kafamı içeri doğru ceviriyorum, salonun penceresi görünüyor.. oraya kadar gitmiş olsam, şairler sokağın bir parçasını görebileceğimden eminim..
bir çift ayak sesi.. kamburlu ve köşeli bir ses.. koridorun sola döndüğü yerden geliyor.. ve bu sesin sahibini vurmazsam o beni vuracak.. askılıktaki silahlara davranıyorum hemen..
----------------------------
dar koridordaki sepette duran bir çift silah..
kafamı kaldırıyorum, mutfağın ucundaki pencereyi görüyorum.. şimdi oradan bakacak olsam nene hatun caddesini iyice görebileceğimi biliyorum..
bir kapı tıkırtısı.. o gelmiş olmalı.. silah! askılık!! görmüş olmalıydı! sepete davranıyorum, silahları alıyorum, ben onu vurmazsam o beni vuracak..
koridorun sonuna gelirken köşede karşılaşmaktan korkuyorum ama ilerlemeye devam ediyorum, köşeye sırtımı yaslıyorum, kafamı devirip bakmaya çalışıyorum..
----------------------------
iyice köşeye yaklaşıyorum. şapkasının ucunu gördüğüm anda silahıma davranıyorum.. tam o anda o da dönüyor silahını bana doğrultuyor..
tetiğe bastığım anda aklımdan geçen tek düşünce haznenin boş olduğu gerçeği..
---------------------------
tetiğe benden önce bastı ama hazneyi boşaltmış olduğumu bilmiyordu.. ve o an aklımdan geçen tek düşünce koridordaki tuvalete uğramayı akıl edememiş olmasıydı..
tetiğe bastığım anda silahımdan çıkan suyun her damlasının ağır çekimde suratında patladığını görebiliyordum..
--------------------------
aradan 20 sene geçti ve nasıl olabildi de ben şimdi elimde bir 9mm, aynı koridorda onu öldürmek için aynı kapıyı aralıyorum..
pazar gününü ve 55 caddy'leri sevme sebebi.. her ne kadar hikayesinde tom 55 buick roadmaster'ı olduğunu söylese de caddy'siyle yardım isteyen arkadaşını seversiniz..
this is all about an unknown story
and its always been nice to remember.
this is all about a murder
and its always nice to meet your private killer.
this is all about you
and its always nice to make you read your own story.
this is all about me
and its always nice to commit suicide after a great glory.
sure there were those thieves, tried to steal you from you,
sure there were those blue suits, tried to break you,
sure there were those so called friends, tried to fail you.
but you come out clear and never turned yourself in.
some heroes born that way, some learn afterwards.
a sky, a sun and a moon.
when a hero borns one dies soon.
you've borned as a man.
but will die as a legend on a battle platoon.
that's life itself boy, no matter how hard you try,
there'll always be heroes and personal angels, for you they'll cry.
do not take these words as an acceptance of wisdom for your freedom.
thou shall be someon's hero, someones thief
as yet,
so soon,
you'll be someone's boredom..
"kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
aşk diyorsunuz ya,
işte orda durun bayım,
islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
kendimin ucunda.
öyle ıslak,
öyle kötü kokan,
yırtık ve perişan... ''
"bira içmeyi seviyordum ama o içmeye yetecek paramız olmadığını söyledi... bıraktım ve hemen ardından onu 100 liralık makyaj alışverişi yaparken yakaladım. sorduğumda 'güzel görünmesi gerektiği için' aldığını söyledi... ben de ona zaten birayı bu yüzden aldığımı söyledim, hem de çok daha ucuza... gitti. geri gelmeyecek sanırım."
"yine yanlış mı yaşıyoruz
karanlığımızı avuçlarımıza öksürerek
sen bir kadın ıssızlığına koşulmuş
yarıdan fazla mavi gözler
eylülden eylüle gülümseyen
ben görünmez raylara düğümlü
garlarda yankılanan bir erkek
değerinden eksiğine bozulmuş
ölüversek mi ne"
kibirimizden hep aslında.. en çok acıyı hep kendimiz çekiyoruz sanıyoruz.. ben, psikolojimin 2/3'üyle döküntü, kazıntı; sen, güzün düşen yapraklar kadar hüzün..
kar benim olduğum semte düşer!!
ikimiz birden üşürüz.. birdenbire..
birbirimize üşüşürüz. akbabalar gibiyizdir biz.. acıyla doyururuz karnımızı.. biz sinirden, kemik sesinden alırız günlük sevgi dozlarımızı..
