sakin bir hayat sürmek için istanbul'a, ailemin yanına dönüş yaptığımdan bu yana, elimde olmadan, içten içe eski hayatımı düşünüyordum. zihnimden çıkmıyordu eski yaşantım. bazen üç dört saatlik uykumda rüyalarıma giriyorlardı. ve dün, kerem'le birlikte birkaç arkadaşla daha dışarı çıktık. (kerem, yıllar önce herkesten her şeyden uzaklaşmaya birlikte karar verdiğimiz ve gittiğimiz, çocukluğumuzdan beri birbirimizi anlayabildiğimiz tek gerçek arkadaşımdır.)
gerçekten hızlı bir geceydi. işte böyle geceler sayesinde nefes alabiliyorum. yeryüzünde böyle geceler de yaşanabildiği için yaşamak isteği ölümün üzerine nadir de olsa çıkabiliyor. bir süreliğine hayatı boş vermek. eğlenmek. mekanda kendisinden geçenleri izlemek. dünyadan kopmak. her şeyi bir anlığına unutmak. başka ne isteyebilirim ki? tabii gece boyunca kanımdan hiç çıkmamış alkolü de selamlamayı unutmamalıyım. tüm bunlardan vazgeçmeye karar vermiş olsam da, bir anda vazgeçemiyor insan alışkanlıklarından, geçmişinden. tıpkı bir uyuşturucu gibi. bir anda değil, dozunu azaltarak. yavaş yavaş.
gece kendini sabaha bırakmaya hazırlanırken dönmüştük kerem'in evine. odasına çekildiğinde on dakika bile geçmeden sızdığına emindim. başlamıştır rüyalarını saymaya, dedim içimden. onun da ölmesini engelleyenler, işte o rüyalar. uykuyu, rüyaları, huzur dolu o sihirli durağın bir limanı gibi görüyordu. evi gibi görüyordu. ben huzur dolu o limanı, o evi aramadım hiçbir zaman. hiçbir yeri, bir gün geri dönerim diye terk etmedim. eminim ki kerem, her gece rüyasında, hep o beklediği huzurlu evini görüyordu. uyumak için kapattığı gözlerini o evde açıyordu. uyanıkken ulaşamayacağı huzura rüyalarında ulaşıyordu. ve huzuru rüya olmuş birinin yanında ben, çok uzaktım o huzur dolu eve. misafir olmayı seçmiştim çünkü bu dünyada. o yüzden yaşayamamıştım bir yerde kalıcı olarak. o yüzden terk etmiştim yaşadığım yerleri.
uyumadan dinlenmeyi küçük yaşlarda keşfettim. gözlerim kapalı ne kadar uyumadan kalabileceği test ettim. ve uyanık kalmanın tek yolunun hayaller kurmak olduğunu fark ettim. gözlerimi araladığımda, normal bir uyku sonrasından çok daha fazla dinlenmişlik buluyordum kendimde. ve benim hatam bu oldu. hayal etmeye küçük yaşlarda başlamıştım. ama artık hayal edecek pek bir şey bulamıyorum. belki de çok fazla tanıdım hayatı. ama farkındayım. artık kusma zamanı.
dün, sabaha karşı 2-3 saat uyuyabilmek için uykuya teslim olmaya karar verdim ve korkunç bir rüya gördüm. çok kişisel bir kâbustu. eli bıçaklı katiller tarafından kovalandığım rüyalar hiç görmedim zaten. gördüğüm rüyada on yedi yaşımda ve o yıllardan şu ana kadar tek 'gerçek' arkadaşım olan kerem'in evinde buldum kendimi. evde annesi, babası, kız kardeşi ve birkaç arkadaşı vardı. kerem'in gittikçe bozulan hayatını fark ettiklerinden, beni de bu durumunun tek sorumlusu olarak gördüklerini düşünüyordum. konuyla ilgili tanıklık ettikleri itibariyle, bundan emin olacak kadar bilgi sahibi olabilirlerdi. kerem'le ne zaman görüşsek, ikimiz de daha önceden değer verdiğimizi sandığımız birkaç şeyden vazgeçiyorduk. bazen bir anı, bazen bir arkadaş, bazen bir eşya.. rüyamda, evin bütün odalarına girip çıkarken, kerem'in annesi ve babası da beni ayrı ayrı yanlarına çağırıp konuşuyorlardı. ağızlarından, dünyanın en küçük ama buna karşın en acı verici iğneleriyle dolu cümleler çıkıyordu ikisinin de. kerem de evdeydi. ailesinden saklamaya çalıştığı sigara paketi, pantolonunun cebinden belli oluyordu. ve ben, kendimi bundan da sorumlu hissediyordum. hiçbir şey yapmadan evin içinde geziyor ve ailesinin bana çektirdiği işkenceyi seyretmekle yetiniyordu. sanki bana, ''evet. senin yüzünden. ben senin yüzünden üzüyorum ailemi'' der gibiydi. gördüğüm bu rüya yüzünden fazla uyuyamadım zaten. uyandığımda beni uyutmayan bu rüyayı düşünürken, eski anılar da başladı gözümün önüne gelmeye, birer birer. rahat bırakmadılar beni.
