Kilo almanın ilk sürekliliğidir. Kişi bu düşünceye takılır ve hemen bir şeyler yapma kararı alarak enerjilerini böler. Psikolojik rahatsızlıkların çoğu bu sebepledir. Hiç bir düşünce size ait değildir. Düşüncenizle özdeşleşmek size rahatsızlık verir. Düşüncelerinizi izleyin, sahiplenmeyin.
Edit : Konuyu açar mısın dediler. Bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
Düşünce, evin bir camından girip diğer camından çıkan bir kuş gibidir. Bir kuantum sıçrayışıdır. Çünkü her şey enerjidir ve kuantum düzeyindeki parçaları izlemez, sahipleniriz. Çünkü düşünmek yorar ve insan zihni kolaya kaçarak bir düşünceyi izlemek yerine sahiplenmeyi sürdürür.
Gözünüzü kapayın ve yukarı doğru bakın. Gözlerinizin ortada kendiliğinden birleştiği bir nokta bulacaksınız. Çaba sarfetmeyin ve onu buldunuz. Şimdi düşüncelerinizin geçidine tanık oluyorsunuz. Onlar orada değiller her oluşan yeni anda yeniden ordalar. Onlar cehennem. Onlar cennet. Tamamını bitirmedikçe gerçekle yüzleşmemiz mümkün değil. Sadece izle ve sonrasında iki düşüncenin arasındaki boşluğu gör. ikinci düşünce devreye girmeden hemen önce duran zamanı, boşluğu, hiçliği tanıyın. O sizsiniz. Ve siz gerçekte kilo alıp, kilo verme gibi derdi olmayan, aklı değil bedeni doyurmanın, aç gozluluğu değil, paylaşımı bilen ve eşit dağıtan bir sürekliliksiniz.
Acı çeken birisine ne zaman yardım etsem, onun gururunu incittiğimi biliyorum; acı çektiği için onun utanç duyduğunu biliyorum. Bu utanç yüzünden bende utanıyorum ve ona yardımda bulunduğum için fena şekilde incitmiş oluyorum. Acı çeken birine yardım ettiği için tüm zevkleri cennette yaşamayı beklemektense, yani cennette bir hesap açtırıp erdemlerini bir bir saymaktansa, "Zerdüşt" şöyle diyor; ''birinin gururunu incittiğim için elimi yıkıyorum. Onun acı çektiğini gördüm, onu çıplak gördüm, onun gizlediği tüm yaralarını gördüm. Ona yardım ettim, bu doğru ama nedir ki ettiğim yardım? Onun gururu incindi ve benim de ellerimi arındırmam gerek. Onun utanç duymaması için, gururunun incindiğini hissetmemesi, tam tersine o bana iyilik yapmış gibi, bir kardeşime yardım etmem için bana bir şans tanımış gibi hissetmesi için birşeyler yapmalıyım. Bana lütufta bulunan oydu, ben değildim.''
genel seçim tarihi belirlendi. biliyorum ki hepiniz barış istiyorsunuz. bu akp ile ya da başka bir hükümetle de olacak olsa bile basic te istenilen şey 'barış'. çünkü çok sıkıldık, korkuyoruz, üzülüyoruz, alıştık.. huşuyu, merak ve coşkuyu yaşamayı unuttuk. barış en temel bilincimiz ve biz onu istiyoruz.
başımıza gelenin akp hükümeti olması trajikomik bir sürekliliktir. bu bizim barış isteğimizi açığa, barışa olan inancımızı açığa çıkarıyor ve başımızda hala onları halk olarak tutarak, sadece bir gün gidecekleri günün hayalini kuruyoruz ya da kurmuyoruz.
oy verirken artık geleceği düşünerek değil, mevcut durumu düşünerek vermemiz gerekir, çünkü şuan yaşıyor ama gelecek için oy atıyorsun. gelecek bir bilinmez, asla bilinemez ve bizler bu yaklaşan genel seçimlerde üstümüze düşeni yapıp oy kullanmalıyız.