ve biz birbirimizin gölgelerinden bile korkarken, ay'ı karşımıza alıp arkamızdaki cesetleri ustalıkla gömeriz..
sonra hoşçakal diyebiliriz istediğiniz bir örnekse.. elbette bir sonraki çukurda görüşmek üzere..
ikimiz de giyeriz meşhur mavi yağmurluklarımızı,
benimki nemli seninki kuru..
akşama ıslatmalıyız bunu!!
sabahında, akşamdan değil, taaa yazdan kalmalı..
rüzgara karşı işemenin bohem bir tarafı da yoktu aslında o dönemler.. bu tamamen doğaya başkaldıran, meydan okuyan, en eril düşüncelerin adamının bir isyanıydı.. bu bir çeşit intihardı ve aynı oranda da cinayet..
22 yıldır bu şehirdeyim, son 2 senedir şu trafik bu hale sokuldu ya. pes!
o şerefsiz, o g.tlek yüzünden hepsi. dün kızılaya gitmek için motoruma bindim. burada motoru özellikle belirtmemdeki sebep aradan dereden her yerden geçebilitesi olması. batıkent hipodrum - istanbul yolu bağlantısından kızılay istikametine gidecekken, yolu kapatmışlar. eryaman istikametine devam ettik kalabalığın geri kalanıyla. oradan 4-5 km sonra göksu kavşağına aşağıdan dolaşıp refüjden atlamak suretiyle istanbul yoluna geri girdim. tam düşünürken motor sayesinde yırttım diye. o ibne herifin benden önce düşündüğü çıktı.
"bütün istanbul yolu kapalıydı!!"
bilen bilir o mevkide sağınızda fabrikalar kalıyor. sincan yoluna birleştirdi. ve o birleşim noktası kavşaktan 100 mt ilerde kaldığı için optimum avm'ye kadar gitmek zorunda kaldım.
bu arada böyle anlatıyorum ama saat 19,10-19,15 civarları. insanlar gram hareket edemiyorlar. bırakın arabaları motosikletle geçilmiyor çoğu zaman aralarından. öyle mahşeri bir kalabalık.
oradan u çektikten sonra istikameti verdim devam ettim.
yani dün itibariyle batıkent, yeni batı mah.-yuva koop-istanbul (ve otoban'dan gelen nice yolcular) tam tersi istikamette olan sincan'a selam edip gelmek zorunda kaldılar.
işin en güzel ve ilginç tarafı 1 köşesinde veya kenarında büyükşehir belediyesi asfalt çalışması yazmıyor oluşuydu. kulakları çok çınlıyor bizimkinin bu aralar sanırım.
bir çorba ismi vardı neydi adı? analı kızlı.. yapsa da yesek..
düşünsenize.. önce hafif bir ıslaklık dokunur benzin pompasına.. oradan ateşlemeye geçmek için ilerler. kıvılcım parladığı anda bujilerden, benzin, aldatılmış bir kadın gibi çıldırmaya başlar. ilk hareketi vermiştir artık... sevişmek fikri gelir aklınıza ve bu uyarıldığınızın işaretidir. genellikle 180 derecelik krank'ı, 90 derecelik v twini'i ve iki pistonun sırasıyla vururken tek piston karakteri göstermesi inanılmaz bir ses çıkartır ortaya.. ritmik değildir, aksak değildir bu ses.. tamamen rastlantısaldır. patapat pat... pat patapata pat... tanımadığınız biriyle sevişmek gibi, hiç bir zaman emin olamazsınız bir sonraki hareketin ne olacağını. ve bilseniz bile, hiç bir zaman emin olamazsınız o muhteşem kromların altında ne kadar güzel bir hazine bulundurduğunu.. sonra silindirler vurmaya başlar.. 1300 santimetreküp hacim içinde, sizi delirtmeye başlar ve gazı elinizle kavrar ve kendinize çekmeye başlarsınız ve gerilen gaz teli, kapakçıkları açmaya yarar ve bu kapakçılar en büyük tahrik unsurudur ve kavramayı ezerek bıraktıkça iyice artık haz duymaya başladığını hissedersiniz ve biraz daha açarsınız gazı ve biraz daha bırakırsınız maneti.. ve delirir, ve delirir, ve delirir, ve titrer, ve kasılır, son bir daha.. biraz daha.. ...! ...! ...,
terimleri s.kmeye bile kalmıyor ki! anlatım bozukluğundan falan geçtim, "izlenilcek" nedir? altına o kadar entry yazan adam da altına imzasını atmış sanki...
