aslolan gönül birlikteliğidir. eğer gönül birlikteliği yoksa, gönüller anlaşmıyorsa, ağızdan çıkanlar çoğu zaman lafügüzaftan, malayaniden, kuru gürültüden öteye geçememektedir. bu nedenle aynı dilde konuştuğumuz değil, aynı dilde susabildiğimiz insanlar bizim gerçek dostlarımızdır.
böyle bir aile ortamında genelde sevgi de olmaz. oysa bir ailede, bireylerin en büyük gereksinimi de sevgidir. ailede sevgiyi bulamayan bireyler de bunu dışarda ararlar. bulamadıkça da daha mutsuz olurlar. ve kavga ortamının hakim olduğu, sevgisiz bir ailede yetişen bireyler birbirlerine de bağlı, tutkun da olmazlar. bir gemiden denize dökülen ve kendi canını kurtarma telaşına düşen insanlar misali bu bireyler de ailedeki sevgisizliğin, huzursuzluğun, mutsuzluğun eksikliğini bir yerlerde gidermeye çalışırlar. her biri kendine bir yol tayin eder. kimi dine sarılır, kimi alkolden medet umar, kimi kumarbaz olur.
arthur hailey
90’lı yılların başlarında pek çok romanını okuduğum, 1920 ingiltere doğumlu kanada’ lı yazar, 2. dünya savaşı sırasında kraliyet hava kuvvetleri’nda pilotluk yapmış, 1947 yılında kanada’ya göçmüştür. önceleri iş hayatına atılan hailey, 1956 yılında televizyon oyunları yazmaya başlamış, 1959 yılında da ilk romanını yazmaya başlamıştır.
arthur hailey bir roman yazmaya başlamadan önce o romanın konusunun geçtiği yerlerle ilgili çok ayrıntılı araştırma yapar, notlar alır sonra romanı yazmaya başlar. örneğin "havalanı" adlı romanı için tam üç yıl çalışmış, avrupa'nın ve kuzey amerika'nın büyük havaalanlarında incelemeler yapmıştır.
insan duygularını ayrıntılı bir biçimde ar araştırarak büyük bir ustalıkla kitaplarında kullanması onun romancılığına has özelliklerdendir. “havaalanı” ve “otel” ile birlikte iki kitabı daha beyazperdeye uyarlanmış, bunlardan “havaalanı” ve “otel” ülkemizde de gösterime girmiştir.
kanada’lı bu usta romancı 2004 yılında, 84 yaşında, bahamalar’daki evinde hayata veda etmiştir.
eserleri değişik yayınevleri tarafından ülkemizde hala basılmaktadır. 80’li ve 90’lı yıllarda romanları ülkemizde peynir ekmek gibi satıldığı için okunmuş kitap satan yerlerde, sahaflarda da bulabilirsiniz.
eserlerinden bazıları:
runway zero-eight (1958)
the final diagnosis (1959)
ın high places (1962)
hotel (1965)
airport (1968)
wheels (1971)
the moneychangers (1975)
overload (1979)
strong medicine (1984)
the evening news (1990)
detective (1997)
benim için artık bir nostalji, geçmişe ait bir yaşantı, anılardaki bir fotoğraf olarak kalan durum.
yaşadığım bölgede artık bataklık kalmamasından mıdır, yoksa çok iyi ilaçlama yaptıklarından mıdır, ya da sivrisineklerin neslinin azalmaya başlamasından mıdır bilmem, 5-6 sene var ki ne sivrisinek görüyorum, nede sivrisinek sesi duyuyorum.
kanımca mutlu insanların en önemli ortak özelliği, küçük şeylerle mutlu olmasını bilmeleridir. küçük şeylerle mutlu olmasını bilmeyen insanlar, paraya, rahata, maddi imkanlara ulaşabiliiler ama mutluluğu yakalayamayabilirler.
mutlu insanlar, hayatın küçük zevklerini kaçırmıyorlar ve acele etmiyorlar: hayat hepimiz için dönem dönem monotonlaşır. bir bakıma bazı rutinlerin olması iyidir, bizleri ek efordan kurtarır ama bu hayatın küçük zevklerini kaçırmamız anlamına gelmez. mutlu insanlar küçük şeylerle mutlu olmayı bilirler ve hayatı aceleye getirmezler.
bunu kilo verme serüvenimizde de kendimize uyarlayabiliriz. eğer acele edip, hızlı kilo vermeye çalışırsak ve kendimize ulaşması imkansız hedefler koyarsak kısa süre sonra başarısız ve sonrasında mutsuz olabiliriz. daha mutlu olmak için emin ve yavaş adımlarla ilerleyelim ve küçük şeylerin değerini bilelim.
çiçeklerin, otların, toprağın kokusunu almak, dağların, ormanların, denizlerin güzelliğine bakmak, dostlarla güzel bir sohbet, lezzetli bir yemeğin tadına vararak yemek…küçük ama mutlu eden anlardır.
hamiline yazılan ilk çek:
hamiline yazılmış ilk çek, 22 nisan 1659 günü, londra'da nicholas vanacker'a ödendi.
10 pound değerindeki bu çeki ödeyen banka, "clayton and morris"ti. el yazısıyla yazılmış olan çekin aslı, 1976 yılı aralık ayında londra'da sotheby's müzayede salonlarında yapılan bir açık artırmada 1300 pounda satıldı. bugün kullandığımız çeklerin atası olan bu ilk çek, tıpkı günümüzdeki örnekleri gibi düzenlenmişti. miktar, önce yazıyla, sonra da rakamla belirtilmişti.
batı cephesinde yeni bir şey yok:
erich maria remarque' in 1929 yılında yazdığı ve savaş karşıtı görüşler içeren romanı nazi almanyası'nın hışmına uğramış, dönemin savunma gücünü aşağıladığı ve askerin moralini bozduğu gerekçeleriyle yasaklanmıştır.
eski istanbul evleri, istanbul insanının duygu, düşünce ve hayâllerinin barınağıdır. o evlerde yaşanılanlar bir şiir gibi, bir musiki gibi insana doyumsuz zevk verir. istanbul hanımları da yaşadıkları her ânın güzelliğini usta bir sanatkar titizliğiyle yaptıkları işlere, kullandıkları eşyaya nakşederler. son zamanlardaki genç nesil, o evlerde yaşanılanları göremedi, hissedemedi; eşyalar eskicilere verilip bu evlerden apartman katlarına taşınılırken, duygular ve heyecanlar da uçup gitti.
