Pek sevmesem de Leeds United'ın "atanın ve tutanın iyi olacak" klişesini doğrulayan bir yenilgi aldığı maç oldu.
Kalelerinde verdikleri tek pozisyonda kaleci kapattığı köşeden hatalı bir gol yedi. Girdikleri birden fazla pozisyonu değerlendiremediler.
Leeds'in hazırlayıcıları (James, bogle, tanaka, gnonto) bence bu akşam üzerlerine düşeni yaptılar Aaronson, piroe ve sonradan oyuna giren bamford bitiricilik bakımından bugün yetersiz kaldılar. iyi bir pivot santrfor en kötü beraberliği getirirdi bu akşam.
Ek olarak Leeds yay çevresinde biraz daha çabuk ve direkt olabilirdi diye düşünüyorum. Son 10 dakikaya kadar ceza sahası dışından hiç şut çekmediler.
Tabii ben bunları yazarken Leeds United şeytanın bacağını kırdı ama zirve mücadelesi veren Leeds için söylediklerim hala geçerli. Preston'a maç öncesi Leeds karşısında bir puan versen zaten maça çıkmazlardı.
Championship 21. hafta mücadelesi. Tv 8.5'ta yayınlanmakta. ilk yarısı az önce 1-0 ev sahibi lehine sona erdi.
Preston 1 kez geldi gol attı. Kosovalı forvet Osmajic golü attırdı, 30-40 metre topu sürdükten sonra güzel bir servis yaptı. Sırtı dönük oyunda da fena değil. Leeds United'da böyle baskın bir santrfor oyunu yok.
Leeds topa hakim olan taraf. Yakaladıkları 3-4 fırsatı özensiz kullandılar. Yakaladıkları en net pozisyonda Aaronson ceza sahasında topa çok kötü vurdu, yaydan kullandıkları serbest atışı da piroe kötü kullandı. Yine Byram ceza sahasında boş pozisyonda kafayla kötü vurdu.
Hakem sertliğe tolerans gösteriyor. Hatta takdir haklarını da bence biraz ev sahibi taraftan yana kullanıyor.
Adına devlet denen aygıtın bu orospunun piç oğlunu ya tuttuğu gibi ülkeye getirip yargılaması gerekir, ya da hiç uğraşmayıp orada kafasına sıkması gerekir.
şenol güneş tarikatı mensuplarının hala dönüp dönüp istatistiklerini paylaşarak sövmeye devam ettikleri, werder bremen ve bayern münihle toplamda 3 kez bundesliga şampiyonluğu yaşamış fransız eski futbolcu & lask linzle uel'de çeyrek final görmüş teknik direktör.
kendisinin beşiktaş kariyerine ve geçen sezona kısaca göz atalım.
geçen sezon (22-23) ilk 5 maçta 4 galibiyet bir beraberliği var. beraberlik yasin kol adlı hakem benzerinin sıçtığı maç. Valerien'in de o maçta kusuru yok değil, takımı çok geriye çekti ama yasin'in bu sitede başlığını açan benim, ilk 45 dakikada estirdiği terörü kalem kalem yazdım. Girin bakın.
5 maçlık serinin son galibiyeti ankaragücü maçı. maç sonu ankaragücü taraftarı altinsanlar sahaya atlayıp josef'e saldırıyor. Bunun için josef'e ceza verildi. Kendini savunmaması gerekiyormuş.
6. maç başakşehir maçı. kalede mert sakat, ersin formsuz. o yüzden şu an karagümrük'te orta düzey performans veren yedek kalecimiz emre oynadı o maç. Kaleye gelen tek şutta basit bir gol yedi. O şutun hemen öncesinde de necip saçma sapan bir top kaybı yapıyor. Aynı maç halil umut meler'in vermediği çok net bir penaltı, nkudu eşeğinin kaçırdığı 2-3 tane %100lük gol pozisyonu var.
Sonrasında beşiktaş giresun'u yeniyor, fener trabzon ve istanbulspor ile berabere kalıyor. Fener maçında orta karar bir performans. Trabzon maçında ise iyi oynadığımız halde kazanamadık. istanbulspor maçında ersin kalede çok güzel casper taklidi yapıyor, mert hala sakat. Hatay karşısında yenilgi gelince de valerien istifa ediyor.