on beş yaş sularındayken, gezmek için ailemle gittiğimiz şehirlerin mezarlıklarına uğrardım mesela. annem ve babam beni birkaç saatliğine serbest bırakırlar ve gezmek için geldiğimiz şehrin sokaklarında gezmem için cebime biraz para koyarlardı. ben de hemen gidip ilk gördüğüm taksiye atlar ve en yakın mezarlığa gitmesini isterdim şoförden. bir sürü şehrin mezarlıklarını gezdim. tabii bu bayramlarda yapılan bir tür mezarlık ziyareti gibi değildi. ben kimseyi ziyaret etmiyordum, çünkü kimseyi tanımıyordum. sadece havasını solumak istiyordum mezarların, toprağın, mermerin. mezar taşlarının üzerindeki yazıları okurdum. altında yatan, bir zamanlar nefes alan, kitap okuyan, film izleyen, kavga eden, sevişen, kahvaltı hazırlayan, yani kısacası, 'yaşayan' ama artık cesedinin çoktan böceklere yem olmaya başladığı bu kişilerin nasıl biri olarak yaşadığını hayal etmeye çalışırdım. tabii bir mezar taşının karşısında durmak, filmin ya da kitabın sonuna bakmaya benzer. ne olmuşsa olmuş, ne yaşanmışsa yaşanmış, ne yapmışsa yapmış ve sonunda kendini gömdürmüştü. en azından, kesin olarak bildiğim bir şey vardı bu hiç tanımadığım adam ya da kadında. o da, nefes almadan yıllarca toprağın altında duruyor olmalarıydı.
tuhaftır anılar. insanı huzura da sürüklerler, huzursuzluğa da. keşke unutabilseydik her şeyi. sıfırlayabilseydik zihnimizi. nasıl ki doğa ölen kişileri unutmamız ve artık nefes almayan cesetlerinin kokusunu hissetmememiz için onları gömmemizi emrediyor, bizler de doğanın emrettiği gibi unutabilseydik keşke gerekli gereksiz tüm bilgileri, anıları, insanları. ve eminim o zaman, bu kadar zor olmazdı insanların mutluluğu yakalaması.
öncelikle bu satırları neden yazdığımı, daha doğrusu neden itiraflar başlığına ara ara bir şeyler karaladığımı bilmiyorum. sanırım, yazarak, bi' tür dolu olan zihni boşaltmak bu yaptığım. mutlaka vardır psikolojide bir adı, benim bilmediğim.
o gün, o otel odasında, zihnimdeki düşüncelerle boğuşurken, sesinin nereden geldiğini bilmediğim scorpion-still loving you parçası çaldığı için buraya bırakmak istedim parçayı, bunları yazarken. https://www.youtube.com/watch?v=N3lYwZc2ilI
yaklaşık iki hafta kadar önce. o kadar düşünceliyim ki o akşam, izmir'i arşınlıyorum. baya bir yürüdükten sonra önüme ilk çıkan yokuştan aşağı indim. alsancak tarafına geldiğimde birkaç sarhoş insan gördüm. ben de içmek istedim ama bilincimin yerinde olması gerekiyordu, içinde bulunduğum durumu düşünebilmek için. bir sigara yakıp devam ettim yürümeye, neye ihtiyacım olduğunu, neyi aradığımı bilmeden.. sonra karşıda ışıklı bir pano gördüm. dandik bir otel/pansiyon tarzı bir yerdi. evimin olmasına rağmen, girdim binanın kapısından içeri. ortasına serili kırmızı halının üzerinden geçerek resepsiyona geldim. yaşlıca bir adam oturmuş televizyon seyrediyordu masasında. ''bir oda istiyorum'' dedim. ''kaç saatliğine'' deyince gözlerini televizyondan ayırmadan, anladım otelin aldığı yıldız adedini. ''bir gece'' dedim. aldım anahtarı çıktım yukarıya, odama. yatak, masa ve sandalye vardı yalnızca. duvarda ise bir poster asılıydı. masanın üzerinde küçük ve eski bir abajur duruyordu. yaktım. ışığı, aydınlattı duvardaki posteri. bir manzara fotoğrafı. kıbrıs'tan. küçük palmiyelerin olduğu bir sahil. ister istemez acı bir tebessüm yayıldı dudaklarıma. çünkü baya bir zamandır kıbrıs'a gitmeyi düşünüyordum.
sandalyeyi camın kenarına çektim. oturup uzattım ayaklarımı yatağa. ne kadar yürüdüğümü ve yorgun olduğumu o an anladım. paketten bir sigara çıkarıp yaktım karanlığa. duman dans etmeye başladı abajurun loş ışığında. düşünmeye başladım. neden herkesten uzaklaşmayı, kaçmayı seçtiğimi düşündüm dandik bir otel odasında, camdan sokağı seyrederken.
ailemin, dostlarımın ve tanıdıklarımın olduğu yerde düzenli bir hayat süremeyişimi, kaçışımı düşündüm. bundan önceki yolculuklarım geldi aklıma. 4 sene önce antalya. yaklaşık 7-8 ay orada kaldıktan sonra tekrar istanbul'a ailenin yanına. ondan birkaç ay kadar sonra bursa. bi' 4-5 ayda da orada kaldıktan sonra yine istanbul'a. bu olaylar zinciri kovalayıp durmuştu kendini daha sonra da. çanakkale, ankara, şimdi de izmir. bu süre zarfında istanbul'da kaldığım en uzun süreç 2014-2015 yılları arasındaydı. o da yaklaşık 1 - 1,5 yıl ya olmuş, ya olmamıştır.
değişmiş miydi peki düşüncelerim herkesten uzaklaştıktan sonra? hayır. uzaklaşmaya, gitmeye karar verdiğim o gece neler hissettiğimi, neler düşündüğümü hatırlıyordum ve hâlâ aynı düşünceler içerisindeydim. aklım çok karışıktı. her gözümü kırptığımda, kaçak hayatımda yaptıklarımı görüyordum. yolları, evleri, sahilleri, gittiğim şehirlerdeki sevgililerimi, barları, kadınları, sokakları, kavgaları.. sanki hepsi de o gece beni pişman etmek için dönmüşlerdi. Sanki kapının altından bir sis bulutu gibi girmişlerdi odama. hiçbir işe yaramamıştı acı ve zevk dolu bunca yolculuğum. sevdiğim bir söz vardır benim mesela;
''hayat, ölene kadar hissedilen zevklerden, çekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. hayat = zevk - acı. sonuç pozitifse yaşamışsındır hayatı. negatifse ölmüşsündür doğduğun gün. tabii bir de sıfır ihtimali var. bu durumda ise zamanın yetmemiştir hayatı anlamaya. erken ayrılmışsındır partiden, göremeden sonunu..'' işte ben de böyle düşündüm yıllarca. ne kadar eksik oysa! ne kadar ilkel. ne kadar korkunç.. bir insan kendini nasıl bu denli aza indirebilir ki? nasıl, sadece 'acı ve zevk' gibi iki zıt kavramın, tüm varlığına hakim olmasına izin verebilir?
