kafamın güzel olduğu bir gün bir yerde okudum.
daha sonra bir arkadaş fight club repliği demişti. mantıklı geldi. ama ben hatırlamıyorum, kontrol de etmedim. ilk kim söylemiştir bilmiyorum yani
yalnız sarstı bu söz beni. hep bir umut dünyası. beklentiler, hayaller.
yaşamak için başka çare de yok sanki.
umut edeceğiz, hayal kuracağız; hiç biri de gerçekleşmeyecek, yumruk yemiş gibi serileceğiz yere.
belki de kavuşursun hayallerine. muzaffer olursun kürsüye çıkıp şampanya patlatırsın. sonra yeni umutlar yeni hayaller.
zirveye çıkıp şampanya patlattıktan sonra kafama sıkıp ölmek istiyorum ben.
geçen gün caddede bir grup insan toplanmış eylem yapıyordu. üzerilerindeki sarı yelekte bilmem ne sendikası işçileri (affedin hatırlamadım) yazıyordu. tembel gözlerimle ve çatık kaşlarımla ne olup bittiğini çözene kadar, standın arkasında oturan genç bir adam "gel abi sen de bir imza at destek ol" dedi. "destek benim göbek adım" diyerek tekrar martı şeklini alan kaşlarımla standa doğru yöneldim. imza atmadan önce "hayırdır ne eylemi bu" diye sordum. umursuyormuş gibi yaparak sevap point almak istiyordum aslında. bir deri fabrikasından kovulan işçilerin şanlı direnişiymiş. Toplanan imzaları çalışma bakanlığına göndererek sonuç almak istiyorlarmış. "Hayırlısı neyse o olsun" dedim.
adı soyadı, meslek ve imza kutucuğu vardı. Meslek kısmına, işçi, emekçi, işçi emeklisi gibi meslekler yazılmıştı. gözlerim bir ressam, bir avukat, bir doktor ne biliyim en azından bir dişçi aradı. o an bi aydınlanma geldi gibi oldu. bunun bir anlamı olmalıydı sanki. o an bir devinim yaşamalıymışım gibi hissettim. ama konuyu hangi açıdan ele alacağımı bilemediğim için yemeği fazla kaçırdığıma kanaat getirdim. meslek kısmına 'mühendis!' yazdım. ne mühendisi diye sormayın. çok genel mühendis. her boku yapabilmeye mücehhez bir ünvan. sonuna ünlem işareti de koydum ki tokat gibi çarpsın bu imza. tabi o imzaları tek tek kontrol edecek zavallı biri varsa.
eylem bilindik bir havada geçmiyordu. Sıkıcılık hat safhadaydı. Sol cenahın eylemlerini daha renkli bulmuştum her zaman. Kızlı erkekli gençler, yaratıcı sloganlar ve tabi ki artık yurdumuza malolmuş çavbella türküsü. Hadi her şeyi geçtim hiçbir bayanın eyleme katılmamış olması bende tam bir hayal kırıklığı yaratmıştı. böyle de lanet bir semtte yaşıyorum işte. "neyse gençler çoh gürültü yapmayın" dedim ve ayrıldım aralarından. Arkamdan "ne diyor lan bu kamil" seslerine aldırış etmeden.
işçi eylemleri götüm gibi...
kafanızın içinde maymunlar seks yapıyorsa, bir şişe için ve hayata geri dönün.
(bkz: yaptım oldu)
adını unuttum ama benimkinin tadı da güzeldi. şuruplar bile eskisi gibi değil...
rus gizli servisinin 3 çeçeni daha öldürdüğü olay olmuştur. "daha" diyorum çünkü zeytinburnu'lular bilir. daha önce de yabancı uyruklu ve/veya çeçenistanın bağımsızlık mücadelesinde orada savaşmış türk mücahitler, bu şekilde defalarca katledildi. bundan önceki hükümet, özellikle mesut yılmaz bu olayların üzerini hiç olmamış gibi kapattılar. şimdiki hükümet de bu olayları görmezden geliyor. adamlar ellerini kollarını sallaya sallaya adam öldürüp gidiyor... yazıklar olsun lan!!!...
sabah ekmek almak için bakkala çıktım. bizim bakkalcıdan da pis kıllanıyorum gizli işler çeviriyor pezevenk. ne sorsam yok; ekmek yok, sigara yok, veresiye yok, bozuk para yok. ne var lan it!. neyse dedim caddedeki markete yürüyeyim, hem gazete de alırım. gazetecide de gazetelerin ekleri hiç olmaz ya. neyse ona hiç girmeyeceğim. caddede yol çalışması var. girdim markete aldım gazetemi ekmeğimi. geniş geniş, sallana sallana yürüyorum. 20 yaşlarında şişman bir çocuk yaklaştı yanıma, "mecidiyeköy otobüsü burdan geçiyor mu?" diye sordu. "yok birader görmüyor musun yol çalışması var" dedim. sabri sarıoğlu gibi kafasını kaşıdı, sağına soluna baktı:
"nereden geçiyor peki?"