Sonra şg geliyor. Weghorst gidince yerine daha iyisi geliyor, merkeze amir alınıyor, kalede de mert sakatlıktan dönüyor. üstüne de redmond form tutunca takımın hüviyeti değişiyor.
***
özetle bu adam geldi, şöyle veya böyle bir oyun oynatmaya çalıştı, hem medya hem de taraftar görünümlü vahşiler adamı yerli yersiz topa tuttular, adam baskıyı kaldırayıp başarısız olunca istifa edip gitti.
geriye dönüp bakınca sadece kalede mert olsaydı bile 10 maçta 7 galibiyet alırdı diye düşünüyorum. cenk'i ve gedson'u kesmesi oldukça mantıklı hareketler. Yürüyecek hali olmayan adamı ve pas atamayan orta sahayı oynatmaya gerek yok.
Bu ligde hoca olmak hakemlerle uğraşmayı, taraftar ve medya baskısına dayanıklı olmayı gerektirir. Kendisi bu iki bakımdan zayıf kaldı. Kendi doğrularında ısrar edemedi. En basitinden yazın hep 3lü savunma deneyip eleştiriler nedeniyle 4lüye dönmesi de bunu gösteriyor.
denedi ve başaramadı. Başaramayınca efendi gibi çekildi. Kendisinden razıyım. Yolu açık olsun.
ben olsam mesela del bosque gibi şöyle yüklü bir tazminat alıp öyle giderdim çünkü inanılmaz derecede saygısız insanlarsınız ve hak ettiğiniz şey bu. Adam delikanlı adammış, buradan da anlıyoruz.
Hala kendisine söven borazanlara da valerien gittiğinde sezonu şampiyon tamamlayacak olan gassarayın bir puan önünde olduğumuzu hatırlatmak isterim.
2000-2002 arası bitmişti. Yanılmıyorsam 3 yılda sadece 7 şehit verdik o dönem. O noktada artık yapılması gereken sosyal ve iktisadi anlamda bölgesel kalkınmanın sağlanmasıydı. Kökü kazınacaktı terörün.
Derken gürcünün biri iktidara geldi.
Önce Amerikan çıkarı için Türk ordusunu komşu devlete saldırtmaya çalıştı, istediğini alamayınca CIA köpeği badem bıyıklı kankalarıyla bir olup orduyu tarumar etti.
Ordu kışlaya hapsedilince PKK hem insan kaynağı hem lojistik yığdı.
Verdiğimiz şehit sayıları yıldan yıla arttı aqp döneminde. inanmayan açsın baksın.
Aqp ile ilgili olarak çocuklarıma anlatacağım onlarca rezillikten, onlarca ihanetten sadece biri bu.
Rakip takımın sol açığı ne zaman topu alsa bu arkadaş paytak bir şekilde koştura koştura adama doğru geliyor, bunu gören rakip takım sol açığı bekle ver-kaç yapıp onur'dan kolay bir şekilde kurtuluyor. Beşiktaş savunmasının sağ tarafı tarla gibi bomboş kalıyor.
Bu olay her maç en az 5 kez tekrarlanıyor.
Bu takımın bir teknik ekibi yok mu? Neden kimse bu arkadaşı uyarmıyor?
dün gruptan çıkamamış olması okan buruk'a yazar. senin kadron daha kaliteli. Daha iyi oynaman gerekiyor.
Adamlar topu sana bıraktı ilk yarıda, ceza sahasına giremedin. Çünkü tipik bir türk teknik direktör olduğun için devamlı topu havadan içeri göndermeye çalıştın. Adamların ceza sahasında kalabalık beklemesi yeterli oldu. Halbuki kaan-torreira ikilisinin önüne mertens atmış olsaydın topu ceza sahasına yerden indirebilirdin. noldu? forvetlerini topla buluşturamamış oldun.
Daha da çıkıp adamlara saygısızlık yapıyorsun basın toplantısında, yok çok bir şey yapmamışlar falan. Futbol basit bir oyun zaten. Adamın elindeki malzeme belli, o malzemeyi en güzel şekilde kullanmaya çalışıyor, senin gibi çarçur etmiyor.
gol yemeden değişiklik yapmamak da yine bir türk teknik direktör saçmalığı. ilk yarıda adamları açamadığın gibi 2. yarıda da açamadın işte, maçı kazanman gerekiyor gruptan çıkman için, niye gol yemeyi bekliyorsun?