düşünceler birbirini kovalıyordu. bir sigara daha yaktım. 'ben ne yapıyorum' temalı düşüncelerime devam ettim. aslında hiçbir şeyin değişmediğinin farkına yavaş da olsa varmak canımı yakıyordu. üşümeye başlamıştım. ama dışarıdaki soğuk rüzgarın etkisinden değil, aklımdan hızla geçen düşüncelerin rüzgarından.
yıllarca, yaşamım boyunca bu hayattaki kararlarımı kesin bir yargıyla vermiştim kendime hep. ama şimdi her şeyden tereddüt eden biri olmuştum. bilmiyordum burada kalmaya devam edip etmeyeceğimi.. gidersem nereye gideceğimi.. en başa dönmüştüm yine. ne farkım vardı şimdi, uzaklaşmaya ilk karar veren yıllar önceki benden? koca bir hiç. yıllar boşa dönmüştü. takvimlerin yaprakları boşa dökülmüştü. ben hâlâ aynı bendim. kendimde duyduğum nefretin seviyesi ölçülebilseydi eğer, elbet bir madalya olurdu boynumda, altından. sadece hâlâ nefes alabildiğim için yaşıyor olmayı yakıştıramıyordum kendime. zaten benim sorunum hep hayatı kendime yakıştıramayaşım olmuştu ve başladığım noktaya döndüğümü görmek midemi bulandırıyordu. uyumak istedim o an. uyuyup her şeyi unutmak. uykuyu çok seven insanlar gibi. onlar gibi rüyalar görmek istedim. ama bütün dünya sözleşmişti sanki, bana gözlerimi kapattırmamak için. sürekli kendime bundan sonra ne yapacağımı soruyordum. hep aynı soruyu. yüz kez. bin kez. istanbul'a, ailemin evinin olduğu yere dönmek geçti aklımdan, kalıcı olarak. ama daha düne kadar bunlardan tamamen uzak olan ben, korkuyordum, bu boktan otel odasında bu düşüncelerden. iyileşmiyordu çünkü içimdeki ben. çıkacağına, daha da dibe dalıyordu. onu çıkarmak için uzattığım elime tükürüyordu.
camı açtım. rüzgar girsin diye. içimdeki rüzgara karışıp fırtına etkisi yaratsın diye. bir sigara daha yaktım. Kıbrıs'a gitmeyi düşündüm. gerekli her şeyi halledip gitmeliydim oraya. çünkü hiçbir yere ait değildim ben. doğa, bana bir aile vermişti. ama ben onlara da tamamen ait bir yaşam sürememiştim. sonra, yanlıştı, diye düşündüm. hepsi yanlıştı. hepsi hataydı. herkesten, her şeyden uzaklaşıp kaçmak, gittiğim yerlerde çektirdiğim ve çektiğim zevk ve acılar. hepsi hataydı. bunu o gece anlamıştım. kendimi, zihnimi kaplayan garip düşüncelerimi unutmak için yapmıştım her şeyi ama bir işe yaramamıştı. hâlâ aynı kişiydim. yıllar önce herkes derste ders dinlerken, en acısız ölüm yollarını defterine karalayan kişiydim. oysa yapmam gereken ''düşünceleri kontrol altında tutup, herkes gibi sıradan bir hayat sürmek'' eylemini yapamamıştım. diretmeliydim oysa monoton bir hayat için. mücadele etmeliydim düşüncelerimdeki delilikle. çok çabuk yenilmiştim kendime. ve kaderin bana armağan ettiği cesaretim, belki de bir cezaydı. şeytani bir ortaklıktı bizimkisi, aklımdaki en gizli hayalleri ortaya çıkarmak için kurulmuş olan..
bir zamanlar uyurdum. hatırlıyorum o günleri. annemin yeni değiştirdiği çarşafların kokusunu içime çekerdim ve gözlerimi kapattığımda gelirdi uyku bekletmeden. peki nasıl bu hale gelebildim? nasıl bu kadar insanlıktan çıkabildim? seyrettiğim filmlerdeki kahramanların gerçek olabileceklerine nasıl inandım? belki de ilk ait olduğum yeri terk ettiğim için böyle düşünüyordum. korumasız kalmıştım. yine, şehir beni yemeye çalışıyordu, her zamanki gibi.
sigara paketi bitmişti, gece yerini sabaha bıraktığında. şimdi ne yapacağımı düşündüm. en acıklı bölümüyse, önümdeki tercihlerin hepsinin birbirinden zor oluşuydu. izmir'de kalmak pek içimden gelmiyordu artık. herhangi başka bir şehre yeni bir hayat kuracak kadar da inançlı ve istekli değildim. birden, eskisi kadar duygusuz olmadığımı fark etmiştim.. bir gecede değişmiş miydim? hayır. sadece kendimden uzun yıllar gizlediğim insanlığım, mezarından elini çıkarmaya başlamıştı. kafamdaki düşüncelerin sarhoşluğundan olsa gerek, bu otel odasında kendimi öldürmeyi düşündüm. tavanda sallanan ampul ve kablosu çok uygundu. ama korktum. evet, ölümden korktum. ölmekten. cesedimin oteldeki kirli bir battaniyeye sarılmasından korktum. şimdiye kadar ölümden zerre kadar korkmayan ben, ölmekten korktum. ama yine ölümün kendisinden değildi bu korkum. sadece, hâlâ istediğimi kazanamamış olmaktan dolayı yaşamak istedim. bunca yıldır bulamadığımı kazanmak için ölmedim o gece. ve geriye kalan tercih en yıpratıcı olandı. bu düşünce nasıl geldi aklıma bilmiyorum ama, yerleşmişti bir şekilde diğer seçeneklerin arasına. ''geri dön'' diyordu bu tercih. istanbul'a, ailene, eve, kendine, hayata, bir daha gitmemek üzere, kalıcı olarak geri dön.