alkolü ciddiye almaya başladığımız zamanlardı ve o zamanlar sarhoşluk elde edilmesi ucuz bir servisti. içiyorduk ve sarhoş olup yatıyorduk. öldürdüğümüz sivrisinekler için bile vicdan azabı çekmiyorduk.
takım elbiselilerin yeni yeni ortalıkta dolaştığı, kafaları boş, cepleri dolu bayların altın saat takmaktan vazgeçip, deri bilgisayar çantalarıyla hava atmaya başladığı dönemlerdi.
bir hevesle çıktığım yoldan ağır bir hayalkırıklığıyla ayrılan ben, ancak bir on sene sonra farkedecektim ne kadar doğru bir iş yaptığımı. aslında yapılan bir iş değil, bahsedilen, yapılmayan bir işti ve o zamanlar luke rhineheart daha zar adam'ı yazmamıştı.
o kadar çok yazardan ve besteciden telif hakkı isteyebilirdim ki, bu gerçekten çok yorucu olacağı için, düşüncesi bile gözlerimi devirmeme sebep olurken, vazgeçmem uzun zamanımı almadı.
hep, benimkiyle paralel bir hayat olamayacağını düşündüm. eskiden. şimdi nesnel bir kanıtım olmasa da, inanıyorum ben bunun var olduğuna.
küçücük, minicik ipuçları var hayatın içinde ve günlük olayların içinde ufacık tefecik saklanmışlar. bunları takip ederseniz, gidiyorsunuz o "şeye"; etmezseniz... etmezseniz bir bok olacağı yok. hayat devam ediyor nihayetinde.
bazen bir kadına, bazen bir erkeğe, bazen bir mağaza vitrinin önünde tanışmak üzere sadık dostunuza, bazen de sadece bir sokağa götürürler. benim durumumda ipuçları hep ellilik bira bardaklarını işaret ettiler. eh... ben sadece bunları değerlendirdim. fazlası değil.
içmek, insani gereklilikler açısından ikinci sıradaki önceliğimken nefes almanın ardından; nefes almayı unutan bir toplumda birinci sıraya yerleşmiş olması sanırım kaçınılmazdı.
sıkıntılarım ve mutsuzluklarımın değişik suretlerde karşıma tekrar tekrar çıkacağını biliyordum, neşe ve mutluluklarımın da öyle. elbette, şöyle ağzımı yaya yaya, utanmadan çirkin dişlerimden, sıkılmadan kendi sesimden atılan bir kahkahanın değerini biliyordum ama bunun yanında, kaybedilen o kahkahanın ardından, içimdeki karanlık boşluğa fırlattığım gözyaşımın dibe vurduğu anda çıkardığı hüzünlü ve detone yutkunma sesi gerçekten içimi parçalıyordu ve benim parçalanacak başka bir yanım kalmamıştı.
kişinin hayatı kendine saçma gelmiyorsa, yanlış yaşıyor olmalıdır hayatı. tanıştığım saçma hayatlar hep özenilmesi gereken hayatlardı ve anlamlı yaşadıklarını söyleyenlerin, geceleri küçük çocuklar gibi nasıl da hüngür hüngür, nasıl da pişmanlıklar içinde, nasıl da kafalarını kurtarmak istercesine başlarını ellerinin arasına alıp çirkin çirkin ağladıklarını beynimin en minicik, en ufak, en az güç harcayan hücrelerinde canlandırmam; elime, bira bardağını tutmasını ve ağzıma götürmesini emretmemden daha yorucu olacağı için, umursamadım hiç...
evet, parçalanmak ve acı çekmek istemiyordum ama cehennemlerimi yaratan cennetlerimdi her zaman. mutlu olmak, mutsuzluğun kapıyı çalmadan gelen, son model, modern, elektronik postacısıydı.
kapıyı çalmadan çalışan postacılar, gerçek birer postacı olamadılar hiç. verdikleri anda karşısındaki insanın yüzündeki umudu, heyecanı yada belki açtıktan sonra görebileceği yıkımı, yıkılmışlığı görmeyen postacı mı olur?
işte modern toplumun çöküşü, yeni posta sistemi yüzündendi. ve biz hala yeni posta kutuları asmak üzere, yeni evler yapıyorduk, çökmek üzere...
yerini "inbox(1)" lerin aldığı durumlar, büyük ödülü hiç alamadığımız, alanı tanımadığımız piyangoların, insanı, katil olma eşiğinden içeri bakarken sırtından hafifçe itip hınzırca gülümseyen amortileriydi.
ve işte tüm bu sebeplerden dolayı, mutsuzluk, mutluluğu hiç tanımadı. hüzün, sevinci; gözyaşları, kahkahaları; erkek, kadını; hiç ama hiç tanımadı. tanısa severdi belki ve mutsuzluğun kaderi olmadığını farkedebilirdi. ama tanımadı işte.
bense, arafta kalmayı seçiyordum hep. kötülükle iyilik arasında kalmış, ikisini de reddeden, ölmek üzere olan çocuğu kurtarmaya yeltenmeyen savaş muhabiri edasıyla izledim hayatı.