Manchester kazansa sonuncu olacaktın grupta. Bu taktik yetersizlikle uefa'da da fazla ileri gidemezsin. Halbuki mesela glasner gibi ciddi bir hoca olsaydı şu takıma geride nelsson-sanchez-bardakçı ile gayet güzel üçlü oynatır, zaten savunma yapamayan angelino'yu savunma derdinden kurtarır, geride de boş alan bırakmazdı.
Sınırlarını ve gücünü bilmeden top oynatıyor takıma. Çıktı Bayern'e 70 dakika önde bastı, takım güçten düştü son yirmişer dakika geriye yaslanıp gol yedi. iyi kapanan bir takımı da orta kafa golle açmaya çalışıyor. Bırakın da okan hocam bir 30-40 orta daha açsın, belki gelir beraberlik golü.
Sonuç olarak şu kadronun başında türk hocanın olması net olarak takımı aşağı çeken bir faktör.
Çok koştu ve mücadele etti geçerli bir ölçüt değil. Necip de çok koşup mücadele ediyor.
Şurada yaptığım eleştiriye #46771062 ek olarak bir de kendini yere atıp sakatlanmış, güler misin ağlar mısın?
Geçen maç ilk yarı sonunda sıkışık bir pozisyonda hakem ilk yarıyı bitirdi diye böğüre böğüre itiraz ediyor, mümkünse bu olayı da tekrarlamasın.
Sarışın kardeşler olarak ne yazık ki oyuncularınıza böyle kötü huylar edindiriyorsunuz. Mesela geçenlerde Kaan Ayhan da ligde hakemi tehdit etti, sonra şampiyonlar ligi maçında da oranın şampiyonlar ligi olduğunu unutup hakeme atar gider yapınca zart diye yedi sarıyı, koşarak uzaklaştı.
Aman ferdi de dikkat etsin, ciddi bir yerde böğürürse milli takım sol beksiz kalır.
Twitter'da dolanırken bu kitaba denk geldim. Yazarın en az üç kez okuyun vb. iddialı söylemlerini gördükten sonra kitabın içindekiler kısmına göz attım. Faydalı olabileceğine kanaat getirip kitabı sipariş ettim.
2-3 yıldır şöyle böyle borsayla uğraşan biriyim ve sonuç olarak bu kitabın bana pek bir şey katmadığını söyleyebilirim.
Kitaptaki anlatım tarzının farklı olduğunu söylemem gerekiyor. Serbest yazım sebebiyle karmaşık bir kitap olmuş. Yazar bir şey anlatırken bir sonraki paragrafta bir anda başka bir şey anlatmaya başlıyor veya sayfalarca anlattığı şeyi bir anda reddedebiliyor. Kitapta yazarın söylediği şeyler sıklıkla birbiriyle çelişiyor.
Kullanılmayan tırnak işaretleri, virgüller, soru işaretleri okumayı zorlaştırıyor. Çok fazla yazım hatası (özellikle de/da ve ki bakımından) ve cümle düşüklüğü var.
Bana gönderilen kitabın kağıt kalitesi de düşüktü. Kitabı elimde tuttuğum için elim sanki gazete tutmuşum gibi siyah olmamalı.
Özetle; kitabın belki size faydası olur ama bana pek faydası olmadı. Mesela teknik analiz kısmında yazar kendi indikatörlerini ve bazı alım satım tekniklerini açıklıyor, ben teknik analizle ilgilenmediğim için çok işime yaramıyor ama belki ilgilenenlere faydası olur.
Yine de ülkemizde finansal literatürün gelişimi ve finansal okuryazarlığın artması bakımından bu gibi kitapların yazılması önemli.
dün akşam oynanan karagümrük maçında kendi savunmasının gerisine gereksiz koşu atıp karagümrük'te golü atan oyuncuyu ofsayttan kurtarıyor.
ikinci yarıda da ceza yayında bir top yumurtladı, nazım vurdu üstten dışarı gitti.
milli takımda mecburiyetten sol bek oynatıyoruz çünkü adam cenk özkaçar'dan ve barisic'i bir türlü kesemeyen rıdvan'dan daha iyi ama bir kulüp takımında bu adam sol bek oynamaz.