hâlâ oteldeydim. hâlâ çıkmamıştım odasından, kıbrıs'a gitmeye hazırlanmak için. hâlâ asmamıştım kendimi, ampulün ucunda sallanan kabloya. ve artık biliyordum hangi yolu tercih ettiğimi. evime dönmek istiyordum. ailemin yanına. kalıcı olarak. hayata yeniden başlamak. bıraktığım yerden değil ama. daha geriden. hiç bu düşüncelere bulaşmamış halimden itibaren başlasın istiyordum hayat. bu, boyaları dökülmüş dört duvar arasında ruhum bedenime geri dönmüştü. artık gerçeği biliyordum. bir yerlerde hayatın ve mutluluğun olduğunu, aşkın kol gezdiğini biliyordum. hayatım boyunca yokluğunu hissettiğim bütün insanlığımı, sevgiyi yaşayacaktım. bugüne kadar reddettiğim bütün hediyeleri kabul edecektim.
kapıyı açıp çıktım odadan. yaşlı adam koltuğunda uyuyordu. aşağı inip yiyecek bir şeyler almaya çıktım. hava aydınlanmıştı ama saat hâlâ erkendi. işine, okuluna yetişmeye çalışan insanların kalabalığı çok değildi. yüzümde anlamlandıramadığım hafif bir tebessüm vardı. içimdeki bu iyimserliğin nedenini anlamış değildim. büyük ihtimalle çaresizlikten kaynaklanıyordu. o kadar ne yapacağımı bilemez bir duruma gelmiştim ki, mutlu olabileceğimi düşünmeye başlamıştım. çünkü bugüne kadar belki de denemediğim bir o kalmıştı. Bir gecede o kadar iyimser ve pozitif olmuştum ki çaresizlikten, pollyanna bile benim yanımda eroinman bir orospu kadar umutsuz kalırdı!
bir fırın buldum. birkaç poğaça aldıktan sonra otele doğru yürümeye başladım. Karşıda kepengini kaldırıp dükkanı yeni açan bir bakkal gördüm ve daldım içeri. o an, ağzımdan çıkacak sözün çok büyük bir önemi vardı benim için. iki kelime.. yalnızca iki kelime arasında gidip geliyordum tıpkı bir duvar saatinin sarkacı gibi. süt, bira. süt, bira.. süt, bütün iyi niyetiyle birlikte; kıbrıs'a dönmemin ya da herhangi başka bir yere kaçmamın başlangıcı olacak olan bira'ya karşı savaşıyordu. eğer otel odasına, buradan alacağım birkaç birayla dönüp, öğlene kadar şişelerin içini boşaltıp, duvardaki kıbrıs posterindeki manzaraya baksaydım, derhal kıbrıs'a gitmek için gerekli hazırlıkları yapmaya gideceğimi biliyordum.
elimi uzatıp aldım, bakkalın siyah bir torbaya koyduğu sütü. ve dışarı çıkıp otele doğru yürüdüm kahvaltı yapmak için. poğaça ve süt. menü biraz zayıftı ama yıllar sonra yeni bir hayat için mükemmel olduğunu düşündüm. otel kapısından girdim. aynaya baktım. uykusuzdum. önemsemedim. bedeliydi bunlar, başlayacak olan temiz ve yeni hayatımın. ve merdivenleri çıkarak odama girdim. masaya oturup açtım poğaçaları. kokusu yayıldı sanki tüm şehre. kahvaltı bittikten sonra, yıllardır kaçak gibi yaşadığım bu hayatımın, uzun bir tatil olduğunu düşündüm. tatile çıkmıştım ben. ve geri dönüyordum.
sütün bütün pislikleri temizlediğine inanırdım ben çocukken. her gizli gizli içtiğim sigara ve içkiden sonra süt içerdim. aklıma, ailemin benim yüzümden acı çekip çekmediği ihtimali geldi. eğer benim yüzümden acı çekmişlerse, kendime olan nefretimin ölçülemeyecek boyuta geleceğine emindim. tek istediğim unutmaktı. yaptıklarımı, geçmişimi, her şeyi. inanıyordum her şeyi düzeltebileceğime, yeniden başlayabileceğime..sonra umutsuzluk çöktü birden içime. hayır, diyordum. bu iyimser düşüncelerinin hiçbiri gerçekleşmeyecek. değişemeyeceksin. her gece birileri uyurken, sen gözlerin açık kabuslar göreceksin, diyordum. ve bu ihtimal küçümsenemeyecek kadar fazlaydı. süt işe yaramamıştı. rakı kadar kirletmişti boğazımı ve aklımı.. ama ruhumdaki bütün duyguları teker teker öldüren ben, bir insan da olabilirdim. süt ve bira arasında giden o sarkaç, canavar ve insan arasında gidip gelmeye başlamıştı şimdi de. benimse, sarkacın ucunda sallanmaktansa midem bulanmıştı. belki de süttendir, dedim kendime. uzun zamandır içmediğim için tadını unutmuş olmalıyım.
tekrar tekrar geçiyordu düşünceler aklımdan. sorular. yanıtlar. pişmanlıklar. çığ gibi kovalıyorlardı beni. aklımdan binbir türlü şey yapmak geçiyordu. hiçbirini yapmadım. normal bir insanın sahip olduklarına erişme isteğim o kadar fazlalaşmıştı ki, ne duyuyor, ne de görüyordum geçmişimi, düşüncelerimi ve de kendimi.
kalktım masadan. duvarın önüne geldim. ve kıbrıs posterini çıkarıp, buruşturup çöpe attım.
ve şimdi buradayım, istanbul'da, ailemin yanında. tam 12 gündür! her şey yolunda. tabii aklım, kıyısında köşesinde kalmış ve sallanan ''geri dön'' sarkacını saymazsa.. zaman neler getirir bilmiyorum. çünkü yarın ne olacağını bilemeyecek kadar insanız hepimiz. ve ben de diğer herkesin yaptığı gibi yapmak istiyorum; bekleyip ve görmek..
