlardır ve aslına bakılırsa olması gerekenden daha az bir alanı kaplar.
yani sevgili emekli general doğu avrupa, türkiye, ortadoğu tarihi konusunda sana götü boklu bir sıfır veriyoruz.
diğer taraftan, eminim ki iyi bir insandır. yaşlı bir karısı, iki üç tane çocuğu vardır; bahçesi olan bir evde, cipiyle eyalet içinde dolaşmaktadır. sağlığı da fena değildir.
ama yetmiyor yahu. amerikan rüyası yetmiyor buralara. büyüyün de gelin.
ya da, gelmeseniz de olur be... biz bize iyiyiz buralarda.
isviçreli daniele ganser tarafından 2005 yılında yazılmış bir doktora tezinin kitaplaştırılmış hali. tam adı, "nato's secret armies: operation gladio and terrorism in western europe" olan kitapta, "The secret war in Turkey" türkiye kısmı gayet ilgi çekici. ermeni soykırımı ve anti-kürt operasyonlardan bahsedilse de, orası haricinde oldukça güzel bir değerlendirme olduğu söylenebilir.
gladio'nun en vahşi uygulamalarının türkiye'de gerçekleştirildiğinden bahseden kitap, askeri darbelerden, darbe kadrolarının cia tarafından yetiştirilmesinden, cia - türk servisleri arasındaki ilişkinin kökeninden bahsederken, bir yandan da pentagon'un iç yazışmalarından örnekler vererek kendini sağlamlaştırıyor.
"grey wolves" ve "hiram abas" konularında da güzel bir içeriğe sahip kitap, son konu olarak Türkiye'yi seçmiş.
tek kötü yanı ise, "gladio" ve gladio'nun tarihi üzerine olmasına karşın, türk kısmını osmanlının çöküşüyle başlatarak, ermeni ve kürt tezimsilerine de yer verecek şekilde kurgulanması.
yakın zamanda hürriyet yazarı ayşe arman'la röportaj yapmış ileri nuranî zekâ insanı.
(röportajdan çıkartılacak şeyler mevcuttur),
"
- Birileri sorgulanırken benim için "Bu bizim Eğitim Şefi'dir" demiş, beni de içeri aldılar.
>> (Nur evlerinde abilik yapıyordum. Bir namussuz öttü, gerçeği söyledi)
- Yok canım. Hem ne demek Eğitim Şefi? Silah mı kullanmışım? Bomba mı atmışım? Yooo, kitap okuyup, insanlara anlatmışım.
>> (Işık evlerinde toplanıp öğrencilerin beyinlerine risale-i nur ve fethullah hoca teyplerinden, yazılarından parçalar zerk ediyordum.)
- 12 Eylül'ün ertesi günü cezaevine girdim. Yeni 16 olmuştum.
>> (Genç yaşta abi olmuştum. Heheyt!)
- 1 yıl yattım. Sonra baktım bunlar beni Yozgat'ta kalırsam tekrar içeri alacaklar, Ankara"ya gittim.
>> (Yeni bir teşkilatlanmaya geçeyim dedim)
- Gazeteci olmak gibi bir hevesim yoktu. Edebiyat öğretmeni olacaktım. Dostoyevski hayranı bir adamım. O zamanlar istanbul Edebiyat, bir efsane. Mehmet Kaplan yaşıyor, Muharrem Ergin yaşıyor, Abdülkadir Karahan yaşıyor, efsane hocalar var, kitaplarını okuduğum insanlar. Aklım fikrim o okula girmekte, önce edebiyat öğretmeni, sonra yazar olmakta. Ne var ki, okulda umduğumu bulamadım. Fark ettim ki, ben kitaplardan daha çok şey öğreniyorum. "Neden gelmiyorsun derslere" diyorlardı. "Çünkü ben Ahmet Hamdi Tanpınar"ı okudum, bunların hepsi onların kopyası" diyordum. Okulu bitirdim, yüksek lisans yaparken edebiyat ve Türkçe dersleri vermeye başladım. Ama çok da mutlu değildim. Geçim için fiil çatılarını anlatmak gibi bir derdim olsun istemiyordum...