Aqp döneminde cumhuriyete yönelen sistematik saldırılar Atatürk'ün şahsına yöneltilerek başlamış; toplumdan gelen sert tepkiler üzerine Atatürk'e yönelen saldırılar azalmış ve sinsileşmiştir. Bu saldırılar daha çok ismet inönü ve devamında Şükrü Saraçoğlu üzerinden devam etmiştir.
Hükümet karşıtı ve "laik" görünüp bir yandan aqp hükümetinin şemsiyesi altında palazlanmaya devam eden, ülkenin en büyük sanayi kuruluşu Tüpraşı yok paraya ele geçiren, kanal istanbul kıyısındaki arazileri sessizce parselleyen koç grubunun temsilcisi Ali Koç, biricik hükümetine yaranma kaygısı içinde Saraçoğlu'na saldıranlar kervanının başını çekmiştir.
Eline kitap almayan, aldığında da Orhan Pamuk benzeri siksok yazarları okuyan Türk milleti de genel anlamda cahil olduğu için bu saldırıların mahiyetini kavrayamamış, "Aa ne güzel bak Ali Koç başkanım stadın adını Atatürk koyuyor helal olsun ne kadar da Kemalist bir adam" minvalinde düşük IQ tepkiler vermiştir. Bir cumhuriyet çınarı olan şükrü Saraçoğlu'nun genel anlamda tanıtılması ve işlerinin anlatılması gereği böylelikle ortaya çıkmıştır.
Şükrü Saraçoğlu'nun dikkat çekici faaliyetleri 3 başlıkta incelenecektir: Fenerbahçe'ye katkıları, dış politika ve iç politika.
Şükrü Saraçoğlu koyu bir Fenerbahçelidir (Duh). 1934-1950 yılları arasında 16 yıl Fenerbahçe başkanlığı yapmıştır.
iki konuda Şükrü Saraçoğlu'nun doğrudan inisiyatif alarak Fenerbahçe'ye çok önemli katkılar sağladığı görülmektedir.
Bunlardan ilki Fenerbahçe'ye stat arazisinin kazandırılması konusudur. O arazi o dönemde ittihat Spor Kulübünün elindeydi. Bu spor kulübü Kadıköy'de faaliyet göstermekteydi. Tüm ısrarlara rağmen bu kulübün sahibi stat arazisini Fenerbahçe'ye devretmeyince Şükrü Saraçoğlu döneminde her bölgede spor kulübü sayısının bire düşürülmesi kararı alınmış, böylelikle Fenerbahçe'den daha az üyesi bulunan ittihat Spor kulübü kapatılarak stat arazisi Fenerbahçe'ye devredilmiştir.
Şükrü Saraçoğlu'nun Fenerbahçe'ye ikinci büyük katkısı ise Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarları arasında çıkan kavga neticesinde Fenerbahçe'nin kapatılma noktasına gelmesi, Şükrü Saraçoğlu'nun bu esnada kulübe bizzat başkan olarak "Hadi bakalım, kapatabiliyorsanız kapatın" mesajı vermesidir. Kavga neticesinde kapatılmanın eşiğine gelen Fenerbahçe'ye Şükrü Saraçoğlu güçlü siyasi kimliğini kullanarak sahip çıkmış, kulübün kapanmasına bizzat engel olmuştur.
2- Dış Politika
(Borçların sildirilmesi, ikili siyaset izlenerek ülkenin savaştan korunması, Sovyet tehdidine karşı korunmanın sağlanması)
Osmanlı Devleti'nin 161 milyon lira borcu tespit edilmiş, bu borcun 107 milyon lirası Türkiye Cumhuriyeti'ne yüklenmiştir. Şükrü Saraçoğlu, yüklenen bu borçları 1927-1930 arasında 3 sene boyunca diplomatik hamlelerle sürüncemede bırakmış; 1929 iktisadi krizinin diğer ülkelerde yarattığı acil nakit ihtiyacını kullanarak bu borcun %98'ini sildirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, 161 milyon liralık Osmanlı borcunun sadece 8.5 milyon lirasını ödemiştir. Bu iktisadi başarı Şükrü Saraçoğlu'nun müzakere yeteneğini ortaya sermiş, bir politikacı olarak onun önünü açmıştır. Hem Atatürk, hem TBMM Saraçoğlu'nu takdir etmişlerdir.