ölmek için dünyaya gelişimizin mantıksızlığı o kadar büyüktür ki, hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar devasa boyuttadır. ölüm olmasaydı anlayabilirdim belki doğumu. anlayabilirdim çekilen çileleri, zevkleri. ama ölüm olduktan sonra neye yarar yemekler, gezmeler, eğlenmeler, sevişmeler? neye yarar savaşlar, filmler, nobeller, aileler? madem bi' gün nefes almayı bırakacak, madem bi' gün kan pompalamayı kesecek, madem bi' gün 2 metrelik çukurun içinde böceklere lunapark görevi göreceğiz; ne gerek vardı bunca zahmete? doğmadan da ölebilirdik. gerek yoktu bu kadar aşka ve nefrete. acıya ve zevke. gerek yoktu bu kadar eziyete ve cinayete. Doğmaya ve büyümeye. Gerek yoktu bu kadar çoğalmaya. Gerek yoktu bu kadar mezarlığa.. Gerek yoktu oksijenin bağımlısı olmaya, bi' gün ölüm kucak açacak nasılsa.
Uzun zaman önce fark ettim. Ben "hareketlerimin sonucu ne olur?" Diye soramıyorum kendime. Çünkü hesaplamayı bilmiyorum. Bir gün öldürüleceğime eminim. Bir gün sıkıntıdan ya da yorgunluktan karşı koyamayarak beni öldürmelerine izin vereceğim. Doğal nedenlerle ölmeyecek kadar doğa düşmanıyım çünkü. Doğa düşmanlığımın en büyük ispatı ise topraktan nefret ediyor olmam. Attığım her adım, bugüne kadar içine gömülmüş ve karışmış milyarlarca ölüyle dolu. Birinin burnu, diğerinin ayakları.. Bunların üzerine basarak gidiyor milyarlarca insan işine, okuluna, evine. Hepimizin bastığı yerde ceset var. Hepimizin altında bir ölü var. insanlık, gömdüğü yakınlarının üzerinde yürüyor. insanlık, ölümün üstünde duruyor, koşuyor, spor yapıyor, sevişiyor..
Yarar yok bu dünyada. Ölüm varsa yarar yok. Ölüm bütün sihri bozar. Kurtardığın hayatlar da ölür. Aldığın ödüller de paslanır. Doğduğun ev de yıkılır. her zaman ölüm kazanır. O yüzden kimse uyandırmasın kimseyi. Herkes mutlu çünkü uyurken. En kötü kabus bile iyidir hayatın kendisinden.
Mesela ben küçükken, yıllar önce, okuduğum kitaplardaki, izlediğim filmlerdeki yalnız insanlara özenirdim hep. Yalnızlara. Konuşacak kimsesi olmayanlara. Sonra hayat beni buralara getirdi. Tabii ayaklarımın ve düşüncelerimin azımsanamayacak yardımıyla. Ve artık o roman karakterlerinden biri oldum. O kitaplardaki yalnızlığı çok gösterişli bulurdum. Aynı zamanda da korkutucu. Kendime "bu kadar yalnız kalınabilir mi?" Diye sorardım. Sosyal hayvan insan, dayanabilir mi kimsesizliğe? Ama artık biliyorum yalnızlığın korkulacak bir yanı olmadığını. Tabii bunu ruh sağlığı yerinde ve içlerinde tek bir kişilik taşıyanlar için söylemiyorum. Sözüm, benim gibi içinde binlerce ruh taşıyanlara, efsanelerdeki canavarlar gibi yedi kafalı tek bedenli insanlara. Ben hep kalabalık oldum aslında. Şehrin uzağındaki bir semte giden günün tek otobüsü kadar kalabalık. Tıkış tıkış. Herkesin üst üste olduğu bir otobüs kadar. Ama kendimden bir tane daha olmadığı için, hep nefret ettiğim şu klişe söz grubuna ben de dahil oldum; kalabalık içinde yalnızlık! Ve zamanla en büyük korkum oldu, belli bir gruba dahil hale gelmek. Sayıca kalabalık bir teşkilatın üyesi olmak utanç verici geliyor bana. O yüzden kaçtım ben de. Ama sonra fark ettim ki, ne ben, ne de bir başkası hiçbir yere ait değildi. Ait olmak bir kandırmacaydı küçük çocuklara anlatılan. Hiçbir yerde hiç kimse beklemiyordu hiç kimseyi. Ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. Ne kadar terk edersen o kadar ölürsün.. kaldım ben de olduğum yerde. Her şeyi denedim. Belki de sorun buydu. Ben ne istediğimi bilememiştim hiçbir zaman. Ve dolayısıyla her şeyi deniyorum. Belki görünce istediğim, uğruna yaşadığım şeyi hatırlarım diye.