yaşam nedenselliktir. neden-sonuç ilişkisi. 'oy atmayacağım, ben oy kullanmıyorum vs' gibi atımlar bir neden-sonuç döngüsü oluşturur. ve şuan ki yaşamınıza etki eder. artık eskisi gibi rahat ve doğal yaşayamaz, kurumsalların sizi makineleştirdiğini algılarsınız. artık mesajlarımız, konuşmalarımız ve 'seni seviyorum' demelerimiz bile otomatik bir hal aldı ve bilincimiz bunun farkında. asi olmak ruhumuzda var. asilik 'banane bu benim istediğim' demek değil 'mevcut durum bu ve ben bundan rahatsızım' demektir. ilk dediğim şımarıklıktır.
bizlerin olgunlaşabilmesi için ve bunu kaybedilen masumiyetimizi bulabilmemiz için kullanabilmemiz için, -mevcut durum sıkıntılı- bilincini yaşayıp, sorumluluk almamız gerekli.
yumuşak huylu, alçakgönüllü bir insan neden takdir edilir ? herkesin egosunu doyurduğu için takdir edilir. sadece oyunun tamamını gör. alçakgönüllü bir insanı neden takdir edersin ? sana karşı alçakgönüllü olduğu, senin egonu desteklediği için. egon desteklendiği için, sende karşılığında onun alçakgönüllülüğünü desteklersin.
şimdi bir kısırdöngü oluşur. herkes onun alçakgönüllülüğünü sevdiği için giderek daha da alçakgönüllü olacak. saygınlık kazanıyor ve herkes onun o halini seviyor. çünkü onun alçakgönüllülüğü herkesi tatmin ediyor - bu, ego için derin bir doyumdur.
evet ! ne mutlu alçakgönüllü ve yumuşak huylu olanlara, çünkü onlarsız egoistler nasıl mutlu olacaklar ?
bunu açıkça anlamanı istiyorum : ego ve teslimiyet madalyonun iki yüzüdür. ben egoyu öğretmiyorum, teslim olmanı da istemiyorum. senden kendi varlığını aramanı ve araştırmanı istiyorum.
ben sana çok büyük bir özsaygıyla sahici, bütünleşmiş bir birey olmayı öğretiyorum. kendine saygı zihninde şüphe yaratabilir, çünkü benlik saygısı yine egoyu yaratıyormuş gibi görünüyor, öyle değil. iki kelimeyi de anlaman gerekiyor, benlik (self) ve saygı (respect) ; ikisi de önemli. benlik, doğarken beraberinde getirdiğin şeydir. ego ise biriktirdiğin şeydir; ego senin eserindir.
bir toplumun, bir kültürün, bir uygarlığın parçası olmadan önce, kendi gerçek benliğini biliyordun. insanların çocukluklarının hayatlarının en güzel kısmı olduğunu düşünmesi tesadüf değildir. o kısım çoktan unutulmuş bir anı çünkü hayatında tam olarak hatırlayamadığın, ancak belli belirsiz bir duygunun, bir çeşit rayihanın (bkz: rayiha), bir tür gölgenin kaldığı günler var.
eğer kendine saygı gösterir, yeniden bakar ve varoluşunun derinliğine inersen, kendini kaybetmeye ve bir ego, yani sahte benlik edinmeye başladığın yeri bulacaksın.
işe yaramaz bir şeyi bilmek senin içinde büyük bir üzüntü, bir çaresizlik, anlamsızlık yaratır. negatifi bilmek senin tüm yaşamını ve hayat suyunu kurutur. sen donmaya başlarsın. üşürsün.sevmeyen biri haline gelirsin. tüm umudunu yitirmeye başlarsın. çaresizlik içinde, ıstırap içinde olursun. ve birçok insanın başına gelen işte bu.
