bu eski hesabımdı.
bu entryi ben girmiştim.
ebru ablayı ve 7 kedisini ben anlatmıştım.
koyu kül renginde olan asya'yı sahiplenme hikayesini ben yazmıştım.
asya öldü arkadaşlar.
asya öldü.
durup dururken günler içinde güçsüzleşti ve tedavilere cevap vermeyerek öldü.
7 kedili ebru ablam perişan.
hayvan sahibi olmayan bilmez, olan da bu acıyı hiç tatmasın.
bahar merhaba demiştir tam olarak dün itibariyle.
akşamlar birazcık serin/soğuk olsa da gün boyu harika bir hava hakim.
gitmedim ama alsancak kordon falan doludur muhtemelen şu son birkaç gündür.
açılışı yaparım ben de yakında. *
tanıştırayım, bizin fakültenin kadrolu kedisi olur kendileri.
sarman, yakışıklı olduğu kadar rahat bir erkek.
onu ancak canı istediğinde sevebilirsiniz, aksi mümkün değildir.
bazen çatıda, bazen 3. katın koridorlarında, bazen derste onu görmek mümkündür.
evet, evet derste.
hatta sınavdan çıktığını gördü bu gözler.
umursamazlıkta ve keyif düşkünlüğünde bir dünya markası.
ortak alanda kitap okurken geldi, kucağıma çıktı ve kitabımın üstüne aynen bu şekilde yattı, uyudu!
ben küçükken annemle pazardan veya marketten alışveriş yaptığımız zamanlarda ben aldıklarımızdan bir şey yemek istediğimde annem hep 'eve gidince yersin' derdi.
ben ısrar ettiğimde de 'alamayan vardır, canı çeker, üzülür' diye eklerdi. ben o zaman hemen susardım. eve gidene kadar beklerdim canımı çekeni yemek için.
bence hepimiz böyleydik küçükken, çoğumuzun annesi de böyleydi.
biz ne ara büyüdükte annelerimizin bu dediğini hatırlamaz olduk?
aksine her aldığımızı, sahip olduğumuzu insanların gözüne gözüne sokar olduk?
alamayan vardır, üzülür diyeceğimiz yerde her aldığımızı, giydiğimizi, yediğimizi sergilemeye başlar olduk?
resmen acımasız insanlarız artık.
sahip olduklarımızdan mutluluk duymak normal ancak başkasının sahip olamadığına sahip olup bunu onun gözüne gözüne sokup tatmin eder olduk kendimizi.
içimiz pisleşti resmen. bizden kötü olanları görüp mutluluk duyuyoruz.
bu tıpkı bedensel engelli birini gördüğümüzde 'aman neler var, halimize şükredelim!' demek gibi bir şey.
kabul edin, hepimiz artık çok çirkiniz. güzelliğimizi kaybettik.
masumluğumuzu yitirdik.
kötü insanlarız artık.
gösteriş, marka, varlık düşkünüyüz ve acınacak haldeyiz.
yok oluyoruz ve bunun farkına varanımız çok az.
tarkan'ın eeeskiii bir şarkısıdır.
arif v 216'da arif ışık karakterinin 90lar şarkılarını söylediği kısımda bu şarkı da yer alıyor bu arada.
cem yılmaz da çok tatlı söylemiş, resmen yaşıyor gibi şarkıyı.
aklıma şarkıyı söylediği sahne geliyor zeki müren kostümüyle*.
soda içmeyi sevmeyen ben, bununla beraber soda aşerir oldum.
böyle tuzlu, ekşi ve aynı zamanda asitli ama asla tatlı değil.
yudumladığınızda önce limonu sonra tuzu hissediyorsunuz.
daha öğreneli üç gün oldu ve üç gündür de içiyorum. canım falan çekiyor.
