bu sene, gazete sayfalarında boy boy reklamlarına şahit olabileceğimiz, pegem'in -her sikime son baskı mührünü vurarak- çıkarabileceği kitaptır.
(bkz: yakında kitapçılarda)
türkçe karakterlerin azizliğine uğramış haliyle "disari cikalim içeride çok sikiliyorum" olan sevgili mesajı.
mesaj her iki anlamda da oldukça ironiktir.
ne taraftan bakarsan bak, haklı bir serzeniştir.
edit: vallahi bu karakter azizliği yüzünden çok canım yandı. bu konuda kamoyu oluşturmak istedim gecenin halvetiyle. zira fallik nesnesini alan saldırdı lan başlığa.
koltukların darlığından mıdır, dolmuş milletinin rahatlığından mıdır bilinmez, insanın içini hoplatan bir durumdur.
kesinlikle sapıklık filan değil. bu bir hoşnutluk, bir sıcaklık, bir temas ve tahrik olma durumudur.
işiniz acele, dolmuşa binip, arkadaki dörtlü koltukta yerinizi alıyorsunuz. siyah saçlı, eldivenli, minton marka mp3'ü ile tiki bir kız, rahat rehavet içinde gelip yanınıza oturuyor. ama öyle bir oturuyor ki, diğer tarafında oturan bayana yanaşmayıp bana yapışıp kalıyor. yani basenlerimizin arasından hava geçmiyor.
bıyıklı şoför amca durumu fark etmiş olmalı ki, manevra yapıp içinden "hadi olum bu da sana kıyağım olsun" der gibi. araba her sallandığında, bizim bir tarafımız, yapışık iki bina gibi giriyor birbirine.
buz gibi havada, üşümüş bacaklarımız yapışık giderken sımsıcak oluyor. öyle bir ısınıyor ki, kızın elinden gelse diğer tarafını dönecek. doğrusu çok merak ediyorum, o kız gerçekten hiç mi tahrik olmadı?
ben de mi sapıklık? eğer değerli uludağ sözlük hanımefendileri varsa aranızda, onlar da hissetmiştir mutlaka. belki cevap verirler. ne yalan söyliyeyim, feci etkilendim. yumuşacıktı ve davetkardı. o sırada gelen mesajdan hiçbir şey anlamadım. kaç kere okudum bilmiyorum ama, dikkatimi bir türlü toplayamadım.
işin ilginç yanı, paşa'da kızın diğer tarafındaki hatun indiği halde bizimki hala bana yapışık. hiç kıpırdayıp da boş koltuğa doğru biraz kaykılayım derdine düşmedi. son demine kadar yanımda durdu. sonunda beraber indik. inanın kızın yüzüne bakmaya utandım. topuklayıp oracıktan uzaklaştım.
insanların yazarlığını onaylarken nasıl kriterlere baktıklarına anlam veremediğim oluşum. zira bekleyenlerin gerçekten işi zor. sanırım bu badireyi atlatmak için, yorumlardan uzak durup köşe bucak yazılamış tanımların altını doldurmak gerekiyor. fakat şunu biliyorum, gerçekten yazar alma noktasında oldukça basiretsizler.
An itibariyle 225 bin lirayı alarak daha önce kazanılmış miktari egale ettiler. onlar adına çok sevindim. bu yarışmanın insanları ümitlendirip, sona kadar getirip eli boş göndermesi beni hep sinir etti. helalı hoş olsun ikisine de.
iyi yazarların, kaliteli yayınevleriyle çalıştığını düşününce çok mantıklı bir tercihtir.
zira bazı kitaplar, bazı yayınevleri tarafından çok iğrenç bir şekilde türkçe'ye çevriliyor. bu yönetmene göre film seçmek gibi bir şey. iyi yönetmen, iyi oyuncu ile çalışır. iyi yazar, iyi yayıneviyle çalışır.
bu biraz da, eşin dostun onayını alma merakıdır.
"yok, canım ben ergenmiyim, ne onayından bahsediyorsun, kime ne" diye feveran edip yazıyı terketmeyin lütfen, okuyunca birçoğumuzda hasıl olan o alt metine katılacağınızdan eminim.