ikinci dünya savaşından ülkenin uzak tutulmasında bir numaralı pay sahibi ismet inönü, ikincisi ise Şükrü Saraçoğlu'dur. Saraçoğlu 2. Dünya Savaşı'nın büyük kısmında dışişleri bakanı ve başbakan olarak faaliyet göstermiştir. Bu iki görevi birlikte yürütmüşlüğü dahi mevcuttur. Bu süreçte Şükrü Saraçoğlu, ingilizlerle ve Almanlarla farklı farklı ittifak anlaşmaları imzalayarak iki ülkeyi dengede tutmuş, Almanya'nın Türkiye'ye saldıracak gücünün kalmadığını anladığında Türkiye'nin savaş sonrasında Sovyet tehdidine karşı yalnız kalmasını önlemek için 10 saatlik bir oturumda TBMM'yi Almanya'ya savaş ilan edilmesine ikna etmiş ve Türkiye'nin birleşmiş milletlerde kurucu üyelerden biri olarak yer almasını sağlamıştır.
ikinci dünya savaşı sonrasında alman tehdidinden kurtulmuş, yayılmacı Sovyetlerin Türkiye'yi tehdit etmesine rağmen saldıracak gücü bulamaması buradan ileri gelmiştir. Şükrü Saraçoğlu'nun çabaları ile Sovyet saldırganlığına karşı Truman ikna edilerek Amerikan müttefikliği sağlanmış, böylelikle Stalin'in doğu Anadolu ve boğazlar üzerindeki emellerinin gerçekleşmesi önlenmiştir.
3- iç Politika (Varlık Vergisi)
Refik Saydam'ın ani ölümü sonucu Şükrü Saraçoğlu başbakanlık görevini devralmıştır. Halkın içinde bulunduğu iktisadi zorluğu gören Saraçoğlu, halkın vergi yükü altında ezmek istemediği için Varlık vergisi uygulaması ile ülkenin zenginlerinden vergi toplamayı uygun görmüştür.
Varlık vergisi uygulaması ile toplamda 314 milyon lira vergi toplanmıştır. istanbul Ticaret Odasının %87sini oluşturan gayrimüslimler, bu vergilerin sadece %52sine denk gelen 166 milyon lira ödeme yapmışlardır. Kalan paranın 115 milyon lirasını müslümanlar, 33 milyon lirayı ise yabancı tacirler ödemiştir.
Varlık vergisi sayesinde yüksek enflasyon karşısında kısa vadeli başarı sağlanmış, merkez bankasına iktisadi kuvvet kazandırılmıştır. Merkez Bankası 35 bin ton altın ve 12 milyon ingiliz parası rezerv oluşturmuştur.
***
Detaylı bilgi isteyenler Gürbüz Arslan'ın "Şükrü Saraçoğlu'nun Hayatı ve Siyasi Faaliyetleri" adlı kitabına bakabilirler, linki aşağı bırakıyorum:
Özetle Şükrü Saraçoğlu'nun kesip attığı ayak tırnağı, Ali Koç'tan daha değerlidir.
Osmanlı borçlarını sildiren, ülkeyi ikinci dünya savaşından koruyan, aqp hükümetinin yaptığının aksine olacak şekilde fakir halkı ezmek yerine zenginlerden vergi alan adamdır Şükrü Saraçoğlu.
Fenerbahçe'ye stadını kazandıran, kulübü kapatılmaktan kurtaran adamı eleştirmek; 6 senede bir şampiyonluk alamayan adamın haddine değildir.
Siz hükümetinize gluk gluk çekmeye devam edin, sinsice kesenizi doldurup 10 kasımdan 10 kaşıma Atatürkçülük taslayın, ötesine karışmayın.
Bundan sonra sol bekte hücuma destek ihtiyacı duyduğumuz her maçta sola Ferdi yazılır.
Yine Hırvatistan seviyesinde kapanmayı gerektirecek takım gelirse Cenk oynar ama onun dışında gerek yok. Çok kötüydü bu akşam.
Şu maçı mutlaka kazanman gerekse merkezden hücum katkısına ihtiyacın olurdu. Salih Uçan biraz 6 biraz 8 bir adam olarak ismail-Salih ikilisinden biri yerine böyle durumlarda düşünülebilir.