Bu şekilde her şeyi deneyerek de çok şeyi yok ettim, yok ettik zaten. insanlığımızı, ahlakımızı, dünyayı çok uzun zaman önce yok ettik. Ve hissediyorum. Şimdi sıra anılarımızda ve hayallerimizde..
hayatımda son 3-4 ayda her taşın yerini tek tek oynattım. kaldırdım, kopardım, fırlattım ve attım. köklü değişiklikler yaptım. yalnız kaldım. insanın kendisiyle yüzleşmesi kadar kötü bir şey yoktur. Kendimle yüzleştim. kendime anlatamadıklarımı anlattım. herkes farklıdır, herkes başka şeyler ister, herkes her olayı farklı algılar, farklı yorumlar, farklı duygular besler. bunları daha iyi anladım. öfkelendim, güldüm, mutlu oldum, mutsuz oldum, yollarda gezdim, her şeyi elime yüzüme bulaştırdım, kızdım, kaçtım. bunların hepsini ben yaptım. en kötüsü de bunların hepsinin sonunda sağ salim kaldım. üzgünüm. böyle olmayı ben seçtim. böyle kalmayı. böyle yaşamayı. böyle sürdürmeyi. böyle ölmeyi. benim gidebildiğim, kalabildiğim, adım atabildiğim yer, burası. bundan ötesi yok. olsa da yok. Hem, içimde konuşan sesleri duymuyorum artık. duysam da anlamıyorum. anlasam da umursamıyorum. içimdeki ses korkutmuyor beni artık. savaşmıyorum. kabul ettim. yenildim. çabalamayacağım. kılımı kıpırdatmayacağım. sadece kendi çamurumda boğulacağım.
Olmuyor ve bekliyoruz biz de. Belki de insanoğlunun en aciz hallerinden biridir beklemek. hep bekliyoruz, her şeyi bekliyoruz. insan bekliyoruz. iş bekliyoruz. para bekliyoruz. Huzur bekliyoruz. hiçbir şey yapmadan bekliyoruz olduğumuz yerde, durduğumuz yerde. bekledikçe de hiçbir şey yapası gelmiyor insanın. çünkü beklemeyi tek çıkar yol olarak görüyoruz ve bir adım dahi atmıyoruz, olduğumuz yerdeyiz. odalara hapsetmişiz kendimizi. yatağa bağlamışız bedenimizi. bi' sigara yakıp boşluğa dikmişiz gözlerimizi. Bekliyoruz öylece. hareket etmek aklımıza dahi gelmiyor. istediğimiz her neyse ona gitmek aklımızın ucundan geçmiyor. o'nun bize geleceğini düşünmekten 'gelmeyeceği' ihtimali aklımıza gelmiyor. Ya da geliyor ama anlamamazlığa vuruyoruz. Çünkü, Hadi gelin siz de itiraf edin, ihtimaller tutuyor aslında bizi ayakta.
Geçen zaman hiç bu kadar manasız gelmemişti daha önce. özel günleri zaten pek sevmem de, bayram zamanı sevdikleriyle olamayınca insan, hayatın çok boktan olduğunun bir kez daha farkına varıyor, sanki unutmuş gibi. Bomboş, sessiz bir ev. yanında olabileceğin bir sürü kişi varken, bu durumu seçen kişi sen olunca daha da anlamsızlaşıyor her şey. yanında seni mutlu eden ve seni bırakmayan tek şey sigara. Yaktıkça düşünüyorsun. Kurulan hayalleri, yıkılan hayalleri, verilen ama gerçekleşemeyen sözleri, vaadleri. Mesela Bayram için yanlarında olacağıma dair söz vermiştim kardeşime. Özlemişler beni. Ben de özledim ailemi. Ama gidemeyeceğimi bile bile, gidecek enerjimin olmadığını bile bile, belki o gün geldiğinde bir umut gidebilme ihtimalime karşın kardeşim sırf o söz verildiği an mutlu olsun diye söz vermiştim, bayramda yanınızdayım diye. Ama gidemedim. Sırf o an mutlu olmak ve mutlu edebilmek için verilen sözleri düşünüyorum şimdi. Çok acı.. Ümitsizliğin tanımı.. Belki de ümidin, bilmiyorum. Ama sanki her şey daha güzel olabilirdi.
Bir duygumu kaybettim ben. Ama hangisi bilmiyorum. Sevgi mi, empati mi, nezaket mi? insanlarla konuşurken, birden kendim gibi konuşmadığımı fark ettim artık. Sustum ben de. Sustukça kaybettiğim hissin boşluğu daha da büyüyor. Uyuşmuş gibiyim. insanlarla geyik yapıp, sıradan esprilerle konuşmayı sürdürürken, içimde biri isyan ediyor, bağırıyor yardım et kendine, kurtar kendini diye. Yavaş yavaş ölüyorum, kimse görmüyor. Beni görebilecek biri vardı aslında. o da unutmaya çalışıyordu beni en son. Unuttu da. Kendime ise kesinlikle tek bir soru bile sormuyorum. Kalbimden gelen bir cevabın tüm bedenimi sarsmasından korkuyorum. iradem benimle olsun istiyorum artık. Bakmazsam görmem, görmezsem üzülmem. irademi istiyorum. içimdeki o merak bitsin istiyorum. Hiçbir şey kolay değil ama bir kere yanlış yapınca, her şeyin bir anda bitmesi çok zor. Canım yandı yine. Merakımın amına koyayım sözlük.
Bazen bir adım, bazen bir zaman dilimidir her şey. Gerçekleştimek istediklerinize dair planlamadığınız ama eyleme dönüştürdüğünüz ilk andır aslında. Devamı gelsin ya da gelmesin, olayın özü budur.
ilişkiler de çok ucuzlamış. sevginin, emeğin, merhametin değeri hiç kalmamış bu hayatta. öyle kolay harcıyoruz ki elimizdekileri, öyle kolay kırıyoruz ki hiç acımadan 'en sevdiğimiz' dediğimiz insanları, sonra da mutluluk bekliyoruz bu hayattan. baksan herkes huzur istiyor, mutluluk istiyor. ama elindekinin kıymetini bilmiyor insanlar. onu kaybedince anlıyor bazen. bazen de hiç anlayamadan ölüp gidiyor.
"seviyorum, ölüyorum, beraber yaşlanacağız" diyoruz, sonra bir bakmışsınız ki gözünüzün yaşına bakmamışsınız, o'nsuzluğu seçmişsiniz. sen pamuklara sarmışsın onu, o birkaç kelime ile seni yıkmakta sakınca görmemiş. Ya da tam tersi. Sen yıkmışsındır.