"bu caddeden dümdüz yürü, üç yüz metre sonra yolun bittiği yerden geçiyor"
"buradan geçmiyor mu?"
şöyle bir suratına baktım. sakin tavrımı koruyarak cevap verdim: "iki yüz, üç yüz metre yürüyeceksin, çok değil" dedim. "başka nasıl gidebilirim" dedi. şişman çocuk iki adım yürümemek için bütün kombinasyonları zorluyordu. "koşarak gidersin" dedim. tamam sağol diyecekken devam ettim, "hem şişmansın hem tembel, biraz yürüsene. üç yüz metre diyorum, bak ben her sabah ekmek almak için bile iki yüz metre yürüyorum, şişman!" sağ elini kaldırarak "tamam abi sağol" dedi. gitmeye niyetlendi ama benim bırakmaya niyetim yoktu. "hayır, ne olsun istiyorsun onu anlamadım. uzak değil diyorum arakadaşım gel beraber yürüyelim istersen, de millet yanlış anlar" gevrek gevrek güldü "tamam abi sağol" dedi. "bakıyorum buradan görücem yürüdüğünü" dedim giderken. yine güldü şişman...
iki günlük istirahattan sonra, enerjiyle donanmış ilkokul çocukları gibi sek sek sekerek yürüyordum sokakta. bir de charles chaplin gibi zıplayarak topuklarımı birbirine vurduruyorum ki sorma. ocak ayıymış, hava soğukmuş, 1,89'dan 1,90 boyumla komik görünüyormuşum, umrumda değil.
havanın kararmasıyla birlikte insanlar her zamanki aceleci tavırlarıyla bir an önce evlerine gitmenin peşindeler. yorgunluktan omuzları çökmüş, kaldırım taşlarını sayarak ilerleyen insanlar görüyorum. böyle insanları gördükçe omuzlarından tutup ileri geri sarsmak, ağzımla gargara yaptığım suyu suratlarına fışkırtmak istiyorum(soğuk havada hayli etkili olurdu), ne biliyim bir avuç leblebi çiğneyip çiğneyip suratlarına karşı yusssuffff!! diye bağırmak istiyorum, recep ivedik gibi "bu ne dingil hayat bu ne boktan yaşam tarzı" demek istiyorum onlara. ama aaahh!! işte... medeniyet.
biraz ilerledikten sonra, aynı caddede genç bir kız gözüme ilişiyor. o da ne? genç kız, iki maganda tarafından taciz ediliyor. gözlerime inanamıyorum, zeytinburnu gibi nezih bir ilçede nasıl böyle bir olay olur, tenha bir sokak bulamadınız mı hayvanlar. sağa bakıyorum sola bakıyorum insanlar caddeden geçiyor ama kimse oralı bile olmuyor. ortamdaki bütün oksijeni çekerek bir aaaahhhh!! daha çekiyorum. 32 dişinde çıkmış ama afilli bir ucube, tam bir gudubet olmuşsun medeniyet, allah belanı versin diyorum.
birikmiş enerjimin verdiği öz güvenle birlikte bu çirkin olaya kayıtsız kalmıyorum tabiatıyla. sen kimsin? sorunsalını geçtikten sonra, dandik tarkan'ın asil kurtu gibi zıplıyorum magandaların üzerine. melodik bir kavga ambiyansıyla tam bir keşmekeşin içinde buluyorum kendimi. insanların da araya girmesiyle, klasik sokak kavgaları gibi sadece 45 saniye sürüyor bu kargaşa. korkak sokak köpekleri gibi kuyruklarını sıkıştırıp kaçan magandaların arkasından bakarken, suratımdaki ifade ve hareketlerim usta oyuncu polat alemdar özellikleri alıyor. o kadar yavaş hareket ediyorum ki, arkamı dönene kadar kurtardığım kız gitmiş oluyor. bir teşekkür öpücüğü alamadan kaçırıyorum. tamam, beni kandırdın bir kahve içeriz o zaman demek istiyordum, tüh.