şöyle ki;
elinin sıcaklığını hissettiğimiz, saçlarını gözlerimizle okşadığımız, gözlerine kocaman kelimelerle dokunduğumuz, teninin üzerinde dalgasız denizde uzanır gibi uzandığımız, dudaklarına en ağır yüklemlerle yüklendiğimiz insanı titizlikle seçeriz.
seçtiğimiz bu insanın bizi temsil ettiğini; çevremize uygun, nerde ne konuştuğunu bilen birisi olduğunu düşünürüz. böylece onu da, korkmadan, kasmadan, kısmadan arkadaş ortamlarımıza dahil eder, mantıklı konuştuğunda onunla gurur duyar, yuvarlak masalarda bir "sör" sandalyesi de onun için ayırırız.
bütün bunlar, bir bakıma içinde olduğun çevreyi gözetmek ve onları da düşünerek hareket etmek ve bir takım onaylarla kendimizi rahatlatmakla ilgili.
olay, kızın onaylanması gibi gözükürken alt metinde insanın kendisini onaylatması yatar. onun takdir görmesi, sizin gururunuzu okşar.
tabi ilişkiler her zaman öyle gelişmez, bazen bir şekilde tanışıyor, hiç de kriterlerinize uygun olmayan birinin kucağında (iki eliyle sarılmak anlamında) buluyorsunuz kendinizi. arkadaş ortamında bir duruşunuz, bir ağırlığınız var fakat bu kız size hiç uygun değil. çıktığınız kişiyi arkadaş ortamına soktuğunuz da sizi utandırabilecek biri ve bu yüzden onu kendi ortamınıza sokmaktan çekiniyorsunuz. çünkü o kız, sizi temsil etmiyor. bir nevi ondan utanıyorsunuz. elbette bu uzun süreli bir ilişki olmaz, olamaz da.
demem şu ki, ne olursa olsun hepimizin içinde, başkalarına beraber olduğumuz insanı bir şekilde beğendirme, onaylatma çabası oluyor. bunu eveleneceğiniz kızı, anneye, babaya ya da yengeye kabul ettirme çabası gibi düşünün. buna ister ego tatmini ister zayıflık deyin, kaçınılmaz bir gerçek.
Mardin'de 13 yaşındaki kız çocuğuna kentin önde gelen devlet görevlilerinden 26'sı tecavüz etmiş. ve hakim tecavüzcüleri iyi hallerinden dolayı serbest bırakmış. inanılır gibi değil!
masturbasyon yaparken babaya yakalanmak kadar kötüdür. tabi bu durumda, her ikisi için de birbirinin açtığı başlıkları ve entryleri didiklemek farz olur.
sonrasında, "vay baba sen neymişsin be!" gibi tepki verme durumu olabilir.
düşünsenize,
çocuğun açtığı başlığın altına, babanın, "ananı sikeyim" diye entry girdiğini.
sanırım bu durumda küfür olmaz di mi?
içinde, "amanin üç koyun" ve 5 tane de ot tanesinin olacağı resimdir.
neden üç, beş diye sormayın. derin anlamları vardır onun nezdinde, biz o kadar inemeyiz onun dünyasına.
çünkü kibritçi kız gerçek hayatın yüzünü somut ve net bir dille bize gösterir. o yüzden daha harbidir.
yapaylığa kaçıp insanları kandırmaz. ama diğerleri bir ütopyadan bahseder.
sürekli saldırgan ve sesli bir şekilde konuşan;
karşılarındakini hiçbir şekilde dinlemeyen;
bağırdıklarında insanların kendilerini daha çok anlayacaklarını zanneden;
bir gün de güzel bir şeyden bahsetmeyen;
insanın ruhunu karartan;
emekliye, dula, tüyü bitmemiş yetime, öksüze, öküze, gençlere, kötü örnek olan;
Her ne kadar vekaleten orada bulunsalar bile, yüzleri, renkleri, boyları, posları, dudu dudu dilleri, fıkır fıkır sesleri dönem dönem değişse bile,
gözümüze her şeyleri ile aynı -tek tip- gözüken;
bir papağandan farkları olmayan vekillerdir.