Masterım tez aşamasındayken, gazetecilikle ilişkim başladı. Zaman'a tiyatro değerlendirmeleri yazdım. Sonra, "Yahu, edebiyat öğretmenliği yapman şart mı? Gel bizimle çalış" dediler, ben de kabul ettim.
>> (Edebiyat dersi vererek hizmet'e katkım olamayacağımı fark ettim. Gençtim, idealisttim. Beni aldılar. Para ve huzur sundular. Gittim ben de)
- Yozgat milliyetçi muhafazakar bir yerdi. Dinle hiç alakam yoktu, dersem yanlış olur. Ama fazla abartılı bir ilişkim de yoktu. Başka bir gazeteden teklif gelse de, giderdim. iki yıl sonra beni gazeteye çağıran arkadaş, "Biz ayrılıyoruz, Kültür Sanat sayfalarının editörü sen ol" dedi. "Bir şartla" dedim, "Bu sayfalara ilan almayacaksınız. Ve bana izin vereceksiniz, ben buraya kültür sanat yazarları getireceğim." Hilmi Yavuz"un, Beşir Ayvazoğlu"nun, Erol Özbilgen"in, Allah rahmet eylesin Sezer Tansuğ"nun bu gazeteye yazmaya başlaması böyle oldu.
- Tamam herkese hitap etmeyebilir ama zaten o sayfaların belli okuyucuları vardı. Tiyatro, sinema, plastik sanatlar, şiir, edebiyat her birine ayrı bir muhabir koydum. Dedim ki, "Sen sadece sinemayla ilgilen, bu konuda uzmanlaş, sen sadece plastik sanatlarla..." Böyle dallara ayrıldık ve inanılmaz güzel sonuçlar aldık.
>> (Hizmeti farklı mecralara yaymak için, geri kaldığımız "moderen" kültüre entegre olabilmek için çeşitli rotasyonlarda bulundum)
- işte böyle genel koordinatör oldum. 1.5 yıl içinde kültür sayfaları öyle bir değişti ki, herkes bunu konuşmaya başladı. Millet, "Hilmi Yavuz"un o dinci gazetede ne işi var" dedi. Sezer Tansuğ"nun gelmesi büyük olay oldu. Bana da yöneticilerim, "Madem bunu yaptın, gel bize yayın koordinatörü ol" dediler. "Ben siyasetle uğraşmak istemiyorum ki" dedim. "Siyaseti boş ver, sen koordinasyonu yap" dediler. 7-8 ay yaptım sonra yönetim değişti, boşta kaldım. Yeni yönetim, koordinasyon filan yapmamı istemiyordu. Ben de kendimi tiyatroya verdim, bir tiyatro oyunu yazdım. Sonra da Amerika"ya gittim. Medya üzerine eğitim aldım.
>> (Amerika'da hocamdan icazet aldım. Akıl babamız usa'nın okullarında eğitim gördüm, düşünce sistemimi geliştirdim)
- Bazıları Etyen Mahçupyan"ın bizde yazmasından dolayı bize çok öfke duyuyor. Ama biz onu kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Şahin Alpay da yazıyor, Hilmi Yavuz da, Elif Şafak da. Geniş bir yazar kadromuz var. Bizde zıt görüşler de yer alıyor, asıl cemaat gazeteleri koro halinde konuşanlardır.
>> (kamuflajımız hiç fena değil. bizce çok seslilik denen şey de böyle olmalı. tescilli bir ermeni yazarımız, ateistim diye bir başka yazarımız var. bir iki de hareketimize sempati duyan yazarımız. bunlar bizim vitrinlerimiz, "farklıyız biz diye ön plana aldığımız unsurlarımız.)
