ortalıkta kıyamete sebep olandır. doktora zam yapılmadığı için herkes ayaklanmış, hatta sendikalar eylem yapmış sağlıkçı maketi yakmıştır. herkes neden doktora zam olmadığını tartışırken.....
arkadaşlar yok. keşke böyle olsa. keşke insanlar "doktorlarımızı kaçırıyorsunuz" diye kızsalar devlete. ama yok, öyle değil. alınmayan zam yüzünden, alınmayan zammın eylemini yaptılar bugün. hatta doktor maketi yakanlar falan var.
bu böyle ne kadar devam eder bilmem. ama şu bilinsin. ZAM yok. bazı doktorların gelirleri birkaç yüz lira artabilir gerçekten. ama bazılarının. size bunu anlatacak değilim. benimki artmayacak mesela. bunu bilin.
yardımcı sağlık çalışanlarının da maaşlarını "artırmamak" için çalışmalar düzenleniyormuş sanırım. onlara 3 ay önce bir iyileştirme adı altında birkaç yüz lira vermişlerdi. hoş onu da alacak olanı varmış alamayacak olanı varmış. o zaman doktorlar nasıl ortalığı "yıkmadıysa" onların da şimdi ortalığı "yıkmaması" gerekirdi. bir "hiç" uğruna, bu saçma strese değmez. bunlar bize tek kuruşu reva görmez arkadaşlar.
bu topraklar, daha az insanın ayak bastığı topraklardı önceleri. caddelerden geçen insan sayısı belliydi. sokaktan geçen her insan, bir diğerinin ya kardeşi ya akrabası ya tanıdığıydı. kapılar gıcırdardı. yerdeki tahta döşemeler oynardı. bir iş için birçok akran-arkadaş toplanır örgütlenir, o işin üstesinden gelirdi. hava kararınca yorgunlukla eve geçer, bir arada çay içerken sabahki alın terinin o leziz çayını hep birlikte içerlerdi. hiçbir iş birkaç saatte bitmezdi ama, iş bitince de hep birlikte akşam yemeği yenir muhabbetler edilirdi.
birinin evi yansa, tüm mahalleli birlikte bir iki günde evi yeniden inşa ederlerdi.
dışarıda başına en ufak bir şey gelse, sokaktaki herkes arkadaştı tanıştı, yarı yolda kalmazdın, kalamazdın. işte öyle günlerdi eski günler: eşyalar eski olsa da evlerdeki kalabalık ve gürültü, huzurun ta kendisiydi. mutluluk, eşyaların üzerlerindeki marka isimleri değildi.
belki de o yüzdendir ki; bir evde en çok o eski meşe kapıları, o eski tahta döşemeleri arıyorum. bana göre huzur laminatta değil, avangart beyaz mobilya tarzında değil. eski evler en güzel evler, eski günler en güzel günlerdi...
yokluğunun efkarı öyle bir abanıyor ki bazen üzerime, içesim geliyor o zamanlar sofrayı kurup musikileri sıralayıp. ama bunu da seninle yapmak istiyorum. o müziklere seninle eşlik etmek, başım döndüğünde senin omzuna başımı koyup birkaç saniye orada gözlerimi kapatmanın keyfini yaşamak, içli içli eşlik ederken müzeyyen senar'a, edip akbayram'a, oğuz aksaç'a, senin gözlerinden akmayı istiyorum derin derin. bu nasıl sevgi, nasıl aşk, nasıl bir bağ böyle? sensizliği bile seninle yaşamak istiyorum. ey sevgili, ey sevgili, ey güzel sevgili... *
şu an samsunda olan bebektir. yazık yavrum babası alkolikmiş. çocuğa 3 gündür ne yemek ne su hiçbir şey vermemiş. çocuk evde, baba meyhanelerde - puşt. neyse, orospu babaanne en sonunda 112 ye haber vermiş çocuğun 3 gündür evde kimsesiz olduğunu. orospu diyorum çünkü çocuk hastaneye gelip saatlerce hastanede yatmasına rağmen ne aradı ne geldi. orospu anlayacağınız.