Ama bıraktım artık hayatı sorgulamayı. Aptal bir mutluluğun peşindeyim. Fakat içine giremeyeceğim derecede güzel hayatlar var. Dayanmayacağım artık ben de. esip gürleyeceğim hep. bazen fırtına olup her şeyi darmadağın edeceğim. bazen de öyle dingin eseceğim ki, huzur vereceğim herkese. bazen gök gürültüsüne karışıp bardaktan boşanırcasına yağacağım bedenlere. bazen de susamış dudakların merhemi olacağım damlalarımla. bazen iliklere kadar hissettireceğim, gözyaşının damlayamadan donmasını sağlayacak kadar buz olup merhametsizce düşeceğim yüreklere. bazen de o kadar sessiz süzüleceğim ki, gökten düşen ve lapa lapa yağan kar'ın verdiği mutluluk olacağım. bazen ateşi alevle sarıp sarmalayıp ruhu da, bedeni de ayrı ayrı karış karış umursamadan tutuşturacağım ayırt etmeden kimseyi. bazen de ufukta beliren kızıl kuşak gibi gözlere ziyafet olacağım..
* uyumadım. pişman olmadım. kendimden bile. ben gerçektim. dünyanın en gerçeği! bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim. biliyorum, beni linç edecekler. beni bütün dünya öldürecek. en derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak. aranızdayım her gece. dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde şam’dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle..
* sustu. garsonun çay ve capuccino'yu masaya koyup gitmesini bekledi. o an, garsonlar geldiği için bugüne kadar yarıda kesilmiş bütün konuşmaları düşündüm. ne ölüm tehditleri, ne evlenme teklifleri beklemişti kim bilir?
* pollyanna benim yanımda eroinman bir orospu kadar umutsuz kalırdı.
"Hiv'den daha ölümcül bir hastalığı vardı bu adamın. üzüntü.. çok üzgündü. hep öyle olacaktı. üzgün ölecekti. görünmez bir hat vardı aralarında çekilmiş olan. zihnini öldürmek isteyişinin en büyük nedenlerinden biriydi bu hat. O'nun döktüğü her gözyaşını bu adam içiyordu. gözyaşı hattı vardı oradan buraya."
Bu iki takım, aynı klasmanda kategorize edilemez bile. Fenerbahçe halktır, farklıdır, ayrıdır, tektir, yardakçıları yoktur, kendi başının çaresine bakar, en kötü zamanda bile yıkılmadan ayakta kalıp, her anlamda rakiplerini sollayandır. Fenerbahçe ve galatasaray arasındaki farkı şöyle anlayabilirsiniz; 3 temmuz komplosu fenerbahçe'nin başına geldi ve her dalda, ekonomi de buna dahil rakiplerini ezdi geçti. Yıkılmadı. Daha güçlü oldu. Bu komplo galatasaray'ın başına gelmiş olsaydı, şu an zaten bitik olan galatasaray, 3 temmuzda kepenkleri indirirdi.
Yani diğer 17 takımın kıskanıp, içten içe de hayranlıkla izlediği bir güçtür fenerbahçe.
Anlatmamak tercih meselesidir Ama anlatamamak, en büyük çığlığıymış aslında insanın. bunu fark ettiğim günden beri tüm bildiklerimi bağırdım, yine olmadı. anlatamadıklarımı anlatanları okudum, benim yerime konuşanları. Sonra sustular bir gün hep bir ağızdan. yazdım. her yere yazdım. anlatamadığım her şeyi anlatamayana kadar, bitene kadar anlattım, beceremedim, bittim. ben bir ışığın altında, sarhoş, önümde boş bir kağıtla otururken geldiler hep. beni kelimesiz de seveceklerini, anlatamadıklarımı anladıklarını söylediler, inanmadım. inadına öyle sessiz kaldım ki bu sefer, boğdu onları, dayanamadılar, gittiler. ben bekledim yine köşemde, kıpırdamadan izledim gelişlerini ve gidişlerini. gidişlerimi ve kaçışlarımı.
Çok eskiden, Bizim istanbul'da o zamanlar oturduğumuz mahallede bi' adam vardı, ali amca. ufacık, 50 kilo bir ihtiyar. bizden 10 yaş falan büyük bir oğlu vardı, rahmetli oldu biz daha çocukken. Ali amca, ağızlığına taktığı birinci sigarasını söndürmeden diğerini yakıp, bütün gün kahve camından dışarı bakardı, hiç kimseyle konuşmadan. saatlerce gözlerini diker, öylece yola bakardı, geleni, geçeni izlerdi. hep "ne kadar meraklı adam" diye düşünürdüm.
bir kış günü, tabi çocuktuk henüz o zamanlar, çocuklarla sokakta oyun oynarken, ali amca yine camdan dışarı bakarken sobayı yaktı kahveci. camlar yavaş yavaş buğulandı. dışarısı hiç görünmüyordu ama ali amca dışarı bakmaya devam etti saatlerce, sandalyesinden kıpırdamadan. sigaralarını birbiri ardından yakarak baktı durdu o buğulu cama yine, tek kelime etmeden. sigarasını çekmese nefes aldığını anlayamazsınız.
üzerinden nerden baksanız bi' 10 sene geçti. nerdeyse sabah oldu .Ve ben bir camın önünde, tüm can sıkıntımı elimdeki şişeden çıkartırken, sigaraları üst üste yakarken, o camın ötesinde tek bir gölge göremezken, tek bir kelime edemezken biliyorum artık ali amcanın nereye baktığını. anlatamadığı için öldü o adam, anlatamadığı için saatlerce Bakıyordu, göremediği her şeye. Daha iyi anladım bu gece.
Bugün çevremdeki insanlardan ilginç bir şekilde ortak bi' cümle duydum; "n'apıyorum ben?" Şirkette, durakta, kafede, orda burda. ilginçti gerçekten evet. Herkes kendisine bu soruyu soruyor; napıyorum ben? Ben söyleyeyim, yaşıyoruz. Ve yaşamak bence en büyük Sanattır. Ama herkes sanatçı olmadığı için de 'yaşam' ile 'hayatta kalmak' birbiriyle karıştırılır çoğu kez..