örneğin sigmund freud; o sadece negatiflik biliyordu. insanın zihninde neyin yanlış olduğunu biliyordu ama doğru olabilecek hiçbir şeyi bilmiyordu. o negatif tarafa dayanmıştı. zihnin bütün hastalıkları konusunda uzman biri oldu ; anormallikler, sapkınlıklar, hastalıklar, nevrozlar, psikozlar, aklınıza gelebilecek her şey. fakat o buddhaların da var olduğunu unuttu. işin aslına bakarsan yavaş yavaş, anormal olana, hasta olana, sapkın olana, sağlıksız olana alıştıkça buddhaların var olup olmadığından daha fazla şüphelenmeye başladı. isa'dan şüphe etmeye başladı. sadece bu da değil ; psikanaliz uzmanları isa'nın nevrozlu olduğuna dair çok sayıda kitap, bilimsel tez yazmıştır. onlar buddha üzerine o kadar yoğun çalışmadılar ama eğer çalışacak olurlarsa aynı şey buddha için de geçerli olacaktır. belki onlar buddha için başka bir kelime, örneğin 'bastırılmış' ifadesi kullanırlar. eğer ramakrishna'yı düşünecek olurlarsa 'isterik' kelimesini kullanacaklardır. ve muhammed için de aynı şeyi söyleyeceklerdir ; 'nevrozlu' ya da 'deli'.
neden isa nevrozlu ? çünkü o tanrı ile konuşuyor. o nevrozlu çünkü gökyüzünden sesler duyuyor. nevrozlu çünkü bizim göremediğimiz, sadece kendisinin görebildiği bir şeyi görüyor. ona güvenemeyiz çünkü o her ne hissediyorsa, bunu nesnel bir şekilde ispatlayamaz. onun deli olması gerek.
sadece freud'un söylediği şeylerin ne ima ettiği üzerine bir düşün. sağlık olanak dışı bir şey, sağlık şüpheli. sağlıklı, bütün, kutsal bir adam şüpheli. sadece şüpheli değil ; lanetlenmiş biri. o halde geride kalan ne olur ? bu durumda bütün insanlığın tamamı çaresizlik, umut olmadan yaşamak zorunda kalır.
işte freud'un söylediği şey bu, o insan için umut olmadığını ve bir insanın en iyi ihtimalle ona katlanılabileceğini ama keyfini çıkaramayacağını söylüyor. işin aslına bakarsan kendisi de hayatın hiç keyfini çıkarmadı ; sadece ona katlandı. o da bir çok açıdan nevrozlu biriydi. ölümden çok korkuyordu; bir çok fobisi vardı. çok öfkeli bir insandı, o kadar öfkeliydi ki öfke nöbetine girdiğinde bayılıp yere düşüyordu. ölümden o kadar çok korkuyordu ki ondan söz edilmesi bile titremesi için yeterliydi. ve o kadar hırslı ve politik bir insandı ki başkalarının kendisine karşı komplolar kurduğundan sürekli olarak şüpheleniyordu. o bir paranoyaktı. öğrencilerinin çoğunun hayatını bu şüphe yüzünden mahvetmişti çünkü kimsenin zeka anlamında, anlayış anlamında yanına yaklaşmasına katlanamıyordu. sadece köleler istiyordu. ve ne zaman akıllı bir mürit ortaya çıksa -öğrencilerinin yanında jung, adler gibi insanlar vardı- onun kendisini kurtarmasının tek yolu ermişten kaçmaktı. freud'un varlığı belirleyici değil, zehirleyiciydi. ve bu adam buddha ve lao tzu ve zerdüşt ve isa ve muhammed hakkında yargılarda bulunmaya devam etti. ve bu insanlar gerçekten sağlıklı olan birkaç insandan biriydi.
sadece tek bir şeyi düşün: eğer hastalık varsa bu sağlığın da mümkün olduğuna, en azından olanaklı olduğuna dair yeterli bir kanıttır. eğer karanlık varsa aydınlıkta mümkündür. ve eğer ölüm varsa yaşamda mümkündür. işin gerçeği, eğer yaşam yoksa ölüm nasıl mümkün olabilir ? eğer hiç hastalık yoksa birinin hasta olduğuna nasıl karar verebilirsin ? eğer dünyada hiç buddha yoksa kimin deli olduğuna nasıl karar verebilirsin ? o zaman herkes delidir ! belki herkes deliliğin farklı çeşitleridir ama herkes delidir.