çocuk bezi temiz geldi hastanenin aciline. 3 gündür tek bir kez bile kaka yapmamış. beslenmemiş de. ağlamaktan canı çıkacak gibiydi, gördüğü herkese anne diyordu. barsakları tıkanmıştı, karnı kocaman olmuştu.
sevdik, başını okşadık, anne dedi, efendim yavrum dedik. barsağındaki gazı biraz hafiflettik. sarı yumuşacık saçlarını okşadık. ama yetmez tabii, o şerefsiz babanın ve orospu anneannenin, artık bilmiyorum anne öldü mü yoksa o da mı unuttu çocuğunu ama, bu çocuk bu insanların izlerini ömür boyu yaşayacaktı biz başını ne kadar okşasak, ne kadar yavrum desek de....
taşakları koparılasıca babadan hala haber yokken, biz kimsesizimizi sakinleştirip uyuttuk mineralini vitaminini tamamladık. bugün ölmeyecek ama, böyle anne babayla bu kız çocuğumuz, her gün gitgide ölecek.
bir de ona buna orospu dersiniz. orospu derken biraz daha düşünmek lazım. bu babaanne, bu baba bu lakabı hak ediyor. çünkü diğer onca insan orospu ise, bu insanlar için yerli yerinde bir kelime türkçede yok demektir.
bir insanın samimiyetle kendi görüşlerini belli ettiği bir durumda bir yazarın -200 karması olacak kadar eksi oy alması imkansız olacağından bu insanlar trolldür ve hakaretle küfürle fikir karmaşası yaratacaklarına seviyeleriyle görüş bildirip saygımızı koruyarak paylaşım yapmamıza neden olsa herkes, hiç fena olmayacağı için çok doğru bir uygulama olurdu.
globalleşen dünyanın toplaşan insanlarından bıkkınlıkla başlayan sitemdir bu duygusal insanın.
bir söz verdiğinde nedenli nedensiz sözünden dönmek hiç ayıp karşılanmıyor artık.
kimseye adam akıllı güvenemiyorsun. anında yarı yolda, hem de sırf keyfi bırakılabiliyorsun.
birkaç ay önce çok yakın iki arkadaşın küsmelerine tanık oldum. biri bir tepki vermiş diğeri onun tepkilerinden bıkmış bilmem ne biri yardımcı olmamış böyle şey olur muymuş bir de üstüne laf demiş falan filan abidikten şeyler. bu insanlar o günden beri de gerçekten hiç konuşmadılar. dün ikisinden de ayrı ayrı yardım istedim, aynı konuda. bakın olanlara:
önce birine gittim. dedim ki "derdim budur. sana da uyarsa cumartesi pazar nöbetlerimizi becayiş yapalım mı". "olmaz" dedi o kişi, uymaz bana dedi, gerekçesi ise şuydu: "cumartesi nöbet tutunca ertesi gün uyanmazsın ama pazar günü tutunca uyanırsın, istemem". zaten biz bu nöbetlerde gece 12den sonra horul horul uyuyoruz, istisnası yok. ama sabah uyanmanın derdine girmişti yine de. neyse dedim...
gerekçesi tamamen keyfiydi yani. benim nedenim onun hiç umurunda olmadı. halbuki tutulmadık bir nöbet değildi pazar nöbetleri. 1 yıldır ayda en az bir kez tuttuğu, alışkın olduğu bir eylemdi. ama keyfi buna engel oldu, yardımcı olmadı.
neyse dedim, kendince haklıdır. başka biriyle konuşmalıydım. bir başka pazar nöbetçi olan bir başka arkadaşımı aradım. tesadüf ki bu kişinin o bir anda bozuşup bir daha hiç konuşmadığı arkadaşıydı bu da. ona söyledim, olur mu dedim. tamam dedi.
ayarlayınca planlarımı yaptım. ve bugun akşam aramadı bile, sadece mesaj attı. ve nöbetlerini çok değiştirdiğini, aklının karıştığını, vazgeçtiğini söyledi. ben aradım. ama ben planımı yapmıştım dedim. hafta sonuna daha çok var, başkasını bulursun kafam karışıyor benim kusura bakma dedi.
ağzımı açamamıştım bir anda. nutkum tutuldu, ben olsam çok fena utanırdım. nasıl utanmamıştı ki?
işte insanlık top oldu. ufacık konuda o ufak aklı karışırmış da, ondan olmazmış, daha da hafta sonuna çok varmış...
diyeceğim şudur. hani nefret ediyor ya insanlar birbirlerinden, hem de bir anda. biri birine bişi demiş falan bir şeyler...