“insan, kendisiyle karşılaşmadıkça, kendisine yönelmedikçe, kendini pek iyi hissetmez; ruhsal sıkıntılarla yüz yüze gelmedikçe, kendi yüzeyinde kalır; kendisiyle çarpıştığı anda, darbeden hemen sonra, huzur verici yararlı bir izlenim edinir” diyor ‘insan ruhuna yöneliş’ kitabında carl gustav jung.
başkalarında yaşamak insanın kendinde olmamak için bulduğu modern bir çare... hep başkalarına bakmak, onların hayatına ilişik olmak, onların konuştuklarında oyalanmak, onların gündemiyle yaşamak, onlarda bir karşılık bulmaya çalışmak... kendimize, kendimizden uzakta bir hayat kurabilmek için ne çok şey yapıyor, ne çok çabalıyoruz. kargaşanın içinde yara almamak, sağlam kalabilmek için yapıyoruz bütün bunları belki de. öyle olmuyor ama; daha kırılgan yapıyor böyle şeyler bizi. yarayı nereden aldığımızı bilemediğimiz için durduramıyoruz bu derin, kangrene dönüşmesi muhtemel kanamayı.
kitap okuyun.
kolay kolay söz vermeyin.
karşınızdaki insanı tam olarak anlamadan yargılamayın.
insanlara saplantı derecesinde bağlanmayın, mesafeli olun
her söylenene inanmayın.
kendiniz olun, içten olun. kişilere ve ortamlara göre tavır değiştirmeyin
çok dinleyin, az konuşun.
sosyal medyaya daha az yer verip hayata daha çok dönün
Seksenli yılların başlarında hayatımıza girmiş, seksenlerin ortalarında, artık Türkiye müzik piyasasaını tamamen eline geçirmiş, tedavüldeki en geçerli müzik haline gelmiş müzik türüdür. Öncüleri: Ferdi Özbeğen, Ümit Besen, Atila Yelken, Arif Susam, Nejat Alp gibi sanatçılardır. peki neler olmuştu da taverna müziği özellikle seksenlerin ikinci yarısına damgasını vurmuştu.
Bilindiği gibi, yetmişli yılların başlarından itibaren - aslında kökü çok daha gerilere uzanan - arabesk müzik, “Bir Teselli Ver”, “Batsın bu Dünya”, “Kaderimin Oyunu”, “Bir Ateşe Attın Beni”, “Dert Bende” gibi hit parçalarla, seksenli yılların ortalarına kadar ağızdan ağıza dolaştı. işte tam da oralarda bir yerde, yani seksenden sonraki yıllarda ne olduysa oldu, ya plak bitti, ya birileri bu müzikleri dinlemekten sıkıldı ya da müzikteki dönüştürücü cevheri fark etti ve yeni bir plak koydular. Seksenli yıllarda, hatta doksanlı yıllarda bile bu plak durmadan çaldı. Bitti, yeniden başa aldılar. (Gerçi plak dönemi de geride kalmıştı. Buna plak yerine kaset demek herhalde daha uygun olur).
Seksenli yılların özelliği neydi? Ne oldu da seksenli yıllarda müziği değiştirmek gerekti? Kimilerine göre seksenli yıllar, Türkiye’de sadece müziğin değil, bütün toplumsal hayatın baştan sona değiştiği yıllar olma özelliğini taşıyordu. Seksenli yıllarda Türkiye, hızlı bir transformasyona sahne oldu. Bu transformasyon, toplumun bütün katmanlarına yansıdı. Ama önce en önce yukarılarda başladı. Dalga dalga, alt tabakalara kadar yayıldı. işte bu değişim sırasında, toplumsal değişimlerin en fazla hissedildiği alanlardan biri olan, müzik de değişti. Çünkü müzik, toplumun içinin dışa aktarıldığı, hissettklerinin samimi bir şekilde ifade edildiği bir araçtır. Değişim, müzikle başlayıp toplumun değişik katmanlarına doğru yükselmedi. Toplum değiştikçe, müzik de bundan nasibini aldı. Müzisyenler, değişime uygun müzikler yapmaya başladı.
Seksenli yılların belirleyicisi, o yılların başında gerçekleştirilen askeri darbedir. Bu askeri darbe ile, bir toplum projesi de yürürlüğe girdi: itaat eden, devlet karşısında sesini yükseltme hakkı olmayan, sınırlandırılmış, sessiz bir kitle oluşturmak. seksenlerin değişimi, bu temel düşünce üzerine oturtuldu denilebilir. Seksenlerin müziği de, tasarlanmış bir müzik olarak-bu tip kitlenin dnleyeceği türden, uyuşukluk ve pasiflik irüsünü dinleyicilere bulaştıran bir müzik. Dinle, kendinden geç. Devletinişine karışma. Seksenlerdeki değişimin temelinde galiba bu yatıyordu. Müzik de, bu değişime deyim yerindeyse alet oldu.
Zâten Ferdi Özbeğen ile yetmişlerin sonlarında başlayan “piyanist şantörlük” diye bir şey vardı. işte bu olgu bu dönemde kendine en uygun zemini buldu toplumda yerleşti. Bunun üstüne önce yemek müziği, sonra da “kurtları dökmek” için hareketli müzik ihtiyâcı gelince, şimdiki sosyal medya salgını ve bağımlılığı gibi, “tavernaya gitmek” diye bir şey ortaya çıktı.