çok da faydalıymış ayrıca. bir siteden alıntı yaparak şuraya faydalarını sıralayayım:
'churchill in enfes tadının yanı sıra vücudunuzun günlük kalsiyum ihtiyacını dengelemekte büyük bir rol oynuyor. bunun yanı sıra böbreklere, idrar yoluna, bağırsaklara ve mideye olumlu katkıları bir hayli fazla. fakat en önemlisi churchill başlı başına bir alkol tedavisi sağlıyor. alkol sonrası fenalaşma durumunda verilebilecek en güzel ilaç. mide ekşimesine ve yanmasına da iyi geldiği çok iyi biliniyor. ayrıca sindirimi kolaylaştıran özelliği başlı başına bir mucize.'
nasıl yapıldığına gelirsek arkadaşlar zaten bahsetmiş ama ben de yazayım.
önce tuzu, sonra limonu en son sodayı ekliyorsunuz. sodayı yavaş dökün ki taşmasın.
bir çay kaşığı tuz, bir limon, bir şişe de soda.
bu kadar ucuz ve kolay bir şey nasıl bu kadar güzel olur çok şaşkınım.
şöyle kocaman harflerle ilgisizlik ve umursamazlık yazmak istiyorum buraya.
güvensizlik kadar güven veremiyor olmak da büyük bir problem bence.
insanın boyunu aşan yalanlar, kişinin üstüne aşırı gelme, sonunu düşünmeden konuşma, anlayışsızlık, karşıdaki haksız olduğu halde aranız kötü olmasın diye alttan aldıkça insanın tepesine tepesine çıkılması...
offff yani içim daraldı resmen.
en nefret ettiğim ise ilk söz ettiklerim.
ilgisizlik ve umursamazlık insanın sabrını en çok taşıran şeyler.
ha bir de sevdiğini hissettir(e)memek diye bir şey var ki buna inanmıyorum ben.
seven insan nasıl hissetiremez abi? sevmiyorsun demek ki yani*.
liste uzaaaar gider.
yukarıda yazan her şeye katılıyorum bu arada.
onu da ekleyip gideyim.
''her şeyin iyi gittiğini nerden çıkarıyorsun?'' dedi.
''herif rüzgârı kendinden menkul uçurtmanın teki. ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı.''
''fakat müzeyyen, bu derin bir tutku.'' dedim. tırsmaya başlamıştım. haklı olabilirdi.
''evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku.'' dedi, arkasını dönüp gitti.
1. basımı Kasım 2002'de yapılmış.
Bende bulunan ise Aralık 2009'da yapılan 44. basım.
iletişim, başarı ve hayat üzerine.
Kitabın 23 bölümü mevcut ve her bölümden sonra da bir hikaye vermiş bize Ahmet Şerif Bey.
Gerek duyduklarından, gerek okuduklarından alıntı yapmış.
Kitabın 11. bölümü olan Kapı "idealler üzerine" yazılmış ve ben sonundaki, gözümden minik bir damla yaş süzülmesine sebep olan, hikayeyi sizinle paylaşmak istiyorum.
''Yıllar önce hastanede çalışırken ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip veremeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve '''Eğer kurtulacaksa veririm kanımı." dedi. Kan nakli ilerlerken, ablasının içine bakıyor ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı; ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu. Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu: '''Hemen mi öleceğim?''' Küçük, doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanı verip öleceğini sanmış, buna rağmen kanını vermişti.''
Hayatınızı değiştirmeye yetmeyebilir ancak bu sizi etkilemeyeceği anlamına gelmez. Okuduğumuz her şeyin benliğimizde bir etkisi olduğuna inanıyorum.
Her gün instagramda, twitterda 1-2 saat gezmektense her gün 50 sayfa okusanız 4 günde biter.
insanı sıkmıyor ve çabuk okunuyor. Dili de samimi zaten.
Gülümseteceğine ve düşündüreceğine eminim.
Emily Bronté'nin tek romanı.
Bugün ingiliz edebiyatının klasiklerinden sayılan roman, ilk yayımlandığında hem olumlu hem de olumsuz tepkilerle karşılaşmıştır.