şimdi ne farkı var bu iki bozuşmuş kişinin birbirinden? zannediyoruz ki anlaşamayan insanlar farklıdırlar birbirlerinden, o yüzden anlaşamazlar. hayır! o kadar aynıdırlar ve o kadar vicdansızdırlar ki bu aynılığı başkasının üzerinde kendilerine karşı görünce kaldıramazlar, bu devirde anlaşamamanın yegane nedeni budur, aynılık, olumsuz aynılık....
düşünün ki bu kadar basit konuda bu kadar sözüne güvenilmez insanlar... bir de mühim bir konuda kuyruklarına basılır gibi olduğunu düşünün. bu insan dediğimiz globalleşmiş dünya canlıları, bir anda pençe çıkarırlar hiç düşünmeden. bitti insanlık, bitti ahlak. kimsesiz kaldık gençler, siz alışkınsınız da, biz biraz daha eskiler görmedik büyürken böyle şeyleri, şimdi gözümüze daha da batıyor.
hiç etik olmayandır. ama hayatın stresi, dünyanın bu acımasız hali ve başımızdaki patronların acımasız karar ve saygısız davranışları yüzünden, globalleşmiş bu dünyada kendilerini kurtarmak veya daha çok para kazanabilmek için yaptıkları hatadır.
ne yazık ki empati duygusunu artık iyice kaybediyoruz. en ufak hatayı affetmiyor, kendi lehimize nasıl çevireceğimizi planlıyoruz. sonra biz düştüğümüzde de, bir bakıyoruz her akşam beraber gülüp gezdiğimiz, iki kadeh attığımız veya ev ziyaretine gittiğimiz meslektaşlarımız da tıpkı diğer insanlar gibi hiçkimse oluvermişler bir anda.
işte bu yüzdendir ki, eskisi gibi batan kalkamıyor kolayına ayağa. kimse ne arkadaşına ne onun çocuklarına ne karısına kocasına hatır bile saymıyor.
globalleştik diyorlar ya, top olduk top. maalesef insanların şekilleri bile global artık..
sözlüğün gençleştiğinin göstergesi olup sevinilebilirdi elbet. ama açılan başlıkları görünce, eğlence değil nefret kin kusma mesajları dikkati çekiyor eskiye göre. böyle gençlik olmaz ki yau. genç dediğin gülmeye eğlenmeye uğraşır, görüşü de varsa başkasına söverek değil kendi iradesini koruyarak yaşar yaşantısını. bakıyorum da yeni gençlik eskisine hiç benzemiyor. güldüren başlık, entry de yok, küfürsüz görüş bildirgeci siyaset tartışmaları da... sözlük genç kalıyor, dinamik kalıyor demek isterdim elbet, ama nerde o eski yazarcanlar demeden geçemiyorum. ne ilhamlar verirdik birbirimize, başlık başlıkları, konu konuyu aça aça duygu yükü yapardık buraları. gülerdik, düşünürdük, eğlenirdik her şeyden önce. bu yeni nesil gibi sürekli kavga etmezdik.