ortamdaki kalabalık daha dağılmamışken karın boşluğumda bir sızı hissediyorum. o da ne? bıçaklanmışım!. demekki ondan kaçmamışlar diye düşünüyorum. sokak ortasında ağlamayıp eve gidince ağlayan çocuklar gibi hissediyorum kendimi. kanı görüp tedirgin olmama rağmen metanetimden taviz vermiyorum. akan kanın durmadığını gören kalender bir yabancı bayılmak üzereyken beni zorla arabasına alıyor. arabanın arka koltuğuna bindiğimde, kendimden ziyade arabanın koltuklarını kan yapmamayı düşünüyor, onun için özen gösteriyorum. fukaranın kaygısı iç burksa da, manen borçlu olma kaygısı beni daha çok rahatsız ediyor.
bütün enerjim, hayatım, karın boşluğumdan sıcak sıcak akıp gidiyor. vücut ısımın yavaş yavaş düştüğünü hissediyorum. eğreti oturduğum koltukta son demlerimi yaşadığımı düşünerek, dandirik powerpoint'te hazırlanmış slayt show gibi kendi kendime kısa film gösterisi yapıyorum. ondan öncesini hatırlamadığım için, topu topu on üç yıl, hemen bitiveriyor. öleceğime kesin gözüyle bakıyorum. kedi olma ihtimalimi bile ihtimaller dahiline katarsam akşam trafiğinde hastaneye gidene kadar 9 defa ölürüm diye düşünüyorum, o derece. bir taraftan beni canhıraş hastahaneye götürmeye çalışan yabancıya o kadar üzülüyorum ki, onu da daha fazla kaygılandırmamak için konuşmaya, onu sakinleştirmeye çalışıyorum, öyle ki "ölürsem kabrime gelme istemem" türküsünü söylemeye başlıyorum bir anda ve en son adamın güldüğünü duyuyorum sadece...
4000 yıllık uykudan uyanmış mumya gibi yavaş yavaş açıyorum gözlerimi, bulanık ve bembeyaz bir ışık görüyorum. içimden "allah'ım biliyordum, biliyordum cennete düşeceğimi" diye haykırarak seviniyorum. "iyi adamdım ben be!" diye düşünüyorum tekrar. o kadar sevindirik oluyorum ki, tarif edilmez bir mutluluk kaplıyor tüm bünyemi. sonra bir sima beliriyor gözümün önünde, yine bulanık. "huriler beklediğim gibi değilmiş" diye düşünüyorum... ve o ses, o ses beni yıkıyor. hiç beklemediğim her şeyin içine sıçan o ses: "kendine geldi galiba" (bu arada hemşire baya çirkinmiş)
insan yaşadığı için üzülür mü? cennetin direğinden dönmüşüm bee!. her şeyin üzerine canımdan çok sevdiğim kuzenim nikolov girdi kapıdan. "naber lan işe yaramaz, gazi mi oldun?" dedi daha ilk görüşte. aklınca espri yapıp hiç bir şey olmamış gibi davranıyor. üzüldüğü gözlerinden okusam da onu fazla umursamadığım için hasta olmanın avantajını kullanarak hiç ses çıkarmıyorum. açıkçası bir taraftan da şaşırıyorum benim yanımda refakatçi kaldığı için, hiç onun huyu değildir, tam bir embesildir kendisi. sonra beni hastanaye getiren o iyilik timsali yabancıyı düşünmeye başladım. o olmasaydı ölmüş olurdum herhalde. bir kaç milyon dolar versem alır mı acaba?. en azından bir teşekkür etseydim. sonra nikolova döndüm "beni hastaneye getiren adam nerede?" diye sordum. "polisler arıyor" dedi. "polisler mi neden?" diye sordum. "böbreğini çalmış galiba"...
bir anda vücudumdaki bütün kan beynimde toplandı. yerimden kımıldayamayacak kadar yorgunken, olduğum yerde ellerim ve ayaklarımla çırpınmaya başladım. ellerimle karnımdaki yarayı kontrol ederken, bir yandan başımı kaldırıp bakmaya çalışıyordum. sonra nikolov tuttu başımdan "sakin ol yeğenim şaka yaptım". bütün öfkemi kusarcasına "allah belanı versin nikolov, sen nasıl bir ........" diye küfür silsilesi devam etti. benim bu kadar sinirlendiğimi gören hemşire, hemen yatıştırıcı bir iğne yaptı.... ooooh! sabahlar olmasın sonra, olduğum yerde dans ediyorum...
fukara işi. bir de 150kbps hızı görünce sevinilir.
süperonline fiber internet ile divx kalitesinde filmler canlı olarak elinizin altına. play tuşuna basıyorsunuz ve ileri sarıyorsunuz, o derece...