Eleştirmenlerin çoğu Uğultulu Tepeler'in özgünlüğünün ve başarısının, onun Bronté kız kardeşler tarafından çıkarılmış en iyi eser yaptığını öne sürmüşlerdir.
böyle bir başlığa entry girerek uplamam ne kadar doğru bilmiyorum ama söylemek istediğim birkaç şey var.
dini/siyasi görüşlerimiz her ne kadar farklı olursa olsun insanlığına kıymet verdiğimden kapalı arkadaşlarım oldu.
temizlerdi ve kokmuyorlardı da.
bunu türbanlı/açık diye ayırmak çok yanlış.
insanın içinde olan bir şeydir temizlik. açık olup duşunu doğru düzgün almayan ve gerçekten kötü kokan insanlar da tanıdım, kapalı olup mis gibi kokan da.
ama sanıyorum ki kapalı kadınların bir kısmı nasıl olsa saçım başım görünmüyor, yağlansa bile farkedilmiyor diyerek yıkanmıyorlar.
bunu kendi kulaklarımla duydum çünkü gözlerimin içine bakarak ve gülerek söylendi.
bu tamamen kişinin kendisiyle alakalı bir durum. rahatsız olan her şekilde rahatsız olur.
ben evden çıkmadığım zamanlarda bile ojelerimi yeniliyorum mesela. kış mevsimindeyiz. bottan, çizmeden başka bir şey giyemiyoruz çoğu zaman ama benim ayak tırnaklarım da ojeli mesela.
neden çünkü ben kendimi öyle daha iyi hissediyorum. kimse dediği için değil, ben öyle istediğim için.
az önceki konuya dönecek olursak, her insanın ten-ter kokusu da aynı değil. kiminin teri diğerinden çok daha ağır kokar. ter kokusu da insanların seçebildikleri bir şey değil, ağır ve baharatlı şeyler yemedikleri sürece.
yine de sık sık kıyafet değiştirip duş alınarak durumun üstesinden gelinebilir.
ter kokusunun kapalı ve sıcak alanda bazen çok rahatsız edici olabildiğini kabul edebiliyorum ve maalesef elimizden bir şey de gelmiyor.
herkes kendi etrafındaki bu tarz insanları tatlı bir dille uyarsa, buraya gelip hayvani üsluplarla girilen entrylerden çok daha fazla işe yarar eminim.
yağmurlu, soğuk bir kış akşamı, soba yanıyor gürül gürül, televizyon açık. abim ve ablam başka şehirlerde. biri okuyor biri çalışıyor.
her zamanki gibi annem babam ben televizyon izliyoruz.
ve dışarıdan bir ses yankılanıyor:
-ayran gibi boza, booozaaaa!
bu tekrarlanıyor hep. geceler birbirine benzer.
ben de çok merak ediyorum bunu o zamanlar.
biz de alalım mı diyorum? annem, istiyorsan inin alın babanla diyor. babam, hadi gel kız alalım diyor. bende bir heyecan tabii. babam sesleniyor camdan 'bozacı!' diye. bozacı mahallemize doğru geliyor ve kapının önünde şimdi. otomatik her zaman olduğu gibi yine bozuk. babam eline uludağ limonatanın boş, temiz şişesini alıyor pata küte iniyoruz aşağı. bozacı 'abi ben çıkardım yukarıya diyor.' sonra babam şişeyi uzatıyor bozacı da bize plastik kaplara koymanın hijyenik olmadığı için yasak olduğunu söylüyor. hay allah! babam, koş cam sürahiyi versin annen diyor. ben ikişer ikişer çıkıyorum merdivenleri. 5 ya da 10 liralık boza alıyoruz. beyazdan daha kirli bir rengi var. kıvamı da koyu. biraz tarçın serpiyor üstüne bozacı. sonra babam diyor ki 'bir kere de biz bağıralım boza diye' ve bağırıyor. sen de bağır diyor. ben de bozacının o güne kadar duyduğum sesini taklit ederek:
-ayran gibi boza boooozaaa!
diyorum. adam aferin benzedi diyor.
sonra iyi akşamlar dileyerek eve çıkıyoruz.
yağmur yağıyor, yollar ıslak, hava soğuk.
hemen birer bardak alıp koyuyorum babamla kendime çünkü annem 'ben istemem.' diyor.
babam 'tarçın da dök tadı öyle olur.' diye ekliyor.
ve o an geliyor. sonunda tadını öğreneceğim bozanın.
bir yudum alıyorum ve yüzüm ekşiyor...