ne görüyorsun aynaya baktığın zamanlarda ? en fazla baktığın kısım, vücudundaki en çok beğendiğin yer değil mi, yalan söyleme bana. gözlerin mi? ya bacakların? saçların mı yoksa? ya da ayakların? belin de olabilir tabi, ben bilemem karışamam daha fazla. lakin atladığın bir şey var her aynaya baktığında. söylemesi çok kolay olan o gerçek sandığın laf tamamiyle bir yalandan ibaret aslında: "30 yıl sonra bu güzelliklerden eser kalmayacak" hayır. 30 yıl değil aynada güzel görüp mutlu olduğun sana ait olan şeyleri kaybetmen için kalan mühletin esasında. neyin ne zaman gelip senden neyi alacağını asla bilemezsin. bir yangınla suratın, bir kazayla ayakların, bir kanserle saçların, bir depresyonla gözlerin terk eder giderler seni anında. nasıl yok olduklarını anlayamadan gider o güzelliklerin seni senden çalarcasına. geriye bir tek şey kalır o zaman işte: aynaya baktığında kendinle duyabildiğin gururundur o da. ya kendinle gurur duymalısın bu hayatta, ya da her şeyini bir anda kaybedebileceğini göze almalısın umarsızca. ufacık bir hap, tutsan 180 miligram ağırlıkta, onu almadığım zamanlarda aynada tek görebildiğim kendimle duyduğum gururken yaşanmış bir gerçeklik olarak söylüyorum bunları işte. canınız sizi sizden alırken bile kendinizle duyduğunuz gururu bırakabilin arkanızda.
dağlar benim, denizler benim, volkanlar, hakanlar, gökhanlar öhö öhö-şey, okyanuslar benim! güçlüyüm. kimse dokunamaz bana. güven mi? güven diye bir şey yok hayatta. sadece güven denen masala inanmaya ihtiyaç var insanlarda. ve bu da hayattaki tüm sıkıntıları doğuran şey aslında. bakmayın onlar benim bunlar benim dediklerime. elbette zayıf parmaklarım var benim de fazlasıyla. biri asılsa bir çekse anında kopacak parmaklarım var. sadece saklamaya çalışmalıyım onları. beni liğme liğme etmelerini önlemek için saklamak zorundayım. o parmaklar bir gitmeye başlarsa bir caninin elinde çekile çekile, tümden tüketirler insanı. bu yüzden derim, derdini anlatma kimseye: zaten anlatsan da çözüm olacak insan sayısı düşündüğün kadar çok değil.
evet, doğru haberdir bu. zannediyoruz ki yatakta sevgilimizle, eşimizle, partnerimizle başbaşayız. halbuki hükümet yatağımıza sızmış oradan bizi izliyor. önce çocuklarımızın kaç tane olacağını öneriyordu. şimdilerde doğurmak isteyip istemediğimiz çocuklara karışıyor. madem doğurmak istemiyorsunuz, girmeyin ilişkiye diyecek az kaldı. sonra da çift kişilik yatakların ortasına emniyet kemeri koyduracak. izlemediğini mi zannediyorsunuz sizleri? gözleri hep yatağınızda anasını satayım. artık yalnız değilsiniz...
soğuk bir vücut. bulmaca çözüyor mutfak masasında. dışarda hava bulutlu, içeri pek güneş girmiyor. ışığı da yakmamış anne. loş ışıkta yazıları okumaya çalışıyor. bedeni soğuk. baba dediğiniz adam soğuk bırakmış o teni. ruhunu küstürmüş, enerjisini soldurmuş, kadınlığından nefret ettirmiş. bulmaca çözüyor mimikleri donuk o kadın. anne o. yanına gidip sarılmak istediğim, ama ne desem hiçbir şeyi düzeltemeyeceğim anne o. sesi geldi o ara. evladına kek yapmak istemiş. kek kalıbını dolaptan indirmemi istedi. gittim ve ona kek kalıbını indirdim. soğuk teninden gelen yalnızlık, ama ona rağmen ona kattığım mutluluk kokusu sindi burnuma. her şeye rağmen mutluydu, ben olduğum için mutluydu. bunca yalnızlığına rağmen onu mutlu etmek ağır geldi bana. ağır geldi, içim titredi kesik kesik. ben de üşüdüm o an. üzerimdeki ağırlıktan üşüdüm. ne vardı dedim, ne vardı kocası omzunda uyutsaydı annemi de her koca gibi. ne vardı ağladığında başına omuz olsaydı. ne vardı kadınlığını unutmasaydı benim annem de, sadece anne olarak kalmasa, kocasının ara sıra şımarttığı gülücük dolu bir kadın olsaydı. şimdi tebessümlerinin arkasındaki kanı bile görüyorum siluetinden.