Zeki sağ bekte yeterli değil. Mert Müldür ne durumda bir kontrol etmek lazım.
Yusuf Sarı iyi bir yedek ama ilk 11'e yazmam. Başlarken sağda Barış Alper ileride Bertuğ daha iyi olur diye düşünüyorum.
Kerem böyle devam ederse Kenan ilk 11'i alır.
Sağ stoperde Samet yer yer iyi müdahaleler yapsa da patlamaya müsait görünüyor. Tayyip Talha 2. Yarıya yetişir ve iyi oynarsa ilk 11'e gelebilir.
Yusuf Yazıcı'yı milli takıma çağırmaya gerek yok.
Kale, sağ stoper, sağ bek, 8 numara yokluğu bu takımın defoları gibi görünüyor. Altay bugün iyiydi ama istikrarlı değil.
Eyyorlamam bu kadar. Hepinize iyi geceler dilerim.
insan onuruna uygun yaşam, özgür yaşamdır. iktisadi prangalar özgür yaşamaya engeldir. Yani bununla şunu söylüyorum, insan çalışmaksızın temel ihtiyaçlarını karşılayabilmelidir. Beslenme, barınma ve giyinme. ihtiyaçlardan kastımız budur. Bir ev alabilmek, bir araba alabilmek için haftanın beş günü 45-50 saatinizi başkasına veriyorsanız kölesiniz demektir.
Türkiye özelinde konuşacak olursak, 85 milyon insan var. Bu insanlardan 10-15 milyonu buraya ait değil, gönderilmeleri gerekiyor. O sebeple 75 milyon insan var diyelim. 25 milyon adet apartman dairesi yapmak çok mu zor bir şey? Nüfusu dengeli dağıtabilirsin. istanbul gibi nüfusun gereksiz fazla olduğu şehirlerdeki insanların memleket bilgilerine sahipsiniz.
TOKi bu bilgiye dayalı olarak insanların memleketlerine ev yapsın. istanbul'dan gitmek istediğinde insanların memleketlerinde bir evi olmalı. Şehirlere memleket projeksiyonuna göre dağıtılmış 25 milyon adet evden bahsediyoruz. Ticari kazanç kaynağı olmaktan ziyade hedef ihtiyacı karşılamak olduğu için ev sahiplerinin de bu evler üzerindeki satış hakkı kısıtlanmalıdır.
Benzer bir kısıtlama ikinci el araç piyasası bakımından da düşünülebilir. ikinci el araç alan kimse istisnai haller dışında aldığı aracı 1 sene satamamalı. Hyundai vs iş görecek basit bir araba alayım diyorsun al sat yapa yapa piyasayı yükseltiyorlar.
Araç bir kenara, kardeşim şu tren yollarını niye tamamlamıyorsunuz? Samsun-Sarp demiryolu projesini, Erzincan-Trabzon demiryolu hattını neden tamamlamıyorsunuz?
Toparlamak gerekirse:
1- TOKi insanların memleketine ev yapsın, 10 yıl satmama şerhi işleyerek vatandaşlara taşınmaz dağıtsın.
2- Alsatçı köpeklerin basit araçların fiyatlarını yükseltmesini engellemek için belli bir kalitenin altındaki, iş görecek araçlara istisnai haller dışında en az bir yıl satılamaz şerhi konulsun.
3- Tüm ülke demirağlarla örülmelidir. Başta Samsun-Sarp demiryolu projesi ve Erzincan-Trabzon demiryolu hattı olmak üzere ülke genelinde demiryoluna ağırlık verilsin.
Eyyorlamam bu kadar. Türkiye demirağlarla örülmelidir.
***
Vatandaşlık ve Taşınmaz
Türk vatandaşlığı sadece (en az) anneden veya babadan geçmeli, vatandaşlık "kazanmak" hiçbir şekilde mümkün olmamalıdır. Güven toplumu böyle inşa edilir.
Buna paralel olarak, Türk vatandaşı olmayanların Türkiye'de taşınmaz edinmesi yasaklanmalıdır.
Yabancıların taşınmaz edinmesini engelleyici düzenlemelerin liberal cepheden faşist ve benzeri içi boş sözcüklere dayalı eleştiriler alması muhtemeldir. Bir kurum olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin her şeyden önce Türk milletine hizmet etmek için kurulduğu unutulmamalıdır. Nitekim devletimiz liberal değil; anayasamızın 2. Maddesinde de belirtildiği üzere sosyal devlettir.