freud negatif konusunda son derece yetenekli biri, hastalık ve rahatsızlık konusunda bir uzman olmuştu. yeteneği doğal olarak öyle bir şekildeydi ki inkar etmesi şarttı; asla bir buddha ile karşılaşmamıştı. buddha psikanaliz için freud'a gelmez. o kırk yıl boyunca sadece bin bir çeşit zihin projeksiyonları ve fobilerden muzdarip hasta insanları analiz etti. doğal olarak kırk yıl izledikten sonra, insanların rüyalarını ve fobilerini ve korkularını ve bölünmüş kişilikleri ve şizofrenleri ve isterikleri dinledikten sonra doğal olarak eğer 'ben hiç sağlıklı insan görmedik,' şeklinde bir karara varacak olursa bir açıdan haklıdır. o hiç sağlıklı bir insan görmemişti. ve kırk yıl yeterince uzun bir zamandır: o binlerce insanı izlemişti. fakat bir şeyi unuttu. bir buddha'nın gelip onun kanepesine uzanmayacağını ve rüyalarını ona anlatmayacağını unuttu, çünkü bir buddha'nın rüyası yoktur !
bir buddha'nın hiç rüyası yoktur. bir buddha'nın hiç düşüncesi yoktur. bir buddha ego şeklinde var olamaz, bu durumda nasıl korkabilir ? ölümden korkmaz çünkü ölüm gibi bir mesele yoktur. o zaten ölüdür; bir ego olarak ölmüştür, şimdi ortada sadece ölümsüzlük, sonsuzluk, zamansızlık kalmıştır. aslında eninde sonunda freud buddha'ya gelecek. gelmek zorunda çünkü tüm perspektiflerini kaybediyorlar.
onlar bir günden diğerine insanların sefaletlerini dinleyerek tüm umutlarını yitiriyorlar. bir buddha onlara tekrar umut verebilir. bir buddha onların tekrar coşkun olmalarını sağlayabilir. onlar çok uzun süre ıstırap içinde yaşadılar. psikanaliz uzmanlarının diğer tüm meslek gruplarına oranla daha çok, neredeyse iki kat daha fazla intihar teşebbüsünde bulunması tesadüf değildir. bir psikanalizci cehennemden çok daha kötü bir durumda yaşar. onlara merhamet duyulması gerekir. doğal olarak sağlıklı şeyler konusunda kör bir hale gelirler.
sen varlığa köklerini giderek daha fazla salmadan bilgiyi toplamaya devam edersen bu olur, sen umutsuzluğun, ıstırabın ta kendisi haline gelirsin.
ıstırap ile coşku arasındaki ince sırat çizgisi, bilgi ile bilen olmak arasındaki fark kadar incedir.
''ve evren'i (göğü) kuvvetimizle kurduk, muhakkak ki onu genişletmekteyiz.''
51 zariyat suresi 47
hayat bir sürekliliktir. evreni sonsuz diye adlandırmak ya da sonlu diye adlandırmak onu daima kısıtlayacaktır çünkü insan zihni -sonsuz- u algılayamaz. en fazla algılayabileceği bir öncekinden daha büyük olan ama sonu olan bir şeydir. varoluş sürekli olmak zorundadır. atomlar hareket etmeli ve evrim devam etmelidir. dolayısıyla varoluş ya da kozmos genişleyecektir.
tanrı, kusursuzun kusursuza evrimidir. çünkü bir sonu ya da bir başı olsaydı onu bir doğru ya da yatay bir boyutta incelememiz gerekirdi. belli bir zaman düzleminde incelenmesi gerekirdi ve o zaman kişi "zaman vardır" diyebilirdi, tabi albert einstein "zamanın göreceliliği" konusuna değinmeseydi... ancak mevcut araştırmalar sizin üzerine oturduğunuz koltuğun dahi orada olmadığını kanıtlayacak düzeyde. kuantum düzeyinde siz aslında bir koltukta değil, koltuk biçimini almış ve çok hızlı hareket eden atomlar düzlemi üzerinde oturuyorsunuz. burhan altıntoptan gelsin 'siz aslında yoğsunuz'. siz bir sürekliliksiniz. aynı bir ateş yanarken alevlerin kaybolup, bir sonraki anda yeniden doğması gibi, her daim yeni ama eskinin sürekliliği şeklinde. her an bir süreklilik içindesiniz, bir önceki andan farklı ve bir sonraki andan habersiz..