(bkz: beleş reklam)
özellikle futbol kulüplerindeki armalar birbirine çok benziyor. futbolun vatanı ingiltere'nin etikisinden midir bilinmez, bütün armalarda bir ingiliz havası var. bunları göz önünde bulunduracak olursak en başarılı arma galatasaray'ın arması gibi gözüküyor.
yanından zeytin dalı uzanan armalara da bir başka hastayım...
henry ford'dan, ahmet nazif zorluya kadar yığınla zenginin başarı hikayesi, işkembeden sallama ibretlik başarı hikayeleri sürekli anlatılır durur. tüyleriniz diken diken olur böyle okurken/dinlerken. vay anasını ben de yapabilirim, ben de zengin olurum lan dersiniz... nah olursunuz!.
uzun zamandır böyle bişey var. türk filmleri için yapılmış bir kıyak. dayatmalı da olsa korsanlar kendine göre bir racon geliştirdi; "türk usulü korsancılık". memurlarında payı var tabi. denetimleri gevşettiler onlarda, danışıklı dövüş yani.
yüce türk milletinin bir bireyi olarak, biz de üzerimize düşeni yapıyoruz. yabancı filmleri web'den izleyip, türk filmleri için manitayı da alıp sinemaya gidiyoruz. türk filmlerindeki gerilim eksikliği yiyişmek için iyi bir zemin hazırlamasa da, idare ediyoruz işte.
türk filmleri ve korsanlar birliği sağolsun! amen.
çin'de çocuklara isim koymak için uygulanan en yaygın yöntem: tencere, tava artık ne varsa havaya atarak yere düşerken çıkardığı ilk iki veya üç ses.
çan çi
çon çun
donk yiu (bu bakır)
tornkhu (plastik) (bkz: fakir piç)
teknolojiden korkan insan söylemi. karmaşık bir cihaz karşısında dikkat çeken ilk tuş (ki bu her zaman kırmızıdır) gösterilerek söylenir. basmadan önce sorar ki bozmasın.
(bkz: al kırdın kırdın)
cumhuriyet tarihinde ilk kez yapılacak miting. askerlik yapmış her birer astsubayların sorunlarını az çok bilir. buna göre mitingi desteklememek mümkün değil.
son zamanlarda başıma bela olmuş moderatör.
tamam geçerli nedenleri var silmek için anlıyorum, da burası devlet dairesi değil ki kardeşim* her entry'de sözlük manifestosunu açıp harfi harfine uygulayasın. biraz esnek olmalı burası, yani sözlük jargonuna uygun olduktan sonra ayrıntılara pek takılmadan yapılmalı silme işlemi. bunların dışında kendi ideolojilerine ters entry'leri bir kılıf uydurarak siliyorlarsa o zaman zaten y.yedik, söyleyecek bir şey yok...
canlandır butonundan da nefret ediyorum. tükürdüğünü yalamak gibi, yazacağımı yazmışım kardeşim neyini canlandırayım. sonra "(bu da tanım)" gibi saçmalıklar türüyor, silinmişse üstünde durmam siler giderim, ama insanın zoruna gidiyor...
soğuk savaş döneminde yapıcı bir ailenin 8'inci yavrusu olarak dünyaya geldi, 9'uncu kardeşte zaten ondan 46 saniye sonra dünyaya gelmişti. konumuz o değil, konumuz 8'inci yavru kamil zatenvar. tabii o zamanlar her yer yeşillik, savaşta var üstüne hava da soğuk, o yüzden ilk öğrenimini annesi külgül hanım verdi. havalar ısınınca o çevreye de okul yapılınca saldılar okula, öyle a,b - ilk dayak, kırmızı kuredele derken okulu zar zor bitirdi. kardeşleri; doktor, mühendis, global şirketlerin ceo'ları olurken, babası baktı bu okulu zor bitirdi biraz da geri zekalı, bunu da imam hatip'e gönderelim bari hoca olsun diyerek, verdiler imam hatip'e.
şimdi başbakan.
bazı yemekleri yanlış anlamanıza sebep verir, kuru fasülyeyi yıllarca kup kuru yedikten sonra aslında sulu bir yemek olduğunu anlarsınız.
en sevdiğiniz yemek makarna olu verir, çünkü hep onu yersiniz. peynirli makarna, sosisli makarna, balıklı makarna ve favorim spesyal* ketçaplı makarana. daha var aslında ama forrest gump* etkisi yaratmak istemiyorum...
ısrar sonucu sigara ısmarlattığınız arkadaşın kelime yaptığı an. karmaşık duygular yaşarsınız.
-sami sen bana bunları söylüyorsun ya, aldığın şu sigara paketini götüne sokmak geliyor içimden, ama param yok. iyi ki param yok senin ne kadar kansız olduğunu anladım... veya keşke param olsaydı da senin şu kelimelerini duymasaydım göt oğlanı...