Artık doğum günleri tavernada yapılıyor, nişan ve düğün törenleri taverna ortamında düzenleniyordu. Diskoların, gece kulüplerinin, müzikhollerin pabucu dama atılmıştı. Artık devir, “tavernacılar” devriydi.
Birçok isim çıktı piyasaya. Yapımcı-prodüktör olarak Şahin Özer’in başı çektiği birçok müzik yapımcısı, çabuk biten “çocuk arabeskçi” furyasının ardından, Unkapanı iMÇ 6. Blok da bu müziğe yöneldi. Tavernaya gidebilenler kurtlarını Tarabya’da dizi dizi sıralanan tavernalarda dökerken, gidemeyenler ise ardı ardına piyasaya çıkan taverna kasetlerini alıp dinliyordu.
Kimler yoktu ki! Cengiz Kurtoğlu, Arif Susam, Nejat Alp, Atilla Kaya, Ümit Besen ve daha niceleri. “Dostlar Tavernası” diye seri kasetler ardı ardına çıkıyordu. Taverna müziğinin önde gelen isimleri bir arada çalıyor, söylüyordu. Şantörlerin şarkı sözleri arasında, “cis tak” ritm eşliğinde söylediği “Ooo, kimleri görüyorum” şeklindeki sözler, dinleyenlerde bir samimiyet havası oluşturuyordu. Bu söz o kadar popüler olmuştu ki, artık insanlar birbirlerini sokakta gördüğünde “cis tak cis tak, kimleri görüyorum” diye takılıyordu.
Tabii, bu dönemin müziği olan Taverna Müziği çok kaliteli bir müzik değildi. Çünkü o dönemdeki değişim, tabii bir değişim olmaktan çok uzaktı. O dönemin müziği de tasarlanmış bir müzikti ve zevksizlik ürünüydü.
aşkımız da kahrımız da onlarla... neşemizde de izleri var, hüznümüzde de... birleşen kalplerimizde, ayrılan ellerimizde, alnımızdan dökülen terde, çaldığımız ıslıkta, bebeğimize söylediğimiz ninnide... isyan çığlığımız, öfkemiz, hasretimiz, mağlubiyetimiz, zaferlerimiz, aşklarımız, acılarımız onlar... şarkılar... bu şarkıları içeren nice güzel albüm yapıldı ülkemizde.
ben de istedim ki, kimimizin çocukluğunda, kimimizin delikanlılığında, belki gençlik dönemimizde, belki de orta yaşlarımızda; her birerlerimizin hayatlarımızın farklı dönemlerimizde biz de iz bırakan ve çıktıkları dönemde de ses getiren, beğeni toplayan, adlarından uzun süre söz ettiren, müziğimizin unutulmaz albümlerini, ulu' da, bu başlık altında toplayalım; bu başlık altında onları tanıyalım ve tanıtalım. türkiye’nin müzikal mirasını tanımak ve tanıtmak adına birer küçük adım atalım.
ele güne karşı yapayalnız
mfö / 1984
‘ele güne karşı yapayalnız’ 15 yılın birikimiydi... o albümle, türkiye gibi sadece solistlerin var olduğu, grupların rağbet görmediği, solistli grupların ender bulunduğu bir dönemde ilk defa ‘mazhar fuat özkan’ diye üç kişilik bir grup, türkiye’de dinleyicinin gönlüne girdi. dinleyici bütün şarkıları sözleriyle birlikte ezberledi ve albüm 26 hafta müzik listelerinden bir numara kaldı. üç ses söyleyen, üçlü bir grubun bu başarısı o dönem de tam bir mucizeydi; üçlü için de müthiş bir başarı ve onur oldu. o albüm ve sonraki albümlerle bir sürü jenerasyonu sürüklediler...
albümün hikâyesine gelirsek; balet müzik’ten yeşil giresunlu başlarda albümü çıkarmak istemedi. izmir fuarı’nda, grubun iki üyesi: fuat güner ve mazhar alanson albümü çıkarması için onu epey bir sıkıştırdılar. albüm büyük bir başarı kazanınca da, giresunlu: “iyi ki çıkarmışız; bir daha ağzımı açmam, ne istiyorsanız yapın” dedi. bu da üç jenerasyonu peşinden sürükleyen bir müzik kariyerinin başlangıç albümü oldu.
albümdeki parçalar:
1 ele güne karşı (söz: mazhar alanson, müzik: fuat güner)
2 deli deli (söz-müzik: mazhar alanson)
3 sen ve ben (söz-müzik: mazhar alanson)
4 yalnızlık ömür boyu (söz: mazhar alanson, müzik: fuat güner)
5 neye niyet neye kısmet (söz: mazhar alanson, fuat güner, müzik: fuat güner)
6 ondan şikayet bundan şikayet (söz-müzik: mazhar alanson)
7 bu sabah yağmur var istanbul'da (söz-müzik: mazhar alanson)
8 olmuyor olamıyor (söz-müzik: fuat güner)
9 sevdim bir kere (söz-müzik: fuat güner)
10 bodrum (söz-müzik: mazhar alanson)
11 güllerin içinden (söz-müzik: mazhar alanson)
single'lar
ele güne karşı (yayınlanma: 19 aralık 1983)
bu sabah yağmur var istanbul'da (yayınlanma: 17 ocak 1984)
bodrum (yayınlanma: 16 mart 1984)
deli deli (yayınlanma: 28 mayıs 1984)
yalnızlık ömür boyu (yayınlanma: 28 mayıs 1984)
künye
mazhar alanson: vokal, akustik gitar, aranjör, prodüktör
fuat güner: vokal, elektro gitar, akustik gitar, aranjör, prodüktör
özkan uğur: vokal, bas gitar, aranjör, prodüktör
garo mafyan: rhodes, prophet, string, yamaha grand piyano, aranjör
erkan oğur: perdesiz gitar
onno tunç: perdesiz bas gitar
asım erken: davul
taner öngür: mandolin
yalçın ateş: saksafon
duyal karagözoğlu: ses mühendisi
ayhan sicimoğlu: fotoğraf
anonim halk hikâyelerimiz, yaşadığımız anadolu topraklarında, yüzyıllardır anlatılan, her anlatılışta yeniden canlanan ve bir hikmete, bir inceliğe can katan
hikâyelerimizdir.