evren'in genişlediği ilk kez 1900'lü yıllarda ortaya atılmıştır. 1900'lü yıllardan önce kuran dışında bu iddiayı ortaya koyan tek bir kaynak bile yoktur.. dolayısıyla mevcut kişilerin bu ayete baktığı zaman gördüğü "bilim tanrıyı reddediyor, o halde nasıl olurda kuran bunu bilimden önce bulmuş, demek ki allah var" şeklindedir.
yalnız kaçırılan nokta şudur, bu konu allah var ya da yok tartışması değildir. etimolojik olarak -allah- sözcüğü -el ilah- , olan -ilham veren- anlamındadır. kelimenin yanlış kullanılmasından oluşan hata felsefik olarak insan zihnini böler. kişi sorumluluğu üzerinden atar ve kendisinden ayrı bir -allah- tanımı ortaya koyar. bu durumda kişi ve kişiden bağımsız bir yaratıcı figürü beyne işlenir ve inanç başlar. inanç başladığı anda kişi şüphe duygusunu bastırır çünkü şüphe duymak, egosunun yarattığı ve inandığı fikirlere ters düşecektir. dolayısıyla en büyük inançsızlar aslında en büyük inananlardır. bilen insanın inanmaya ihtiyacı yoktur, çünkü kişi bir şeyi ancak bildiğinde ondan özgürleşir. örneğin; güneşi gördüğünde 'güneş doğmuş inanıyorum' demezsin, basitçe 'güneş doğmuş bunu biliyorum, hep doğuyordu' dersin. artık güneşten bağımsız değilsindir, onu bilerek onunla yaşarsın ve onsuz da yaşayamazsın. gerçek ilim budur. bilen olmaktır, inanan değil.
bu sebeple
nietszche 'tanrı öldü, hepiniz özgürsünüz' derken bunu kastetmektedir.
konuya dönecek olursak ;
eğer söz konusu konuda inançlı kimseler kafalarında yarattığı figüre allah,tanrı, yaradan vb bir isim kullanmadan basitçe -varoluş- deseydi, konudan bağımsız olarak kafalarında 'varoluş var mıdır ?' gibi bir soru olmayacaktı. bu yüzden demek istediğim evet varoluş genişliyor, evrim ilerliyor bunun kuran da yazıyor olması zaten bildiğin bir şey için kanıt olamaz, çünkü kendini bilen ve farkındalık sahibi birisi içsel merkezine ve düşüncelerine dönüp gözlemlediği zaman zaten hayatın yatay zaman boyutundan çıkarak, dikey varoluşsal boyutunu algılar ve bunun sürekli genişleyen, büyüyen, olgunlaşan ve tamamen varoluşla bir bütün halde olduğunu anlayacaktır.
işte muhammed bunu yaptı. kuranı muhammed yazdı ancak muhammed'in egosu yoktu, arzusu ve nefsi yoktu. o varoluşla ahenk içinde içsel titreşimini yakalamıştı, söylediği ya da kuran'da yazan her ayet birer allah kelamıydı, yani ne demek istiyorum allah kelamı derken ? ilham verenin sözleriydi diyorum çünkü ortada bizim bildiğimiz anlamda bir muhammed kalmamıştı.
anlatmaya çalışılan anlaşılmışsa sizi şöyle alalım :
"kim kendini bilirse, rabbini de bilir" hz. muhammed
sebeplerinin insanların kesinlikle değişimine ve iyiliğine olması için oluşturulmuş sorudur.
Zaman ayırıp yargısızca ve farkındalıkla okuyacak kişiler için durum şöyledir :
Sorumuz : Neden isa, Musa, Hz. Muhammed -Hindistan dışında doğmuş üç dinin kaynakları - doğrudan reenkarnasyondan bahsetmezler ?
Bunun bir nedeni var ve Musa bu nedenin farkındaydı... Çünkü Mısır ve Hindistan sürekli bağlantılı halde olmuştu. Bir zamanlar Afrika'nın Asya'nın parçası olduğu ve kıtanın yavaş yavaş uzaklaştığı sanılmaktadır. Hindistan ve Mısır birleşikti, bu nedenle bu kadar benzerlik vardır. Güney Hindistan'ın siyah olması tesadüf değildir ; damarlarında kısmen Arap kanı taşımaktadır, zencidir -tam değil ama eğer Afrika Asya'yla birleşiktiyse, kesinlikle Hintlilerle Araplar karışmış olmalı ve o zaman da Güney Hindistan siyah oldu.