- 2001"de Amerika"dan döndüm ve yönetime "6 ay süre tanıyın. Size yeni bir gazete modeli önerelim" dedim. "6 ay çok uzun, o kadar bekleyemeyiz" dediler. Takvime baktım gazetenin kuruluşu 3 Kasım, "O zaman 4 ay sonra, 3 Kasım günü Lütfi Kırdar"da bütün basın mensuplarına ve siyasilere yeni gazetemizi tanıtalım..." Öyle de yaptık. "Gazetemizin ana felsefesi budur, bundan sonra mizanpajımız budur arkadaşlar..." dedik.
>> (amerikan düşünce sistemini ve bize verdiği görevleri alıp, gerekli icazetleri de cebime koyduktan sonra, gazetemizin yüzünü değiştirmem, "modern"leştirmem ve daha önce hiç bir islami gazetenin giremediği alanlara girebilmem gerekiyordu. amacım, hizmeti daha önce var olmayı bile düşünemediği yerlere ulaştırmaktı)
- çok sert eleştiriler aldık. Öncelikle içeriden itiraz geldi, görsel yönetmen arkadaşımız "Ben bu gazeteyi yapmam. Türkiye"de böyle gazete olmaz" dedi. Ben de Amerika"dan eski sayfa sekreterimiz Fevzi"yi çağırdım. Time"a çalışıyordu ama bizi kırmadı geldi. Her kafadan ayrı bir ses çıktı: Efendim, neden logo Türk bayrağı renklerinde değilmiş. Efendim, birinci sayfasının bir yerinde neden bayrak yokmuş? Neden haberle yorumu ayırıyormuşuz? Herkes şunu soruyordu: "Bu bir entel gazetesi mi olacak?" Meslek büyüğü bir abim, "Çok iyi bir şey yapmışsın ama mesleğe ihanet etmişsin" demişti.
15 yıllık bir gazetede bir gecede bu kadar çok şey değiştirilir mi? Anlayacağınız, çok radikal ve riskli bir şeydi. Ama şunu da söyleyeyim, eğer çok çok büyük bir tepkiyle karşılaşsaydık, B planımız vardı, bir adım geri atıp, biraz daha az popüler bir gazete çıkaracaktık. Neyse ki, gerek kalmadı. Bütün bunlar yüzünden bana teorisyen diyorlardır. Oysa alakası yok.
>> (her zamanki gibi ikinci planlarımız vardı! ben boş adam değilim bak arman hanım. amerika diyorum, icazet diyorum, görev diyorum. time'da bile adamlarımız vardı, o kadar sevinçliyim ki onu buraya getirebildiğime. biliyorsun ki time demek dünya demek. ordan adam getirmek de allame-i cihanlık göstergesi)
- Fethullah Gülen"i seviyoruz. Ben de, gazetenin sahipleri de, diğer yöneticiler de...
>> (o kadar çok seviyoruz ki. izinden ayrılmıyoruz. hani, önce kur'anı kerim, hz muhammed. sonra da o... o derece)
- Bakın, ben Fethullah Gülen"i hakikaten hakkı yenmiş bir düşünce adamı olarak görüyorum. Kimin ne dediği de beni ilgilendirmiyor. Tamam, bir yanıyla bir din adamı ama aynı zamanda çok ciddi bir entelektüel. 70"li yıllarda Türkiye"nin birçok vilayetinde sinema salonu kiralayıp Darwinizm üzerine konferanslar veriyor. Ne yazık ki, Türk milleti olarak biz insanları yaşarken fazla hırpalıyoruz.
>> (darwinizm hakkında konferanslar veren entelektüel din adamı. işte biz bunu kazandık zaman'ı değiştirerek. farklı satıhlara açıldık. şükrullah)
- Düşünce adamı olarak hemen hemen bütün düşüncelerini destekliyoruz. Beğeniyoruz, takdir ediyoruz, kişisel olarak da seviyoruz. Sahiplerimizle dostturlar, arkadaştırlar.
>> (yahu işte bizim liderimiz, şıhımız ya. değişik değişik kelimeler kullandırmayın bana. onun müridleriyiz! kabul ediniz!)
- Zaman onun gazetesi değil. Öyle bir şeyi söylemek yanlış olur.