"gözlemledim hep."
sadece şaşı bakarak görebildiğimiz gazete ilüzyonları vardır ya hani, benim içme sebebim de buydu işte. ekseni şaşmış bir dünyaya şaşı bakmadıkça ne görülebilirdi ki adamakıllı?
ya da uydurduğum, kulağa en hoş gelen bahanem buydu içmeme karşılık gelen.
"bir şekilde gözlemledim hep." demeliyim sanırım, yoksa olmayacak ve kendime söz verdiğim gibi sürekli yalan söylemiş olamayacağım...
hiç olmak..
piç olmak..
çıplak kalmak..
istememek..
vaad etmemek..
çevirmemek..
yaşamak..
çok büyük kelimeler küçük yüreğime,
okuması bile nefes nefese bırakır "yaşamak" diye..
...
...
bir bütünün parçasıysak eğer,
ben o bütünün ayaklarıyım mutlaka..
bütünün geri kalanını sırtında taşıyan,
karşılığında açlık sınırında hayatta kalan..
tedbirsiz şarkılar yazabilirim her an, dikkatli olun! kahraman kelimesinin üstünde durup, kahır ve aman'ı ayırabilirim birbirinden, yok edebilirim bir bakış açısını yoluna ayna koyup kendi kendini göstererek. kapıdan çıkıp gidebilirim mesela her an. bir daha görünmemekle tehdit ederken sizi, sizi gören gözlerimi oyabilirim. en azından kendimi kurtarabilirim. kurtarırken kendimi yanıma en fazla birinizi alabilirim...
tebdili elden bırakabilirim her an, pil bitebilir ve saat durabilir, durağanlık çokça tehlikelidir. o kadar tehlikeli ki, yalnız başına hayatında ilk defa karşıdan karşıya geçer gibi. nereye gittiklerini bilmediğim arabaları yakabilirim mesela her an. ama bir '68 dodge charger saklayabilirim kendime, arabalardan çıkanları ezebilirim bununla - tarihin en "kötü" arabasıyla. ezerken hepsini, yanıma en fazla birinizi alabilirim...
tebriz'i fethedebilirim her an, tek başıma, silahsız; iran'da isyan'a öncülük edebilirim libidomla. her kadın, bir tutam. hepsini ayartabilirim. meclisleri kırabilirim ortadan ikiye mesela her an. ve bir anayasa yazabilirim sıfırdan, ilk maddesi "ehehe" olan. ve hala insan hakları diye bağıran hipsterlara silah cekebilirim. çok para mutluluk getirmez ya, savaş suçlularına para verip mutsuz bir hayat yaşamalarını sağlayabilirim. ben '90 kuşağıyım, umursamayabilirim hiç birinizi. ben sevgisiz değil, sezgisiz büyüdüm ve bunu anlamanızı kolaylaştırabilirim. kolaylaştırırken hepinize, en fazla birinize zorlaştırabilirim anlamları...
tebyiz edebilirim yaşadıklarımı her an, defter bitebilir. kalemlerin ucunu açabilirim, yolların da. bir yolunu bulabilirim silmeden düzeltmenin. hiç bilmediğim bir hayatı çalabilirim, motorun terkisinde bir zindana mahkum edebilirim zalim ejder güzellerini. kahırsız ve amansız bırakabilirim dünyayı. kahrıma aman edenleri affedemeyebilirim bir seferliğine ve sefersiz gemileri terk-i cihan eyleyebilirim. bir edimi, kedim yapabilirim mesela, yoklukla besleyebilirim gün be gün. yeterince büyütebilirsem eğer, kendimi yedirebilirim, dikkatli olun! en fazla birinizi alabilirim yanıma, defter-i tebyiz ederken bu boktan satırları.
tedvin edebilirim söylediklerimi her an, kaldıramayabilir sırça beyinleriniz.
tebrik edebilirim birinizi, tedbirsiz yazdırdığı için bunları, 1968'de tebriz'de..