-ya bu ne bee! içmem ben bunu, diyorum. annemle babam gülüyor.
o ana, o akşama geri dönebilseydim eğer 1-2 saatliğine, sırtımı sobaya dayar o bozayı lıkır lıkır içerdim.
(...)
dolaşalım kumsallarda, çılgın kalabalık artık uzaklarda...
yorulursan yaslan bana, sarılıp uyuyalım gün batımında...
belki üstümüzden bir kuş geçer, kanadından bir tüy düşer...
iner döne döne gökyüzünden; hiçbir yüz güzel değil, senin yüzünden.
(...)
evet, gerçekten kendisi de insanı da güzel ama sosyal medyada suyunu çıkardılar izmir'in.
yani internette okuduklarınızla, gördüklerinizle heveslenip şehire geldiğinizde hayal kırıklığı yaşayacaksınız.
o yüzden beklenti duymadan gelirseniz daha mutlu olursunuz eminim.
bahsettiğim izmir'in güzel olmadığı değil abartılı anlatımlarla beklentinin yükseltildiği.
sonra insan gelince 'e buymuş öve öve bitiremedikleri yer?' diyor.
kotexin her şekilde alacağı versustur.
ancak bu kişiden kişiye değişebilir çünkü ikisi -kotex ve orkid- de farklı bünyelerde alerjik reaksiyona sebep olabiliyor.
molpedin adını bile anmıyorum çünkü resmen naylon poşet havası veriyor o.
orkidde de o naylonluğu hissediyorum ben ne kadar yüzde yüz pamuk derlerse desinler.
kotex ise gerçekten pamuk gibi. bir ped hiç mi naylon hissi vermez, hiç mi garç gurç ses çıkarmaz?
gönlümü yıllar önce fethetti kotex.
harikasın bebeyim, aynen devam.
brokoliyi haşladıktan veya buharda pişirdikten sonra- ki ikinci yöntemde brokoliler çok daha güzel oluyor- yoğurdu sarımsak ve tuzla çırparak brokolinin üstüne boca edersiniz ya da ayrı bir kaseye koyup brokolinizi yoğurda batırarak yersiniz.
haşlarsanız eğer ayrı kase hikayesi yalan olur ama buharda pişirirseniz daha sağlam kaldığı için brokoliler kase yöntemi uygulanabilir.
her şekilde çok lezzetlidir ancak dendiği gibi salatadır ve karın doyurmaz.
sarımsak sevmeyenler ise yemesin zaten çünkü sarımsaksız o salatanın tadı olmaz.
abi ben filmi dün izledim daha ya bu adamın.
bugün vefat ettiğini öğrendim.
ne desem bilemiyorum.
ayla ile olan hikayesini ilk çıktığında okumuştum.
her okuduğumda da göz yaşı döktüm.
dün de öyle.
hele filmin sonuna koyulan gerçek buluşmalarından kesit...
gerçekten ayla'ya verdiği sözü gerçekleştirdi ve öyle gitti.
allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun süleyman amcanın.
haber:
hastaneden yapılan açıklamada, "Solunum ve böbrek yetmezliği tanılarıyla hastanemiz yoğun bakım kliniğine 12 Kasım'da yatırılan Dilbirliği, yaklaşık 30 gündür aralıklı organ destek tedavileriyle takip ve tedavi altında tutulmuştur. Ancak hastamızın son bir hafta süresince genel durumunda bozulma görülmüş ve son 24 saat boyunca gelişen organ yetmezliği sonucunda yapılan tüm müdahalelere rağmen gazimiz vefat etmiştir." ifadelerine yer verildi.
ikimiz de yeni hesaplarımızla neredeyse bir yıl sonra tekrar buluştuk.
şüpheler varmış halikarnas davulcusu olduğu ile ilgili. ifşalamak gibi olmasın ama ta kendisi.
zaten sözlük yazarlarının nickinin bir üst versiyonu gibi bir başlık vardı. kendisi oraya yazmıştı bu nickini halikarnas davulcusu iken. *
level atlayarak geri gelmiş.
kopmuştuk birbirimizden, yazarlara whatsapp tan gelen son mesaj başlığına bakarken kullandığı kelimelerden 'acaba?' dedim direkt mesaj attım ve buraya kalpcikler bırakıyorum.