>> (zaman onun gazetesi olabilir mi? onun böyle şeylere ihtiyacı yok! bizler onu izleyen bir gazete yaratıyoruz, anladın mı?)
- "Fethullahçı Gazete" mi? Bir kere Fethullahçı tabirinin başta Fethullah Gülen olmak üzere, herkes için nahoş bir tabir olduğunu düşünüyorum. Hakaret gibi. Ben bir akım başlattım, dese anlayacağım; öyle bir şey de demiyor. Böyle isimlendirmeyi, yaftalamayı çok yapıyorlar. Ve o yaftanın altında herkesi tek tip olarak düşünüyorlar. Oysa, hiçbirimiz tek tip değiliz ki. Hepimizin ayrı bir hikayesi, serüveni var.
>> (biz herkese -çı -çi -çu -çü takmayı severiz. örnek, "ulusalcı", "cumhuriyetçi", "laikçi". ama iş hocaefendiye gelince değişir. onun adını münezzeh tutmalıyız. hepimiz farklı insanlar görünümündeyiz ki geniş kitlelere yayılalım. bize böyle adlandırmalar verince olmuyor ama. inandırıcılığımızı ve yayılmayacılığımız kaybediyoruz)
- Hayır. Ben "cemaat gazetesi" tarzındaki bir değerlendirmeyi hazırlopçuluk olarak görüyorum. Ve haksızlık. Zaten geri bir tabir, soğuk savaş yıllarından kalma gibi. Cemaat gazetesi yapmak kolaydır, haber merkezine bile ihtiyaç yoktur. Bir propaganda gazetesidir. Ben o açıdan Cumhuriyet"i bir cemaat gazetesi olarak nitelendirebilirim, bizim gazeteyi değil. AK Parti araştırma yapmış, en fazla okunan bizim gazete çıkmış. Deniz Baykal"la röportaj yapıyordum, Kemal Derviş geldi, Baykal, "Gel, senin en sevdiğin gazetenin yayın yönetmeni burada" dedi. Bu nasıl bir gazete ki hem AK Partililer okuyor hem de CHP"liler. Ben inanıyorum ki, bu ülke için kafa yoran herkes bu gazeteyi okuyor. Belki de en fazla askerler okuyorlardır, bilemem artık.
>> (amerikan stili. herkesle ilişki içinde olacaksın kardeş! yoksa birileri arkanızdan birşeyler yapar. hem biz dediğim gibi bir kısım kitleyi hedeflemiyoruz. kitlemiz yok demiyorum ama, kitlemiz var, ama hedefimiz daha geniş! amerikan stili efendim. şahin yüksekten uçar. gözüyle kestirir avını. diğer taraftan, bize cemaatçi diyen gazeteler bizce asıl cemaat gazeteleri. yine amerikan stili: en iyi yalan, tersinin aşikar olduğu durumlar hakkında verilen yalanlardır". amerika ya! hayat ya!)
amerikan destekçisi bir hükümet tarafından yönetilen bir ülkede ve üstüne üstlük ekseriyetle bu yönetimi destekleyen kişilerce "içmeyin" "haramdır" "filistinli çocuklara kurşun sıkıyorsunuz!" tarzı laflar söylenerek kötülenen içecek.
akıl sır ermiyor!
yüzlerce defadır bm tarafından filistin'de yaptıkları nedeniyle kınanması dahi amerika sayesinden engellenen bir israil. bunların herhalde 10 ya da 20 tanesi, g. w. bush'un devam eden yönetimi esnasında gerçekleşti ve sayı artabilir.
* ve amerikayla "ortak vizyon deklarasyonu" hazırlayan bir abdullah gül türkiyesi.
* ve israil'le hakkari'de özel tatbikat yapmayı hatta üs bile vermeyi görüşebilen bir türkiye (dış işleri duygusallığa gelmez, değil mi?)