bu hikâyeler önemlidir. çünkü vezir olmanın adam olmaya yetmediğini onlardan öğrendik. kimsenin yaptığının yanına kâr kalmayacağını, yeri geldiğinde bir çiçekten, bir böcekten, bir hayvandan bile ders
alınabileceğini onlardan öğrendik. her işte bir hayır olduğunu, sevmeyi, sevilmeyi, cömertliği, kahramanlığı, saygıyı, incitmemeyi, kalp kırmamayı, adamlığı, insanlığı o hikâyelerden öğrendik.
bu miras yarınlara da taşınmalıdır. kimi kalın ciltli kitapların sayfaları arasında saklanmış, kimi dilden dile asırlardır dolaşa gelen bu hikâyeler asla unutulmamalıdır. bu muhteşem mirastan mahrum kalınmamalıdır.
ben de istedim ki, bir yerlerden duyduğumuz, birilerinden dinlediğimiz, bir şeylerden okuduğumuz, kimi zaman güldüren, kimi zaman duygulandıran, kimi zaman da düşündüren, bu hikâyeleri bu başlık altında paylaşalım; bu mirasın kaybolmamasına kendi adımıza katkıda bulunalım.
kerem ile aslı hikâyesi
kerem ile aslı hikâyesi türkiye’nin dışında, bütün türk cumhuriyetleri ve topluluklarında bilinmektedir. halk arasında anlatıldığı gibi belli bir süreden beri de yazılı kaynaklarda görülmektedir araştırıcıların büyük çoğunluğu hikâyenin doğuş yeri olarak doğu anadolu’yu ve azerbaycan’ı göstermektedir. anlatmamız, xvıı. yüzyılda yaşadığı sanılan âşık kerem’in hayatı etrafında teşekkül etmiş olan bir halk hikâyesidir. bu hikâyenin diğerlerinden ayrılan en önemli özelliklerinden birisi de manzum kısımlarının nesir kısımlarına göre daha fazla olmasıdır. hikâye üzerinde türkiye’de özellikle şükrü elçin (1949, 1999) ve ali duymaz (2001) çalışmıştır.
hikâyenin azerbaycan anlatmalarının geniş bir coğrafyaya yayıldığını görüyoruz. gence’den başlayan yolculuk gürcistan, tiflis, erzurum, sultan dağı, balı çay, kars, doğu beyazıt, altu (oltu), van, erdehan (ardahan), nelrud (nemrut), alvız ve erzurum dağı’ndan sonra kayseri’ye ulaşmaktadır. kayseri’den tekrar doğuya doğru başlayan yolculuk halep şehrinde kerem’in yanmasıyla son bulmaktadır.
kerem ile aslı hikâyesi din farklığı üzerine kurulmuştur. şükrü elçin’in incelediği 1266 tarihli bir yazmada, aslı’nın asıl adı meryem, kerem’in ise şah gülşen’dir. daha adların konulmasıyla başlayan aileler arası mücade, hikâyenin başından sonuna kadar devam etmektedir.
yine hikâyemizde hazreti hızır’ın darda kalan kerem ve sofu’ya değişik mekânlarda yardım etmesi önemli bir yere sahiptir. kerem, hızır’ın sayesinde pek çok engeli aşmaktadır. aslı’nın hak âşığı olması motifi de bu hikâyede dikkatlerden kaçmamaktadır. sevdiğinin dizinde kısa bir süre yatma aşkına ağzındaki bütün dişleri çektiren kerem, istediği karşılığı aslı’dan alamayınca allah’a dua eder, sonucunda aslı da kerem’i sevmeye başlar.
keşiş’in kayseri paşası’na şikâyeti üzerine aynı giyimli kırk kız arasında aslı’nın bulunması kerem’in hak âşığı olduğunun ispatı açısından son derece önemlidir.
hikâyenin özeti:
âdil şah, ısfahan şehrinin şahı, keşiş ise hazinedarıdır. bu ikilinin en büyük sıkıntıları çocuklarının olmamasıdır. üzüntülerini atabilmek için kıyafet değiştirerek seyahate çıkarlar. yolda karşılaştıkları yaşlı bir zat bunların dertlerinin çocuksuzluk olduğunu bilir ve eşleriyle birlikte yemeleri için bir elma verir. şah, yaşlı adama para vermek isterse de başarılı olamaz, çünkü o gözden kaybolmuştur.
bu olaydan sonra evlerine dönen ve elmayı eşleriyle birlikte yiyen şah ve hazinedarının zamanı gelince çocukları dünyaya gelir ve şahın oğluna ahmet mirza, hazinedarın kızına da kara sultan adı verilir. yaşlı adamın tavsiyesi doğrultusunda bu iki genç büyüdüklerinde birbirleriyle evlendirilecektir. bu arada haznedar kara kara düşünmektedir, çünkü kendisi hristiyan, şah ise müslümandır. yapılacak bir tek şey vardır, o da çocukların evlenme çağı gelince kaçmaktır. bir bahane ile şah’ın huzuruna çıkan keşiş işten ayrılacağını bildirir ve çok geçmeden ailesiyle birlikte zengi’ye göçer.
diğer taraftan ahmet mirza arkadaşı sofu ile birlikte okula gider. eğitimini çok kısa bir süre içerisinde ve başarılı bir şekilde tamamlar.