öpmek istedim o an onu. eğilip alnından öpmek istedim. her şey güzel olacak demek istedim sessiz çığlıkları bozmak istercesine. ama düşündüm de sadece çığlıklara ses olurdum o an konuşsam. ve sustum. öpmemek için içeri geri döndüm içim acıyarak. yoksa öpmeli miydim? yok, öpünce yüzünde açacak gülücüklerin arkasındaki kan kokusu gelecekti yine burnuma. yaklaşamadım. odama gittim. öpemediğim için ağladım. saatlerce ağladım. uyumuşum. annem geldi:
"anne, üşüyorum, hırka ver bana."
anne bu. verir elbette. ve kendisi soğuk olsa bile, yavrusunu ısıtır.
kabızlığın kesin çözümü olarak reklam verilebilecek teknolojik yaklaşımdır. lakin takacak usta yanlışlıkla sensörün yönünü ters takarsa ben sorumluluk kabul etmiyorum.
geçen gün a101 de bir kadın gördüm gözleri kapalı. evet kapalıydı gözleri. takmış kulaklığını kulağına mp3 ü dinliyordu. kasiyerin hiç durmayan bip bip ürün geçirmeleri arasında izledim bu kadını. mp3 dinliyordu ve kapalıydı gözleri. gözleri değemiyordu gözlerime, ama yine de süzüldü yaşlar gözlerimden. beni sevmiyordu bilirdim elbet. tanımıyordu çünkü beni. hiçkimse miydi? bilmiyorum ki neydi? bir sevdiği vardı belki, düşündükçe felaketim oldu, ağladım. hıçkıra hıçkıra, kusarken ağladım. sen benim hiçbir şeyimsin dedim o an ona, ama duymadı beni. duymadı yokluğu çirkin bu kadın beni. çünkü mp3 dinliyordu gözleri kapalı. bir titreyişle düştü elimden a101 köftelerim. ben mecburdum ona, ama o bilemezdi çünkü mp3 dinliyordu, gözleri kapalı... (değerli şairlerimize selam olsun)
katlanılır çile olmayandır. genelde sevgiliyle yapılan konuşmalardır bunlar. bitmek tükenmek veya azalmak bilmediği sürece işkenceye dönüşür. çayı tek başına içersin, diziyi tek başına izlersin. birayı sarabı içerken efkarınız telefon sesiyle bölündükten sonra uykun gelip sızana kadar söner biter. evde tek kalsan gireceğin internet miktarı kadar internete girersin. yeri gelir yemeği bveya tatlıyı bile tek başına yersin.
edit: telefonda kelimesi başlığı açmak için fazla uzundu.
doktor olmadığı belli birinin tespitidir. zira doktorlar hipokrata yemin etmezler. hipokratın zamanında ettiği bir yeminin kısaltılmış modifiye halini kullanarak meslek ahlakı yemini ederler.
4 yıllık bitiren herkes sonrasında tek bir sınavla odyolog olabiliyor. hastanelerde kbbcilerin yanında çalışıp, önlük giyip, standart bir fakülte doktoru kadar maaş alabiliyorlar. o zaman da doktor olduk sanıp o kbb cerrahlarına bir güzel hava yapıp artistlik taslıyorlar. ben de önlük giyiyorum, ben de senin kadar para alıyorum mantalitesiyle de kbb asistanlarını kendi asistanları gibi görecek kadar kibirleniyorlar. insan onları gördü mü doktorların da hemşirelerin de havalarını masum bulası geliyor. çünkü ne de olsa o insanlar yıllarını hastanede hastaların canına sağlığına vermiş, nice nöbetlerde ayaklarda dikilmiş insanlar. peki ya odyologlar?
çoğumuz sevdiğimiz birinden artık vazgeçtikten sonra onu aslında o kadar da sevmediğimizi, sadece alışkanlık haline, hatta bazen de takıntı haline getirdiğimizi anlarız. hayat ne rahattır artık. bağımlı olunan, yaptığı her şey veya yanlışın kafamıza takıldığı bir parazitimiz yoktur hayatımızda! rahat bir nefes ımhh, sonrasındaysa hayata devam... lakin tersinin olacağı kimin gelir aklına?