Musa, Hindistan'ın gayet iyi farkında olmalıydı. Keşmir'in hem Musa'nın hem de isa'nın orada gömülü olduğunu iddia etmesi seni şaşırtacak. Mezarlar oradadır - Bir mezar Musa için, bir mezar isa için.
Musa ve isa reenkarnasyon teorisi nedeniyle Hindistan'da olanları gördüler. Reenkarnasyon teorisi yüzünden Hindistan çok uyuşuklaşmıştı : Acele yoktur. Hindistan'da zaman duygusu yoktur, şimdi bile. Herkesin koluna saat takmasına rağmen, zaman duygusu yoktur. Birisi 'Akşam beşte seni görmeye geleceğim' diyorsa, bu her anlama gelebilir. O kişi dörtte gelebilir, altıda ortaya çıkabilir, hiç gelmeyebilir - ve bu ciddiye alınmaz ! Sözünü tutmadığından değildir, zaman duygusu yoktur ! Sonsuzluk varken zaman duygusuna nasıl sahip olacaksın ? Bu kadar çok yaşam varken, neden telaş edesin ? Kişi yavaş yavaş ilerleyebilir ; nasılsa günün birinde ulaşacaktır.
Reenkarnasyon teorisi Hindistan'ı çok uyuşuk, sönük yaptı. Hindistan'ı tamamen zamandan habersiz hale getirdi. insanların ertelemelerine yardım etti. Yarına erteleyebiliyorsan, o zaman bugün daha önce olduğun gibi kalacaksın ve yarın asla gelmez. Reenkarnasyon gerçeği değişmeden aynı kalmana yardımcı olan bir gerçek halini aldı. Ve Hindistan sadece yarına değil, bir sonraki yaşama bile nasıl erteleyeceğini bilir.
Musa ve isa Hindistan'ı ziyaret ettiler, ikisi de farkındaydı. Muhammed Hindistan'a hiç gitmedi ama gayet iyi farkındaydı çünkü Hindistan'a çok yakındı ve Hindistan'la Arabistan arasında sürekli alışveriş vardı. insanlara 'Tek bir yaşam vardır, bu son fırsattır -ilk ve son- bunu kaçırırsanız, sonsuza kadar kaçırmış olursunuz' demenin daha iyi olduğuna karar verdiler. Bu, güçlü bir özlem yaratmanın, insanlarda kolayca dönüşebilmelerini sağlayan bir yoğunluk yaratmanın yoludur.
show tv de ki doktorlar dizisinin olası sezon finalidir. diziyi hiç izlememiş birisi olarak, hepsinin bir anda uyanıp "enee rüyaymış ya lan" demesini bekliyorum.
Pokemon serisini hepimiz biliyoruz. Oyun olarak başlayıp dizi ve filmi de çıkan seri. Ama benim gözlerimlerime göre bu pokemon denen seri korkunç, iğrenç ve beyin yıkayıcı bir seriden başka bir şey değil. Neden mi?
1-Asya Milliyetçiliği; Pokemon bizim dünyamızda geçmiyor, bizde hayvanlar varken orada pokemonlar var. Ama başka bir dünya olduğu halde isimler, tipler, karekterler japonca. Ayrıca her sezonu farklı bir Japonya bölgesinde geçiyor. Kanto gibi mesela. Dizi boyunca japonya gelenekleri görenekleri, mimari yapılar vesaire gözümüze çarpıyor. Diğer ülkeler neden yok
2-Hristiyanlık Propagandası; Hanginiz pokemondaki karekterini camiiye götürebiliyor? Hiçbiriniz. Çünkü oyunda camii yok. Ama oyundaki bir şehirde kilise var. içine girince oyunun müziği kesiliyor. Saygı uğruna, camiide böyle bir olay yok çünkü camii yok!
3-Irkçılık; En son çıkan oyun serisi Pokemon Black & White oyunları. Nintendo DS konsolu için yapılan bu iki versiyon bütün dünyada büyük olay yarattı. Beyaz ten rengiyle white versiyonunu alan Amerikalı bir çocuğa siyahi arkadaşından tehditler yağdı ve aile farklı ırkları birbirine düşürme gerekçesiyle bu durumdan şikayetçi oldu.