bir hafta sonu arkadaşı sofu ile birlikte ava giden ahmet mirza, dönüşte yolda uyuyakalır ve o sırada üçler, yediler, kırkların elinden bade içer, bu arada keşiş’in kızı kara sultan da ona gösterilir. bunun üzerine kara sultan’ı aramaya çıkan ahmet mirza zengi’ye gelir ve keşişe misafir olur. durumu bilen keşiş ise kara sultan’ın öldüğü haberini yayarak bu işten kolayca kurtulmak ister.
bu arada ahmet mirza yas tututarken, yine bir av esnasında şahinini takip eder, şahin de bir bahçeden içeri girer. şahini almak için aynı bahçeye giren ahmet mirza rüyasında gördüğü kızla karşılaşınca kendisinden geçer ve ikili karşılıklı aşk şiirleri okumaya başlarlar. bu arada ikili sohbet esnasında geçen “kerem” ve “aslı” kelimelerini birbirlerine mahlas verirler.
görüşme ahmet mirza ve ailesi için sıkıntının başladığı andır, çünkü bundan sonra şah’ın oğlu yataklara düşer ve hiçbir hekim onun derdine derman olamaz.
ancak yaşlı bir kadın maharetini kullanarak ahmet mirza’nın derdini öğrenir ve zaman geçirmeden durumu şah’a anlatır. şah da eski hazinedarı keşiş’i makamına davet ettikten sonra dünür olur. keşiş, kızını verebileceğini ancak hazırlık yapması gerektiğini söyler. hazırlık bahanesiyle evine gelen keşiş durumu eşine anlatır ve aynı gece göçmeye karar verirler.
bu arada şah’ın hiçbir şeyden haberi yoktur. bütün ısfahan halkı şahlarının oğullarının düğünü için zengi’ye geldiklerinde şaşkınlık içinde kalırlar: keşiş ve ailesi kaçmıştır. bu durum karşısında kendisini harap eden kerem’e babası ve annesi nasihatler ederler, kendine başka kızlar bulabileceklerini filan belirtirlerse de kerem’i ikna edemezler.
bu ayrılığa daha fazla dayanamayacağını anlayan kerem, anne ve babasından izin aldıktan sonra arkadaşı sofu ile birlikte gurbete çıkar. yolculuk sırasında keşiş’in göçünü takip eden kerem ve arkadaşı sırasıyla hoy, gence üzerinden doğu ve güney doğu anadolu bölgeleri’ne gelir. sonunda erzurum’a gitmek maksadıyla van’a doğru yola çıktığında kırk haramiler tarafından alıkonulurlar, ancak kendisinin hak âşığı olduğunu ispat etmesi üzerine ölümden kurtulurlar.
yoluna devam eden kerem; tiflis, van, ahlat, muş, ganlı kilise, vb. yerleri gezerken zor tabiat şartlarıyla karşılaşır. bu engeller arasında nemrut dağı, süphan dağı, murat suyu ve çoban köprüsü de vardır. bütün bu engelleri aştıktan sonra avcının tuzağına yakalanmış ceylanla söyleşir. bu arada pek çok sıkıntıyla karşılaşır ama bunların hepsinde hak âşığı olduğunu ispat ederek kurtulur.
erzurum yolculuğu sırasında laleli dağı’nda yakalandığı kar fırtınasından hazreti hızır’ın yardımıyla kur tulur. buradan erzurum’un merkezine gelen kerem, alık paşa’nın kahvesinde çalıp çığırmaya başlar. an- cak onun derdi para kazanmak değil aslı’sına kavuşmaktır. bu şartlarda yapacağı da aslı’sını takip etmek- tir. bu arada aslı’yı erzurum’da, hamamdan çıkan kızlar arasında görürse de görüşemez. erzurum’un ilçe- leri oltu ve tercan’dan sonra erzincan’a doğru yola çıkar. bu yolculukta da çeşitli engellerle karşılaşan kerem bunların tamamını ortadan kaldırır ve mezarlıktan geçerken karşılaştığı kuru bir kafa ile söyleşir.
erzincan’dan, engürü’ ye doğru yola çıkan kerem, aslı’nın ayaş’a gittiğini haber alır. bu yolculuk sırasında sivas, tokat üzerinde zile’ye gelir. bu arada kızılırmak ve yıldız dağı’yla söyleştikten sonra sonunda ürgüp’e ulaşır. aslı’yı ürgüp’te de bulamayan kerem ile sofu, kayseri’ye gitmeye karar verirler. yolculuk esnasında karşılaştığı cenazeye türkü söyleyince cenaze sahipleri ve imamla tartışır.
kayseri’ye ulaşan kerem, diş çektirmek bahanesiyle aslı’nın evine gider. bu arada aslı’nın dizine yatar ve ağzındaki bütün dişleri ağrıyor diye çektirir. sonunda aslı’nın daha önce verdiği mendille ağzındaki kanı silmeye kalkışınca, kız onu tanır. kerem aceleyle evden çıkarılmak istenirken ayağı dış kapıya sıkışır ve yaralanır. can havliyle allah’a yalvararak; “ya rabbim, benim aşkımın üçte birini bu kıza ver de onun için çektiklerimi anlasın” der. kerem’in duası kabul olur ve iki sevgili gece kaçmaya karar verirler.
anlaştıkları saatte kerem, aslı’yı uyandırmak için türkü söyleyince kayseri paşası’nın adamları kerem ve sofu’yu yakalarlar. yargılama sonunda kerem’in idamına karar verilir. ancak bu işe kadı ve müftü karşıdırlar. çünkü kerem kendisinin hak âşığı olduğunu söylemiştir. bu durumda yapılacak tek şey kalmıştır o da imtihandan geçirilmektir. eğer kerem görünümleri aynı olan kırk kızın içerisinden aslı’yı tanıyabilirse canı bağışlanacaktır.
kerem de kırk kızın arasından aslı’yı tanıyarak imtihanı başarırır. bunun sonucunda da kayseri paşası, aslı ile kerem’in düğünlerinin yapılmasını keşiş’ten ister.