işte bazense insan önce bir rahatlığını hisseder ayrılığın. sonrasında bağımlılığın getirdiği "ayrılığın koyması" dönemi semptomsuz atlatılır. sen zannedersin ki hiç sevmemişsin düşündüğün kadar. sonra bir hastalık sesilesi sarar insanın dört bir yanını ki bir türlü sağlığına kavuşamaz olursun. yataktan kalkamazsın. grip biter bademcik olursun. o biter alerji olursun. o da biter derilerinde abseler oluşmaya başlar. o da biter göğsün acıdığı için günlerce doktorda vakit öldürürsün derkeeen, sen aslında derdinin hayatından çıkardığın çok önemli bir şeyde kendinden bazı parçaları bırakman olduğunu anlarsın. erken ya da geçtir bilemem ama, kimin aklına gelir böyle sevebileceği? kim düşünebilir sevgilinin ona olan bağlılığını, ona gösterdiği ilgiyi özlemeyip, aynı zamanda hayatının cevheri sönmüşçesine parıltılarının yok olup sağlıksızlığın içinde kaybolabileceğini? ben düşünemezdim sevgi eşiğimin bu kadar yüksek, bu kadar kıdemli, bu kadar kutsal olabileceğini. acımasız, gündelikçi, çok güçlü sayardım kendimi. o umursamaz ben mi daha saygınmış şimdi, yoksa bu aşkı sevgiyi kalbiyle büyüten ben mi? bilemedim.
işte bilememek sevgiliyi ne kadar da çok sevdiğini, ellerinden mahrum kalınca bedeninin yok etmeye başlamasıymış kendini. sen gülüyorum eğleniyorum zannederken tükenmekmiş içten içe. ve ne kadar kendini kurtarmaya çalışsan eksikliklerinden, bir türlü tümlenememekmiş başka biriyle, istesen de bir başkasını beğenememekmiş çaresizce: görüp güzelmiş diyerek geçtiğini tekrar gördüğünde tanıyamayacak kadar lafta beğenmekmiş sadece...
koca bir resmin içinde renginin sökülüp alındığı, betimlenememiş gölge bir ben varmış da, ben kendimi o resimdeki baş köşe biblosu sanmışım...
her insanın egosu vardır, ne kadar düşünceli ne kadar fedakar bir insan olsa da. ve bu egolar yeri gelir en bencil anda gösteriverirler kendilerini. ve biz insanlar güvenmeye öyle açızdır ki, bazen gözlerimizi insanlara karşı öyle bir kapatarak güveniriz ki, bu anlarına denk geldiğimizde tekmeyi yemiş sokağa atılmış gibi kalakalırız. ve acırız, yanarız, yaralanırız. dostlar... uğruna ölünesi dostlar... dostlar vardır evet! ama filmlerdeki kadar değildirler. filmlerin sistemi duygulara hitap eder, dünyanın sistemi ise egolara. bu yüzden gözü kapalı güvenmemek gerekir hiçkimseye! peki yapabilir miyiz? diyorum ya, insanoğlu doğduğundan ölene kadar yalnız. bu yalnızlığı atabilmek için ihtiyacı olan yegane şey ise "güven". bu yüzden güveniyoruz elimizde olmadan. ve güven, bizleri mutlu eden yegane his... peki ya güvene güvenmek mantıklı mı? yok arkadaş, dostlarım sevgilim ailem ben canım! onlara o kadar çok güveniyorum ki! lakin güvene hiç güvenmiyorum, gözüm hep onun üzerinde....
aşkı ölümle aynı cümlede kullanır tüm sevenler: bazısı aşk için ölür, bazısı için aşk zaten ölümdür. verdiği tüm mutlulukları fazlasıyla koparıp almasını bilir aşk. en zor zamanlarında bırakır seni doğanın eline. dönüp arkasına bile de bakmaz. bu kadar acımasız, bu kadar utanmazdır işte aşk! ve rutubettir kokusu: yosunların sessizliği sana eşlik ederken içine girilen bir yalnızlık odası gibidir. toprak kadar yalnızlıktır aşk; onun kadar soğukluk, onun kadar sessizlik kesik kesik, ve utanmadan her şeyi içine soğuran o toprak kadar şerefsiz.