Müsadenizle, "bababacık! Babacık!"
efendim naçizane ben, 1998'de interneti kullanmaya başladım. o yüzden parmaklarım pek alışıktır kelimelere.
O zamandan bu zamana çok şey değişti tabi. Yazıyı sonuna kadar okursanız -o dönemi bilenler özellikle- hak vereceksiniz bana.
ilk başlarda bir sitenin açılması neredeyse 20 dakika sürüyordu. Ve birçok ilde hemen hemen tek bir internet kafe vardı. Mecburen gidip bir de orada sıra bekliyordun. Hadi sıra geldi, sitenin açılmasını bekle bu sefer de.
Derken, cafe sahibi yanınıza yanaşıp;
"koçum, çok bakındın. arkadaş sırada bekliyor, biraz da o bakınsın. hadi yavaşça bırak elindeki klavyeyi" dedikten sonra, iyice halvet olup boşalamayan talihsiz adam gibi boynunu büküp çıkıyordun mekandan.
Efendim tabi o zamanlar tanımadığın, görmediğin birileriyle konuşmak müthiş gizemliydi. Tanıştığınız kişiyi her an nette yakalamak ne mümkün. iş haftalarca beklediğin maile kalıyordu. Mailler mektuplar gibi uzun uzun yazılıyordu o bakımdan farklı bir önemi vardı. Haftada bir girer, "bana mail göndermiş mi, uzun uzun yazmış mı?" diye merakla dalardık sayfaların arasına. Ne yapacaksın, o zamanlar herkeste cep telefonu yok. Ev telefonu da vermek cesaret ister. Feysbuk da daha icat edimemişti ki, adını soyadını öğrendiğinde ona ulaşmak kolay olsun. Sizi bilmem ama bu tatlı engeller sanal ilişkiyi bile tatlı kılıyordu.
Mesela yeni biriyle tanıştığınızda fotoğraf göndermek için ayrıca scanner bulmak gerekiyordu. Boru değil tabi "scanner" bu, öyle her kafede yok. Bulunsa da çok pahalı. Diyelim ki kıydınınız parya. Sonra adınız, "öğrenim parasını scannere verip, bir ay aç gezen sefil öğrenci" diye yazılırdı dövizlere.
Gel gelelim o zamanların internet aşklarına. Kesinlikle şimdiye göre kaliteli ve daha güvenliydi. Ayrı bir gizemi vardı. insanlar bu sanal meredin hilelerini, zaaflarını daha keşfetmemişlerdi. O yüzden internet aşkının tadi bambaşkaydı. Ayrıca, gerçekten merak uyandırdığı için, insalar çok daha faydalı işler için giriyorlardı. Mesela ben tesadüfen bulduğum siteleri not ederdim bir yere. Ta ki bir gün "google" amcayı keşfedene kadar.
şimdi mi, bahsetmeye gerek yok. çivisi çıkmış; kız arkadaşını nasıl becerdiğini kaydedip ego tatmini yaşayan ergenlerin oyuncağı oldu.
Sema Keçik'in ruh verdiği karakter. Zira adına başlık açılmasını kesinlikle hak ediyor.
Ayrıca bu rol, Daye Hatun'un giydiği libaslar gibi oturmuş Sema Keçik'e. Gerçekten çok başarılı canlandırıyor.