paşa’nın tavrı karşısında keşiş’in yapabileceği bir şey yoktur. hazırlık için izin isteyen keşiş çok geçme- den göçünü yükleyerek tekke’ye doğru yola çıkar. keşiş’in ardından atlılar çıkartılırsa da yakalanamaz. bu durumda yapılacak tek şey kalmıştır kerem ve sofu’nun onları takip etmesi. ikili (kerem ve sofu) tekke, karapınar, belen, antakya üzerinden halep’e gelirler ve bir külhanbeyinin yardımıyla aslı’yı bulurlar. ikilinin gizli buluşması suç olduğundan güvenlik güçlerine haber verilir. daha sonrada kerem yakalanarak hapse atılır. ancak tutsağın kerem olduğunun anlaşılması üzerine halep paşası’ nın emriyle serbest bırakılır.
bu arada aslı da başka bir delikanlıya verilmiştir. nikâhları kilisede kıyılan aslı, halep paşası’nın emri üzerine çıkışta yakalanır ve konağa getirilir. ardından da halep paşası’ nın emriyle kerem ile aslı’nın evlendirilmeleri kararlaştırılır.
keşiş bu işe bir şartla razıdır; o da kızının gelinliğini kendisi dikecektir. keşiş, kızına sihirli bir gelinlik di- ker ve ona “elbisenin düğmelerini gerdekte sen açmayacaksın. kerem açacak. yoksa babalık hakkımı helal etmem.” der. aslı, bunu kabul eder. düğün sonrası gerdek odasında
kerem gelinliği açabilmek için epey ça ba harcarsa da başarıya ulaşamaz; çünkü düğmeler her açıldığında sonuncusunda tekrar kapanmaktadır. bütün bu olanların sonunda kerem, “ah” çekince ağzından mavi bir alev çıkar ve yanmaya başlar, aslı bu ateşi söndürmek için çaba harcarsa da şey yapamaz. sonunda onun küllerini saçlarıyla toplamak isterken aslı da yanar ve kül olur. bütün bu olayların sebebi keşiş olduğunun anlaşılması üzerin halep paşası’nın emriyle, keşiş ve karısı öldürülür, sofu da, esma adlı bir kızla evlendirilir
kerem ile aslı hikâyesi, edebiyatımızın en çok bilinen ve sevilen hikâyelerinden biridir. bu sevgi tiyatro- ya, şiire konu olmuştur. kuşkusuz bu sevgi ve ilginin altında, hikâyenin sonundaki yanıp kül olma motifinin de önemli rolü vardır.
mutluluk hormonu salgılatarak hayatımızın güzelleşmesine katkıda bulunan bir diğer hobi türü de müziktir. bir enstrüman çalmak, bireysel dj uğraşı içerisinde olmak, remix yapmak, beat üretmek, söz yazmak veya melodi üretmek gibi müziğe dayalı birçok hobi sayesinde becerilerimizi geliştirebildiğimiz gibi hayatımızı da güzelleştirebiliriz. müziğin ruhu beslemesinden ötürü stres seviyemizin azalmasına ve gün sonunda daha rahat bir şekilde uyumamıza da müziğe dayalı bir hobi ile olanak sağlayabiliriz.
inceldiği yerden kopsun demek, yolda bulanların vefasıdır. inceldiği yere düğüm atmak ise sadıkların şiarı ... inceldiği yere düğüm atacak sadık dostlarınınzın yarın, öbür gün ve daima yanı başınızda olması dileğiyle ... iyi geceler !
rock müziğin, 1950'lerde abd'de "rock and roll" olarak doğduğunu kabul edersek, seksen yıllık geçmişi ya vardır, ya yoktur. rock müzik için, “yaklaşık seksen yıl öncki kuşakların sistemi sorguladıkları, belki bir anlamda müzik dilini kullanmak suretiyle, kendiliklerinden ürettileri bir başkaldırı yöntemi idi” denilebilir. diyenler yok değil. bu sorgulama ve başkaldırının, özellikle abd ve ingiltere’ de 2. dünya savaşı’ nın ardından yükseldiği yazılır. bu iki ülkede genç kuşaklar, isyana yöneldiler. mâkul bir sebepleri vardı bunun için. anlamlandırmakta güçlük çektikleri bir savaş, babalarını alıp götürdükçe kafalarındaki sorular da çoğalmaya başladı. bu sorular karşısında aldıkları cevaplar da, doğrusu pek o kadar anlamlı ve inandırıcı değildi onlar için. rock, aynı zamanda döneminin bir tür özgürlük arayışıdır. özellikle zenci halkın trajik ve baskı dolu yaşama tarzlarının bir ifadesi olan blues’ a, bu sebepten dolayı beyaz gençler de rağbet etmeye başladılar. çünkü sorun dünyeviydi ve bu noktada renk, ırk, hiç de önemli bir ölçüt değildi. bu gençlik, abd’ de edebiyat bazında ilk tepkici hareket olan “beat generation” dan sonra, müzikte de beyaz gençlerin coşku ve tepkilerine denk gelen rock’ ın roll’ u yaşamlarının kopmaz bir parçası yapmıştır. bud powell ve johny holliday ile başlayan bu duygu dolu tepki, elvis presley ile 1955’ lerde büyük bir yaygınlığa ulaşmıştır.
bir anlamda “başkaldırı süreci” diyebileceğimiz bu sürece öncülük eden ilk ve en önemli grubun beatles olduğu söylenebilir. bu grup, gençliğin bireysel isyanının gelişmesinde en önemli rolü oynayacaktı o yıllarda.1965 yılında beatles’ tan esinlenerek yeni yeni rock müzik grupları ortaya çıkmaya başladı. rolling stones gibi ...animalo ve the who gibi. rolling stones, kısa rock tarihinin en önemli ve en uzun ömürlü topluluklarından biridir. the who’ yu da anmak gerekebilir, çünkü özellikle 1969 yılında hazırladıkları “tommy” adlı parçaları, müzik otoritelerince “rock-opera” adı verilen tarzın en önemli örneği sayılıyordu.