trolllerden bıkan yazarın başbakandan isteğidir, her şeyi olduğu gibi bunu da reddeder, anamı takar koluma gönderir muhtemelen ama ben yine de bu kanunu herkesle paylaşmak istiyorum: trolller sözlüğün huzuruna tecavüz ettiği için onlara da tecavüz edilsin! ancak böyle diner içimizdeki huzursuz günler uykusuz geceler.
evet vardı. ben ve nice arkadaşım sözlükte sanat paylaşırdık duygu paylaşırdık, hayata renk, bakış açısı mutluluk katardık. yeri gelirdi gecenin karanlığını, sessiz odayla birleştirir sadece duyguları hissederek yazardık. ve hepimiz birbirimizin arkasındaydık, birbirimizin yazdıklarından ilhamlar alır daha da, daha da yazardık. ne oldu o nesile? her yerde olduğu gibi sözlükte de mi yozlaştık, yüzeyelleştik? şimdi herkes sağ sol kemal tayyip tayyip fethullah peşinde, bir de bilmeden etmeden koşturup duruyor. duygudan anlayan, hem romantizmi hem cinselliği hem aşkı hem boşluğu hem hayalkırıklığı hem hayalleri anlayan bilen, insanları gözleyen ve gözlemlerini duygulara dönüştüren sözlük topluluğum nerede?? üzülüyorum...
bizim insanımız onca sene çalışıp para kazananı sevmez. babasının fabrikasına konup trilyonlar çeviren adamdan rahatsızlık duymaz bizim insanımız. nice sanatçının götürdükleri milyar dolarlara sesi çıkmaz. hatta ibrahim tatlısesin sanatçılık harici işlerde de götürdüğü onca para ona haram olmaz. ama doktor çalışır, onlarca yıl insanları iyileştirir, ama sevilmez. sevilmediği gibi "doltorun aldığı 1900 bile haram" diyen insan gördüm ben. şaşkınlıkla baktım.
tamam, doktorlar standartın üstünde kazanıyor diyebilirler. bu nedenle maaşları azaltabilirler! ama bu duruma halkın sevinmesi için hiçbir neden yok çünkü, doktorlardan arta kalan onca milyar liralar, fakir ailelerin ceplerine, yatırımcıların yardımına, açların karınlarına gitmeyecek! öyle bir kanun, öyle bir zam çıkmadı ki doktorların da az kazanmasına seviniyorlar! ülkemiz aç bir ülke. biraz elinde para olan ufak bir kesim var. ülkenin çoğu fakir, ve bir kısmını daha fakirleştirerek zengin kısmın daha da zenginleşmesini sağlamaya çalışıyorlar. trilyonlar kazanan insanların paraları gözünüze batmıyordu da, sizleri iyileştiren, ağrılarınızı bitiren, kalp damarlarınızı yenileyen hekimler mi gözünüze batıyor? yazıklar olsun. insanlık için olsaydı bu "fazla para kazanıyorlar" davası, açların cebine bir şeyler giriyor olurdu o paradan, ya da sadece doktorların değil, iş adamlarının da önü kesiliyor olurdu. amaç başka. ama siz doktorları sizi iyileştirmelerine rağmen sevmemeye, onlardan nefret etmeye devam edin. harammış, kendi laflarınız size haram olsun.
(söz meclisten dışarı)
doğru önerme. çünkü karşıtlarının tayyip hakkında yazdıkları tayyip in söylediklerinden ve yaptıklarından ibaretken, atatürk ve kılıçdaroğlu hakkındaki söylemlerin kayda değer bir kısmı sadece yakıştırmalardır. örneğin hamileliği 3 aya indirme vaatini kılıçdaroğlunun vermesini beklemeleri gibi. sanırım ortada bir kıskançlık var. korkudan mıdır, yoksa içlerinde bir yer seçtikleri yolun yanlış olduğunu sürekli fısıldıyor da bu insanlar bu fısıltıyı inkar mı ediyor bilinmez. bilmek için de uğraşmaya gerek yok zaten, onlar aldıkları oksijeni farklı yakıyorlar çünkü. her neyse, sonuçta, doğru olan önermedir.