Şahsi bir anımı anlatmak istiyorum. 52 yaşında, Kuveyt'te doğup büyümüş iranlı bir abimizden Kuveyt'in kendisine sınırsız ikamet izni verdiğini ancak hiçbir şekilde Kuveyt vatandaşlığı vermediğini ve vermeyeceğini duymuştum. Özsaygı böyle bir şeydir. Vatandaşlık bu toprakların öz evlatlarının ayrıcalığıdır. Özsaygısı düşük toplumlar ise vatandaşlığı çarçur etmeye bayılırlar.
***
Türkiye, kale gibi korunan sınırları içinde; tarımını hayvancılığını ve sanayiini inşa etmiş, kendi ihtiyaçlarını dış ülkelere ihtiyaç duymadan karşılayabilen bir ülke olmalıdır.
Sizin seçtiğiniz hükümet ülkeyi ithalat bağımlısı hale getirdi, hepimizi fakirleştirdi. Buğday ambarı iç Anadolu'nun sahibi olan Türkiye ekmeklik buğdayını Rusya'dan alıyor. Et ihtiyacını yurtdışından karşılıyor, daha doğrusu karşılayamıyor. Sanayiinin düzeyini koruyup halkın alım gücünü koruyan kamu iktisadi teşebbüslerini koruyup geliştirmeniz gerekirken değerinin çok altında fiyatlara sattınız. Bunu eleştirdiğimiz zaman da düyun-u umumiye (IMF) zihniyetinin satılık kalemlerini üzerimize saldınız.
Üstüne üstlük hırsızlık yaparak devamlı kurumların içini boşaltıyorsunuz. Örneğin Türk milleti dünyanın en çok çay tüketen milleti olduğu halde, bu ülkedeki bir numaralı çay üreticisi olan Çaykur'un yüksek zararlar açıklamasının sebebi budur.
Daha da önemlisi, Türkiye artık Türkiye (Türklerin Vatanı) olmaktan uzak. Bu ülke üzerinde ne idüğü belirsiz on milyonlarca insan yaşıyor. Ülke yolgeçen hanına döndü.
Hülooğğ gibi anlamsız tepkiler vererek adamı hiçbir şekilde hak etmediği fanatik bir coşkuyla desteklediniz. Gelinen noktanın sorumlusu hem Erdoğan hem de sizsiniz. Çünkü oy vermeye devam ederek onu siz başta tuttunuz. Diyelim ki dedikleriniz doğru olsun.
Bu ülkede dindar insanlara haksız baskılar uygulandı diye, belediyeler hizmetlerini yerine getirmedi diye (Çöp yığınları, istanbul'da 90larda şu kesintileri vb.) ülkeyi bu gördüğünüz hale getiren adama oy vermeniz mi gerekiyordu?
Benim sizden bu saatten sonra hiçbir isteğim yok. Eline silah alan, iradesini zorla dayatan bir insan olmadım, olmaya da niyetim yok. Ülkenin muhalif kesimi %90 benim gibi insanlardan oluşuyor zaten, ama herhalde öyle olsaydık muhtemelen ülke şu an çok daha iyi durumda olurdu.
Her neyse. Coşkuyla destekleyerek, masa kırmalı oy vererek yaratılmasına önayak olduğunuz koşulların keyfini çıkarmaya bakın.
Size söz hakkı veren demokrasi adlı kurumun da ben anasını götten sikeyim.
--spoiler--
"...Herkes biliyor ki son yıllarda, Erdoğan, hemen her “tarihi” konuşmasında Necip Fazıl’ı anıyor ve ondan siyasi mesaj niteliği taşıyan şiirler okuyor. Bunun dışında AKP’nin en önde gelen isimleri de sık sık aynı sevgiyi dillendiriyor ve yayıyorlar. Oysa, ilerleyen sayfalarda göstereceğimiz gibi, “ inkılâpçı” şairin teokratik totalitarizmi, hatta etnik temizliği açıkça savunan fikirleri de bu arada piyasada serbestçe dolaşıyor ve okunuyor. Bu durumda iktidara demokrasiyi ilerletmek vaadiyle geldiği söylenen bir siyasi kadronun Necip Fazıl aşkını her yönüyle bilmek ve sorgulamak durumunda değil miyiz? Ve bunun için de düşünürü her yönüyle ele almak ve değerlendirmek zorunda değil miyiz? ..."