isyanın kokusu her müzikçi ya da toplulukta farklı müzik türlerini de beraberinde getiriyordu. ancak rock, bütün bu farklı yaklaşımların ya da müziksel bir ifadeyle farklı seslerin ana sesi gibiydi. ve giderek, sınır tanımayan bir tarz haline geldi rock müzik. hem de çok kısa bir süre içinde ... belki bu dönemlerde country müzik motifleriyle süslü bir rock’ tan söz edecek olursak olursak eğer, neil young’ ı zikretmek gerekebilir. onunla birlikte janis joplin’ i ... ve amerikan kökenli rock stilinin temsilcileri olan “the beach boys” u, “the doors” u ve “the velvet underground” u. çünkü bu isimler ve topluluklar, bir takım eskimiş müzik kalıplarının dışına çıkarak, dinleyicilerin ufuklarını açtılar, en azından gençliğin de bir dili olduğunu ortaya koydular. bu arada, bob dylan’ ı da anmak gerek. bir dönem, fazla mistik takıldığı ileri sürülerek toplumcular tarafından dışlanan bob dylan, folk-rock’ ın öncüsü kabul edilir ve bugün bile tavrından ve tarzından hiçbir şey kaybetmediği ileri sürülür. bir “protestocu” dur, bob dylan. yalnızdır. gitarı elinde sistemin karşısına tek başına dikilir. yani bir tür “don kişot!” 70’ li yıllar, rock müziğin endüstriyel anlamda hızla yükseldiği yıllar olarak kabul edilir. teknolojinin gelişmesiyle birlikte rock müziğin sesi daha bir gür çıkmaya başladı; üretim hızlandı, üretim hızlanınca satışlar da arttı. ancak bu gelişme, yıldızı çarçabuk parlayıp sönen rockçıların sayısını da arttırdı. üretim bol, satış bol, ancak “rock estetiği” adı verilen özellik yoktu. belki bu dönemlerin ardından “hard rock” adı verilen tarzın ve bu tarzın temsilcileri sayılabilecek dört topluluğun: queen’ in, deep purple’ ın, led zeppelin ve uriah heep’ in yükselişinden söz etmek de gerecektir. özellikle queen, stadyum rock, hard rock, heavy metal, opera rock tarzlarıyla rock müziğe çok farklı bir boyut kazandırmış ve çok büyük katkılarda bulunmuştur.
70’ li yıllardan sonrası için rock müziğin giderek, o ilk çıkış yıllarındaki katışıksız biçiminden, ruhundan uzaklaşmaya başladığı yıllar diyebiliriz. artık bir “ticari rock” tarzında bahsedilebilir bu yıllarda.rock’ ın para ve şöhret getirdiğini gören bir yığın müzikçi, birden “rockçı” kesildiler. ancak, 68 ruhunun etkili olduğu anlarda, kendisini tam da “underground” tavrın ortasında bulan pink floyd’ u atlamamak gerekir.tabii çok politik bir topluluk olan genesis ile, “karamsar” king crimson’ ı da hatırlayarak. pink floyd, daha çok etkili oldu, iz bıraktı. “ummagumma”, “atom heart mother” ve “meddle” adlı albümlerinde parçalanmış iç dünyalarla reel hayat arasındaki çelişkiyi ortaya koyar pink floyd.yine “the dark side of the moon” ve “wish you were here” adlı albümleri, rock çevrelerince bir avant-garde rock bildirisi olarak kabul edilmiştir. daha ileriki yıllarda hazırladıkları “the wall” adlı albümlerinin etkisi de bir başka olmuştur pink floyd’ un.
1975 yılında rock gitaristi, şarkıcısı ve bestecisi tim buckley’ in ölümü, bir dönemin kapanışı olarak kabul edilir. onun geride bıraktığı asi ve berrak “rock” tavrından söz edilebilir. ondan sonra da, 80’ li yılların sonuna değin rock müziğe damgasını vuracak olan ve bu dönem rock müziğin ana gövdesi sayılan bruce springsteen’ den ... aslında springsteen, rock müziğin köklerine ve romantizme dönüşü simgeliyordu ve o dönemlerde ekonomik eşitlik, düşünce özgürlüğü ve çevre sorunları gibi konulara, müziğiyle ciddi bir biçimde eğiliyordu. springsteen’ in açtığı kapıdan daha sonra tom patty ve southside johnny girdi. her ne kadar springsteen, bir dönemin en önemli rockçısı olarak kabul ediliyorsa da, “sıkı anarşist” patti smith ve sonunda yaman bir rockçı olup çıkar.
70’ lerin sonlarında, sex pistols’ ın öncülük ettiği “punk-rock”, pek uzun ömürlü olmadı. bu grubun ne yaptığı tam olarak belli değildi bile. daha sonraları başını u2 ve the smiths gibi toplulukların çektiği ve onların öncülüğünde ortaya çıkan “post-punk”; punk’ a bir nevi anti-tez olarak doğan new wave, rock için gelip geçici bir heves oldu denilebilir. zaman içerisinde rock müziğe damgasını vuran topluluklar dağılıp gitti. sonraları yeniden kurulmaya çalışılan pink floyd bile, 1982 yılında çözüldü. tam da, rock müzik,” ellili yıllardaki eski havasını, o başkaldırı ruhunu, özgürlük arayan sesini kaybetti, rock, “rock” olmaktan çıktı da yok olmaya yüz tuttu. ” diye sızlanırken, sözlerin ve müziğin gitgide sertleşmeye başladığı rock müziğin önemli bir dönemine girildi. metallica, nirvana, ıron maiden, the clash, the damned, black flag, giibi metal grupları birbiri ardınca arzı endam etmeye başladılar. özellikle metallica büyük bir hayran kitlesine sahip oldu. bugün belki eskinin rock tarzını tam olarak terk etmemiş müzikçiler vardır, kıyıda köşede. ama günümüzde bile rock’ ı hala rolling stones taşıyor. o da ne kadar taşıyor, tartışılır.