bir örnek daha, hepsini sıralayamam ama: (bkz: #11247292)
duvarların rutubet tutmuş, sen o rutubetten öksürüyorsun. hayatı yarış olarak görmüşsün herkes gibi, insanları basamak... basamaklardan bir merdiven yaratmışsın kendine hedef olarak. o hedefin basamaklarına da sıra sıra insan dizmişsin yükselmek için üstlerine basarak. bastıkça yükselmiş, birilerini aşağı iterken ancak güzelleştirebilmişsin yaşadığın dört duvarı, altındaki arabayı, yediğin eti balığı baklayı.
biliyorum şimdi diyorsun ki içimde bir huzursuzluk, bir kırıklık, bir acı var sıra sıra. içindeki elvermezlik sana bu hissi yaşatan. yaptıklarından rahatsızlık duyduran ufak bir an... bir de eziklik var ya hani ara sıra vuran: o da ezdiklerinden kendini savunmanı sağlayan!
insanları eze eze büyüttüğün sen'in duvarlarıdır rutubet tutan, sen o rutubetten öksürüyorsun...
sözlükte orda burda, inanç denen şeyi değiştirmenin ya da empoze etmenin imkanı bile yokken, sürekli karşılıklı atışmalarda bulunulmasının hoşa gitmesi durumudur. hakaret sanatının döktürüldüğü güncel konudur. yaratıcıya inanmak, ya da yaratıcı olmadığına inanmak... ikisi de bir diğeri için "yazık" durumunda kalan, kalacak olandır. ama saygı, bozulmaması gereken bir erdem olup bize bunu ailelerimiz aşılamıştır. ebeveynlerimize saygımızdan koruyalım seviyemizi. dağılın şimdi!
Her seyden once kendini dusunur insan. Sonra der ki "ne cok dusunuyorum ben kendimi". O an bir nefret gelir icine, iliklerini bıcak gibi kesen bir soguk yerlesir yuregine "ben ne kadar da cok benciyim" diye. Ardından omzunu dayar yalnızlıgına. Küsüverir cok güvendigi bir dostuna büyük bir yanlıs yaptıgı ıcın küsmüs gibi, sessiz ve uslu bir cocuk olup siner evinin bir kosesine. Duvarlara bakarak kendi kusurlarını hatırında birer video yapıp izlerken sırayla, ne kadar sıcak da olsa rutubetli, ne kadar genis de olsa bir mezar kadar dar gelir o an oda. Fark etmez ki o an yine tek dusundugu kendidir aslında. Sadece daha buyuk mutlulukları hak etmek, daha buyuk sevgilere yarasabilmek icin elestiriyordur kendini ve sırf yine kendini dusunuyordur o kimsesiz duvarların arasında. Utancları, sıkıntıları, pismanlıkları kesik kesik yasıyordur tekrardan, artık daha iyi yasayabilmek icin olanları tekrar etmemek adına. Bu pismanlıkların, üzüntünün ve kendi icine cekilmisligin hepsi daha cogunu hak edebilmek icin hayattan, hep daha iyisini elde etmek adına dua ettiginde hak ettigini bilerek bekleyebilmek icin, bu umutları bunyesinde barındırabilmek icindir! Ve aglar belki, belki yorulur uyur, belki sesini tazeler ve arkadasını arayıp bir bara gider. Sonuc? Yine yakınlarda bir gun kendini dusunurken unutacak baskalarını, ve kendini dusunurken unuttuklarına kızarak, sadece bencilligi sonunda cektiklerini dusunecek ve yine kendi icin baskalarını dusunmeye calısacak, gercekten bir baskası icin bir baskasını dusunmemeye devam edecek. Ama onun oyle bir ruhu var ki hic merak etme, o eve kapanıp pismanlıklarını her dusundugunde o, diger insanları dusundugunu sanarak egolarını tatminen yasamına tekrar gulucuklerle kucak acacak. Bırak bilmesin bu gercegi. Bırak hayata basladıgı yerle hayatı idame ettirdigi yer aynı yer olmaya, sadece kendi olmaya devam etsin. Sen de gor: kotu insan yoktur deme, bencilliginden baska seyi gormeyen insan yoktur deme, sen sen ol yanlıs insan yoktur deme! Okuduguna anlam veremediysen, ben onlardan degilim deme...