* ve kürdistan konusunda -israil pek bir isteklidir bu konuda- kırmızı çizgiler çizip tükürükle silmeye çalışan bir türkiye.
coca cola israil'e yardım eder mi? eder. microsoft israil'e yardım eder mi? eder.
neden etmesinler? zayıf ekonomi, elde edilebilecek fırsatlar, dünyadaki yahudi toplulukları ve ellerindeki milyarca dolarlık sermaye'ye şirin görünmek...
bunlar anonim şirkettirler (corporate) ve anonim şirketlerin tek içsel gayesi vardır: şirket ortaklarına en yüksek kazancı sağlamak.
bu, bugün israil'e yardım etmek olur. ama kim bilir? yarın yahudi'ler sermayesiz kalırlar ve, diyelim ki, dünya'nın en büyük sermaye grupları türk ailelerce yönetile gelir. o zaman da coca cola gelir türkiye'ye yardım eder!
(ha bu arada, bir koşul daha var ki, o da bu ailelerin anavatanı kutsal bir varlık olarak görmeleri)
gerçekten, neden olmasın?
şaka maka, hepimiz ucundan k.enarından israil'e yardım ediyoruz. vallahi. yediğimiz domatesin tohumundan, belki de arpanın, mısırın tohumuna kadar...
yahu, teknoloji üretiyor adamlar, en sofistike silahları üretiyorlar, en kaliteli ve verimli tohumları üretiyorlar
gelmiş bir de israil şeytan - ona yardım eden şirketler de diyoruz. yahu biz neyiz?
biz işimizi iyi yapalım, doğru yapalım. beğenmediğimiz israil'in iyi yönlerini alalım diyen yok. laf laf laf.
medrese açsak daha iyi ama değil mi? öğret dogmaları, boşver gerisini. biz bize yeteriz*.
lakin türk aydınlarının tee* osmanlı zamanından beri içine girdikleri "halktan kopuş" ve "tek adam oluş" çıkmazlarına girerek biraz* harcamıştır kendisini.
hakkında sabetayist olduğu yönünde iddialar vardır. bu iddialar karalama amaçlıdır; başka bir yöne çekilemez. inançlar yahut inançsızlıklar yüzünden eleştirmeye kimsenin hakkı kalmamalıdır, --özellikle de 2006 yılında kendisini reddeden bir cumhuriyetin mutlu vatandaşları için .
(kısa pantolondan* sonraki uzun ve büyük ihtimalle de devrik* cümle genel bir eleştiridir, yalnızca barındığı başlıktaki muhterem şahsa yönelik değildir, onu da kapsar, ama sadece onu içermez*)
sevmez saygısızlığı**. "havası" vardır, "senli benli" olamaz. daha doğrusu, olmayı pek istemez. o, kendisince, tamına ermiştir --"ben" olmuştur. sürekli yazar, aynı anda 30 iş yürütebilir. fransız liselerinin birinde -gs değil- eğitim görmüş olmasından mütevellit, fransız kültüründen ve kaçınılmaz olarak da edebiyatından pek bir etkilenmiştir, devrikliğe aşkı da -büyük bir ihtimalle- oradan gelmektedir.
şiirlerine laf olmaz, genel olarak eleştirileri* de güzeldir.
islamî ayetleri / hadisleri kullanmayı ve kullananları pek sevmesek* de, orda da* temalanmış bir uzak doğu söylemi vardır -ki batur'a ne yazık ki pek bir yakışır:
"Bilginle kibirlenme, fakat onu bilgililerle de cahillerle de sına. iyi söylem bakır taşından daha değerlidir, fakat değirmenlerde çalışan kadın kölelerin sahibinde kendini bulur." (1)
Sözümüzde durmak adına, uzak doğudan, islam'da da yer alan bir söylem getirmek i-lazım gelir:
"Yetenekleri hakkında kibirlenen / kendine çok güvenen kişi, elbette ki başarısız olacaktır" (2)
(1: Ptahhotpe, The Maxims, I* - öyle güncel birşey değil. Mısırlı bir feylezof olan Ptahhotpe, isa'dan ikibinküsür sene evvel yaşamış. ruhu şad olsun)
(2: Çin Atasözü)
*
öncelikle 532'li hat ilk çıkan faturalı hatlardandır.*.