Müthiş bir seçim.
kronolojik sıralamaya göre;
askerlik yapmış, sandalyeye oturduğunda ayağı yere değen, penisini artık iki parmağıyla değil de avucuyla tutabilen, 30'una yaklaşmış, iş sahibi bir insan kişisine çevresinden gelen tavsiyedir.
tabi bu tavsiyeler sağ kulaktan girer, endoplazmik retikulumdan geçer, östaki borusundan acilen dışarı atılır.
tavsiyeye verilebilecek en güzel cevap da; 'hangi annenin sütü haramdır ki evladına?' olmalıdır.
zira adam ya da kadın, eşek kadar olduktan sonra o sütü emdikten sonra; hırsız, katil, orospu olsa belki tavsiye mantıklı olabilirdi.
bunca insan evlenmiş, hepsi de kendine göre helal süt emmiş biriyle, peki bu haram sütü kim emmiş olabilir?
hani üç arkadaş tarlada karpuzu bulurlar. doyunca kalan kısımları da atıp üstüne işerler.
sonra akşam vakti canları çekince, "buna deymiş, buna deymemiş; deymiş, deymemiş!" diye diye tüm karpuzu kabukları ile birlikte yerler ya sizin helal süt emme hikayesi de tıpkı karpuz hikayesine dönmüş.
bir kadını "kadın" olarak gösteren iki önemli bileşendir.
etek kadının kalçalarını süslerken, topuklu ayakkabılar da bu süsü bir deniz dalgası gibi dalgalandırır.
doğrusu bir kadını böyle görünce, gözlerim seyiriyor desem yalan olmaz.
etek ve topuklu ayakkabının fantezilerde de çok karşımıza çıkması, bundandır.
sizi bilmem ama, kesinlikle önemli bir görüşmeye gidileceği zaman bu iki bileşenden asla vazgeçmeyin derim.
-Beyefendi biraz ileri gider misin?
-Teyzeciğim daha nereye gidebilirim, o tarafta da adam var görmüyor musun?
-bana dayanacağınıza, adama dayanın isterseniz.
-ben adama dayanırım merak etmeyin, ama size dayanan olmamış ki pek bir huysuzsunuz. töbe töbe ya!
-ben bir kadınım, utanmıyor musunuz bu şekilde konuşmaya, bu kadar yakın durmaya.
-çok meraklı değilim teyze sana yakın durmaya. kadınsan kadınlığını bil! ondan da şüpheliyim ya!
-bir de teyze diyor ya, terbiyesiz cık cık cık!
-ne viyaklıyıp duruyorsunuz, gören de sizi taciz ettiğimi sanacak.
-ediyorsunuz tabi.
-pörsümüş patates gibi duran bedeninize çok meraklı değilim.
-aa terbiyesize bak. deli mi ne. kaptan, kapıları açar mısınız. hanzolarla dolmuş şehir ya rebbim...
efendim alınan onlarca artı oya rağmen verilen 1-2 iğrenç oyla karmanın eksiye düşmesi durumudur.
ilginçtir bu durumda, karma 3 ileri giderken 5 geri gelebiliyor.
diyorum ki, zall, karma hesabını, daha önceki oy hesaplama tecrübesine ve de üstün matematik bilgisine güvendiği devlet bahçeli'ye yaptırıyor olmasın. Devlet Bahçeli'nin hesabına göre;
10 entryin her birinden 6 artı oy almış yazar. bu eder sana 24 oy.
3 entryden de 2 eksi oy almış. bu da eder sana 41 oy.
o zaman 24 ten 41 çıkarsa bu adamın karması vektörel olarak yer çekimine doğru olur.
evet evet, tam olarak böyle oluyor sanırım. yoksa durduk yere o kadar artı oya rağmen neden karma eksiye düşsün ki!
karakter, hem dizi için rol yapar,
hem de seyircinin bildiği ama karşısındaki karakterin bilmediği durum için rol yapar.
bu durumlarda biz keklenen/kanan karakteri uyarma çabası içerisine gireriz.
başlığa en iyi örnek için (bkz: öyle bir geçer zaman ki caroline).
o ne sinsi bakıştır öyle!
"oğlum Ali, caroline sana sarıldığında gevrek gevrek -bir cadı gibi- gülüyor, haberin olsun" demek istiyor insan.
neye göre seçildiğini bilmiyorum ama genel olarak güzel, özenerek yazılan ve her defasında da benim tarafımdan artılanan entrydir.
nedense hiç kendi entryme rastlamadım. benimkine rastlayan varsa lütfen biri söylesin. kompleks yapacağım yoksa.