Yaşamak, sanatçısına keyif veren ender sanat dallarından biridir. çay bardağıyla rakı içen yaşlı bir balıkçının estetik duygusunun kredisi sonsuzdur mesela. ya da kendini yollara vurmuş bir maceraperestin kafasındaki düşünce olgusunun sınırları sonsuzdur.
insanlar dünyaya gelirler. ağlaya ağlaya. öbür tarafın daha güzel olduğunu hissederek. Bu tarafta oyalanırlar biraz. bazıları çocuk yapar. bazıları ise hayvan besler. bitkilerle dost olanlar bile olur. hatta onlarla konuşanlar.
herkes bir şekilde doldurmaya çalışır hayatının içini. Ama unuttukları bir şey var. altı delik olan hayat dolmaz hiçbir zaman. ne koyarsan koy içerisine, altındaki ölüm denen delikten uçup gider her şey.
işte o deliği dikmek için uğraşır insanlar. kimileri tüm eğitim öğretim kariyerlerini yalayıp yutar. evinin salon duvarı madalyalarla/diplomalarla dolu olur.
kimisi ise boş duvara çivi çakamadığı gibi yaşayamaz hayatı. ruhundaki o estetik eksikliğini hissettiği için de debelenir durur. Bi' mana arar. ne kendini öldürebilecek kadar vazgeçer bu taraftan, ne de sımsıkı sarılabilecek kadar değerli bulur bu tarafı. öylece bekler. neyi beklediğini bilmeden. ölümü bekler gibi. hayatı komada yaşar gibi. hayata hakkını vermek adına gider aşık olur. sever. sevilir. Sevgi ister sevgi yoksunu gönüllerden. geri çevrilir isteği. iade-i itibar ister kutsallıklardan. siktiri yer. öylece bekler. yaşam denen sanat dalının ne kadar zor bir sanat olduğunu bildiği için budamaya çalışır dalları. Budamaya kendinden başlar, kendinde biter, kendinde bitirir.. yaşamak zor gelir. ağır gelir. kötü gelir. hastalanır. hastalandığında kabul eder; yaşadığımız için hastalanıyoruz.
paslanır. paslandığında kabul eder; oksijene ihtiyacımız olduğu için paslanıyoruz.
öylece bekler. beklediği bi' mucizedir belki. ya da çok uzaklara göndermiş olduğu kendi zihni..
Sevgili.. en büyük anarşizm bundan doğar aslında. sevgiden, sevgiliden doğar anarşizm. Çünkü gerçekten seven bir insan, sevdiğine ulaşmak için gökyüzüyle yeryüzünü birleştirip, her ikisi arasında kalan tüm canlıları, tüm nesneleri gözünü kırpmadan yok edebilir..
Ama gel gelelim bu devirde artık çok zor bi' eylem bu. insanların sevgiden daha önemli öncelikleri var çünkü. gidilecek işleri, ödenecek faturaları, okunulacak okulları, doyurulacak karınları var. Yani isanların sevgiden daha önemli işleri var bu devirde. bu yüzden manasız kalıyor.
baksanıza mesela gazetelerin üçüncü sayfalarına. elele tutuşup da intihar eden sevgililerin sayısı ne kadar da az. aşık olduğu insandan ayrıldıktan sonra dünyanın amına koymaya yemin etmiş kadınların/erkeklerin sayıları ne kadar da az. hatta yoklar. buhar olup uçmuşlar. herkes et derdinde çünkü. oysa kilosu 15 tl'den satılıyor her köşe başındaki kasapta.
sevgiyi ve aşkı önemseyen, aşkın ve sevginin deliliğini yaşayan kişi çok az artık. bu yüzden de ne bir şey doğuruyor bu samimiyetsizlikte, ne de öldürüyor.. çünkü işleri var insanların. Meslekleri, ünvanları var. mezar taşına sosyal statüsünü yazdıran Gerizekalılar gördüm ben. Ölünün arkasından konuşulmaz derler ama yapacak bir şey yok. Çünkü artık hiçbir şey şaşırtamaz beni. ne sevgiden doğan güzellikler, ne de sevgisizlikten doğabilecek anarşizm. çünkü insanlar mutsuz olduklarında da bencilce davranıyor. mutluyken de bencilce davrandıkları gibi. çünkü insanlar oyalanıyorlar sadece. Geneli değil ama çoğu öyle. bazen bir bedende, bazense bir ruhta. bunu ise hiçbir şey değiştiremeyecek. Tek temennimiz bu oyalanan insanların arasında gerçekten birbirine sarılmak isteyenlerin de yanmaması. Kurunun yanında yaş da yanmasın hesabı.
oysa iki sevgili, anasını belleyebilirdi şu dünyanın. Dünyanın anasını belleyen sansar tüccarların, din istismarcısı ibnelerin, etnik köken ayrımı yapan faşist piçlerin, tecavüzcü orospu çocuklarının analarını belleyebilirdi bu iki sevgili.
iki sevgili, sadece sevgiden beslenip de iki insanın sahip olabileceği tüm deliliği gösterip, dünyayı daha yaşanılası bir yer yapıp, varoluşu yeniden imar edebilirdi. bir kereliğine inansaydılar birbirlerine, konuşmadan anlaşabilseydiler bir kereliğine, o zaman son verirdiler evrende varolan tüm imparatorluklara. ve kendi düzenlerini kurup o uğurda yaşayıp giderlerdi. Ama olmuyor. olmayacak. kırılmış insanların inancı. ilk başta kendilerine olanı. sonra diğer insanlara. yazık kurunun yanında yanacak olan o yaşlara da. Umarım karşı olup yaşarlar hayallerini bu yıkılması güç imparatorluğa.