90’ lı yıllarda, kimi müzik eleştirmenleri: “yüzyılımızın ikinci yarısında ortaya çıkan ve dinamizmi ile bilinçlere bir yaşam biçimi, bir ahlaki/siyasi tavır olarak yerleşen rock, diriliğinden ve aykırılığından, ayrıca gelişen kuşakları tek dünya/tek yazgı temel düşüncesi doğrultusunda yönlendirme işlevinden fire vermeden 2000’ lerin derinliklerine doğru adım atacak gibi görünüyor” diyorlardı, rock müzik için ama, bugün durum epey farklı. özgürlük arayışı, direniş, protesto ... büütün bunların bir sonucu olarak ortaya çıkan rock, o eski rock değil. beatles’ ın en önemli elemenlarından biri olan paul mccartney hala yaşıyor ve müzik yapıyor. ama beatles’ ın havası yok. bob dylan kendisini tekrar ediyor. deep purple kuru gürültü. rock müzik, bir zamanlar, alt kültür olarak ve genç bireye varlık ve ifade bilinci sağlaması bakımından önemli bier işlevi yerine getirmiş , bir zamanlar kalıcılığını ispat etme çabasını sürdürmüş, ama bugün için manzara farklı.
artık rock’ ı üretecek toplumsal altyapı da yok. aslında herkes, eskilerle idare ediyor.
galatasaray'ın efsane futbolcularındandır. 1970-1976 yılları arasında, galatasaray defansında görev yapmıştır. aynı zamanda galatasaray' ın penaltıcısıydı. bir çok kez milli formayı da giymiştir. 1976-1977 sezonunda diyarbakırspor' a kiralık olarak gitti ve diyarbakırspor' un 1. lige yükselmesinde önemli rol oynadı.
Bu başlık altında, şarkılarıyla, albümleriyle, müziğe olan katkılarıyla, üyeleriyle adlarında çok söz ettiren, müzik tarihinin önemli gruplarını tanıtalım istedim.
Ben "the Beatles" ile açılışı yapıyorum.
The Beatles
John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr ‘ dan oluşan efsane rock grubu The Beatles, 1960 yılında ingiltere’ nin Liverpool kentinde kurulmuştur. The Beatles, kültürel ve ekonomik açıdan müzik tarihinin en etkili gruplarından biri olarak kabul edilmektedir. Birçok satış rekoru kırmış ve elliden fazla şarkısıyla Billboard listelerinde yer almıştır. 1964 yılında ABD'ye gelerek ingiliz Müziği'nin Amerika'da popülerleşmesine neden olmuştur. Grup ayrıca 2004'te Rolling Stone dergisi tarafından son elli yılın en önemli ve etkili rock müzik sanatçıları arasında birinci sırada gösterilmiştir.
Dünya müzik tarihine: Rubber Soul-1965, Magical Mystery Tour-1967, Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band-1967, Abbey Road-1969, Let It Be-1970 gibi büyük bir başarı ve beğeni kazanmış albümleri, Yesterday, Let It Be, And I Love Her, Michelle, Girl, Eleanor Rigby, Hey Jude gibi unutulmaz şarkılar hediye eden grup, 1970’ te dağıldı.
Bu sene, biraz geç de olsa, ülkemizin bir çok yerinde yaşadığımız yoğun kar yağışıyla kışı hissttik; eski kışları hatırladık.
Sinema tarihinde, senaryosuyla, oyuncularıyla, oyunculuklarıyla, müzikleriyle, efektleriyle yer etmiş, haklı bir ün kazanmış olan filmler olduğu gibi çekildikleri mevsimler, mekanlar, şehirler, ülkeler, zamanlar açısından da, yani içerdikleri temalar açısından da dikkat çekmiş filmler vardır.
ben kar ve kış temalı filmlerden, beğendiklerim arasından, 10 filmlik bir liste hazırladım. değerli sözlük yazarlarından da birer ikişer film de olsa öneriler bekliyorum.
1 Doctor Zhivago 1965-David Lean (Omar Sharif,Julie Christie,Geraldine Chaplin)
2 Love Story 1970-Arthur Hiller (Ali MacGraw,Ryan O'Neal,John Marley)
3 Home Alone 1990-Chris Columbus (Macaulay Culkin,Joe Pesci,Daniel Stern)
4 Groundhog Day 1993-Harold Ramis (Bill Murray, Andie MacDowell, Chris Elliott)
5 Fargo 1996-Joel Coen, Ethan Coen (William H. Macy,Frances McDormand)
6 Ice Age(Animation) 2002-Chris Wedge,Carlos Saldanha (Denis Leary,John Leguizamo)
7 Eternal Sunshine of the Spotless Mind 2004-Michel Gondry (Jim Carrey,Kate Winslet)
8 Frozen(Animation) 2013-Chris Buck, Jennifer Lee (Kristen Bell, Idina Menzel) |
9 The Hateful Eight 2015-Quentin Tarantino (Samuel L. Jackson,Kurt Russell)
10 The Revenant 2015-Alejandro G. Iñárritu (Leonardo DiCaprio,Tom Hardy)
Berceste, edebiyatta öz, güzel, latif, ince anlamlı, kolayca hatırlanan, yapısı sağlam dize ya da beyittir.
Genel anlamda bir şiirdeki en güzel dize ya da beyit de denebilir.
DiZE MISRA-I BERCESTE ÖRNEKLERi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbî (Kanuni)
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sedâ imiş.
(Bâki)
Sü uyur düşmen uyur hasta-i hicrân uyumaz
Şeyh Gâlib
BEYT-i BERCESTE ÖRNEKLERi
Çeşm-i insaf kadar kâmile mizan olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.
Bursalı Talip
Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde
Ziya Paşa
ilim kesbiyle paye-i rif‘at arzu-yı-muhal imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kil ü kal imiş ancak!
Fuzuli