4-Hayvanlara karşı şiddet; Oyun doğada bulunan hayvanları zorla yakalayıp kendilerine itaat etmeye zorlayıp, sonra sırf kendi zevkleri için birbirleriyle ölümüne dövüştürmeyi konu alıyor. Daha söyleyecek bir şey var mı?
5-Komünizm; Oyun başta ne kadar masum gözükse de gizli bir dil ile komünizmi aşılıyor küçük beyinlere. Oynarken fark ettiğim birkaç detay:
-Oyunun başında, oyunda güçlü olabilmemiz için, alabileceğimiz 6 pokemonu da eşit olarak eğitmemiz ve hepsine eşit ilgiyi göstermemiz gerektiği söyleniyor.
-Oyunda çiftçi, işçi, çobanlık gibi belli rakip tipleri var ve bu tipler bir elin parmaklarını geçmiyor. Her çeşit kendi benzerleriyle birlikte savaşıyor ve herkes mutlu olsun diye aynı ortamlarda bulunuyorlar
-Oyundaki ihtiyaçları dağıtan bir tek firma var (Silph Co.) Bu da devletin ticaret konusunda tekelleşme isteğini anlatıyor.
-Oyundaki mezarlıkta ölü pokemonlar var. Çok kişiyi öldüren Stalin'in ''Büyük Temizliğine'' gönderme yapılıyor. Burada kişiler pokemonlar.
-Karekter konuşamıyor, Bu da Çar zamanında konuşma özgürlüğünün yetersizliğine yapılan bir gönderme.
-Oyunda televizyon bütün yaptıklarınızın izini tutuyor. Tıpkı Sovyetler Birliği'nin vatandaşlarına yaptığı gibi.
6-Uyuşturucu kullanımı; Oyundaki bazı iksir gibi eşyalar kullanınca pokemonunuzun mutluluğunu arttırıyor, ama bunun yanı sıra pokemonunuzu zehirleme, felç etme, başını döndürme gibi yan etkileri bulunuyor. Ayrıca oyunda ''asit'' diye bir saldırı var ve bunun da LSD'ye yapılan bir gönderme olduğu düşünülüyor.
7-Hırsızlık; Oyunda para kazanmanın tek yolu başka eğitmenler ile dövüşüp onları yenince zorla paralarını almak. Çocuk, yaşlı dinlemeden para kazanıyorsunuz. Üzerine bahis oynayıp kendi hayvanlarınızı dövüştürmek gibi.
8-Kumar; Oyunda slot makineleri için özel kumarhaneler var ve oyun parası ile oynuyorsunuz. Kumar zevkini çocuklarınıza öğreten bir oyun daha ne denilebilir ki?
9-Faşizm; Dizideki kötü grup olan roket takımı kahramanlarımızı her gördüklerinde kışkırtıcı bir şiir okuyorlar. Şiirlerinin bir cümlesinde ''
10-Çocuklara karşı şiddet; Dizideki 10 yaşında çocuk kahraman olan Ash'in pokemonlarından biri olan Charizard, Ash'i bulduğu her fırsatta ağzından çıkarttığı ateş ile yakıyor ve arkadaşları da gülüyorlar. Çocuklara yanmak acısız ve komik bir eylem olarak gözüküyor.
Bu yazı büyüyüp akıllanan eski bir pokemon hayranı tarafından yazılmıştır.
11 eylül saldırılarının 11. yıl dönümünde abd elçiliklerine yapılan saldırılardır. olay kahire büyükelçiliği ve libya'nın bingazi şehrindeki konsolosluğuna aşırı islamcı gruplar tarafından düzenlenmiştir. bir amerikalı diplomatın öldüğü saldırı için benim şahsi fikrim ise ;
2023, lozan antlaşmasının 100. yılı ve cumhuriyet'in 100. yılıdır. "cumhuriyet'in 100. yılında, yeni bir rejim ile cumhuriyeti yıkmak planlanan bir amaç mıdır acaba ?" sorusunu sordurtur.