bu da ilk cep telefonu kullanan furyadan olunduğu anlamını taşır.
faturalı hat demek sabit, düzenli bi gelir olması anlamına gelmektedir. turkcell'in abuk sabuk, sürekli geçiren tarifeleri de düşünülünce doğru bi önermede bulunduğum konusunda kendi kendimi gazlamaktayımdır. **
yazarların ekseriyetinin müzdarip oldukları hal. bu halde, tam anlamıyla bir boşalma olmasa da, yüksek bir ego tatmini meydana gelir. ardından da buna ego orgazmı denir ama dillendirilmez.
anlaşılmaz, bu yazma güdüsü nerden gelir. anlaşılmaz, bu sürekli metinsel ilişkiler içinde bulunmak, özel tanımlar yapmak, hikayeler yazmak ne zevk verir insana.
edebi bir değeri olmayan, sanat olarak ifade edilemeyecek kadar basit olan bu harflerin yanyana gelmiş hali, onu yanyana getirene nasıl bir haz yaşatır.
ama yaşatıyor işte: binlercesi, milyonlarcası... yaşatıyor ki bu kadar insan var. yaşatıyor ki bu kadar insan bunun peşinde.
"kuzum deli misiniz?" diyerek bağırası geliyor insanın... ama neye yarar? deliyiz işte. o kadar aşikar ki...
45 karakterin azizliğine uğramış, ama açmak için delirdiğim için bu şekilde ilginize sunulan başlıktır:
"kim bu diye tıklanan ismin mutlaka futbolcu çıkması"
futbolla pek ilgilenmeyen okur-yazarların makus talihidir.
her defasında bir ümitle kesin ressam, yazardır bi bakayım diye içi açılan başlığın futbolcu olması durumudur.
ilginçtir.
en orijinal ve en yaratıcı soruların sorulduğu, hocanın da doğal olarak, "ben sizin bilginizi değil, zekânızı ölçüyorum bu sınavla" dediği sınavlardır genellikle. "işte, bir o kitaptan, bir bu kitaptan alır iki soruyu yaparım. bulmaca gibi" şeklinde düşüncelere gark etse de insanı; zaman geçtikçe, özellikle de sınavın ilk onbeş dakikasından sonra, anya'nın konya'dan çok daha bambaşka bir yer olduğu ortaya çıkar.
ilk buluşmalarında öpüşmeyen, ikinci buluşmalarında öpüşen ama elletmeyen, üçüncü buluşmalarında öpüşen, ellettiren, ama ellemeyen... tarzında devam eden kızlar.
sanki bu bir namus göstergesi... kendilerince öyle, lakin teşbihte hata olmaz; profesyonel hayat kadınları gibi davranır bunlar.
seviyeler koyarak - seviye aşilarak abaküs oynanır, half life oynanır. ama sevgiliyle oynanmaz. aşık olunmaz.
insanı hayretlere düşüren kreasyondur. arkada yürüyen kara çarşaflı zatı muhterem de konsepti tamamlayıcı unsurdur.
özellikle yaz günü bu kıyafetlerle hem kendilerine dünyayı dar eden hem de estetik kaygı taşıyanları ifrit eden insanların bayıldığı beşli nesne grubudur.
"ibadet" ve "kişisel inanç" kisvesi altında saçmalamaktır.
adeta boyut değiştirmiş gibilerdir. üç rakamlı tarihlerden kalmışlardır. kişisel özgürlük, hak, hukuk ve adalet kavramlarını tekrar sorgulama nedenidir.
efendim yakılası, recmlere gelesi kuştur bu.
hazıra alışmıştır. uçarken sıçmak rahatlığı, tembelliği simgelemektedir. bi kere sen dur ne sıçıyosun. görev dağılımı diye bi şey var. uçarken sıçması gereken titri olan bi kuş zaten var. o da talih kuşu..
dünyanın bugünkü haline evrilmesine sebep olan da bu bahsi geçen kuştur zaten. sermayesi olsa bi de kullanabilse hepten yandık.
(bkz: her boku kapitalizme bağlamak)