"...Kısakürek, Kafa Kâğıdı’nda, aile servetinin dökümünü şöyle yapıyor: “(Çemberlitaş’taki) konaktan başka, Beykoz’la Şile arası bir çiftliğimiz, Sarıyer’de malum köşkümüz, Büyükdere’de yeni alınma bir yalımız, Kocamustafapaşa taraflarında han ve evlerimiz, Kapalıçarşı’da dükkanlarımız vardır”
..."
"...Necip de ilk derslerini, kendisine aynı zamanda babalık yapan dedesinden aldı ve yine aile kültürünün etkisiyle –mahalle mektebi ve Nümune mekteplerinin yanı sıra– Fransız Frerler okulu ve Amerikan Koleji gibi okullarda da okudu..."
"...Bahriye Mektebi’ni tamamlamadan Darülfünun felsefe bölümüne geçen Necip Fazıl, buradan sonra da kazandığı bir bursla Fransa’ya gitmiş ve Sorbon’da Bergson’un hüküm sürdüğü yıllarda, felsefe okumuştur. Ne var ki bu maceranın da bir yılda tamamlandığını ve yazarın 1925’te ülkesine bir felsefe tutkunu olarak değil de kumar hastası olarak döndüğünü görüyoruz. Yazar Paris macerasını bir “kâbus”a dönüştüren bu kumar tutkusundan, anılarında, “kendimden kaçmak ve içimdeki sabit fikirleri uyutmak için bende ilaç haline gelen zehir” diye söz eder..."
"...Böyle bir çıkış noktası ilginçtir ve daha başlangıçta akla bazı soruları getiriyor. Yoksa genç yeteneğin daha sonraki fırtınalı ve çelişkilerle dolu hayatına “tadsız ve haşin” bulduğu “Papazlar Okulu”nun veya sevmekle birlikte haylazlık yüzünden “kovulduğu” Amerikan Koleji’nin itici etkileri mi damgasını vurmuştu?..."
"... istanbul’da, bir vezirle Legion d’Honneur sahibi bir âlimin torunu olarak doğmuş; genç yaşlarda yabancı diller öğrenmiş ve devlet bursuyla Fransa’ya giderek Sorbon’da Bergson’u dinlemiş; kırk yaşlarına kadar en seçkin Cumhuriyet aydınları (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Ahmet Kutsi Tecer, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Abidin Dino, Pertev Naili Boratav, Peyami Sefa vb.) arasında yaşamış ve saygı görmüş; piyesleri devlet tiyatrolarında sahnelenmiş ve kahramanları Muhsin Ertuğrul tarafından yorumlanmış bir yetenek, nasıl olup da sonunda, islam adına, açıkça etnik temizliği savunabilecek kadar demokrasi düşmanı bir “ideolocya”nın yapıcısı ve yayıcısı haline gelmiştir? ..."
"...Necip Fazıl düşünce ve duygu hayatındaki asıl kırılmayı, 1934 yılında, Ağacamii’nde, islam âlimi Abdülhakim Arvâsi Efendi ile tanışması ile yaşadı. Şeyhle ilk karşılaşmaları ve bir süre devam eden buluşmaları genç şairi gerçekten de derinden sarsmıştı. Öyle ki, yazar, daha sonraki bir şiirinde Arvâsi’yi “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız; ruhuma büyük, temel çivisini çaktınız” diye anacak, O ve Ben adlı eserinde de “Kurtarıcım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, nurum, ruhum, canım, efendim, topyekûn hayatım!” dediği Vanlı mürşidine “Ebediyen köpeğin olarak kendi köpekliğimden çıkayım; insan olayım!” diye yalvaracaktır (s. 255). Açıktır ki, özgür düşünceli ve bağımsız iki aydın arasındaki ilişkiden çok, “bir müridin mürşidine müridane bakışını”112 dillendiren yukarıdaki satırlar, aslında yazıldığı günlerde de yadırganacak nitelikteydi. Oysa öyle görünüyor ki sorunun psikolojik planda başka bir boyutu daha vardı..."
"...Necip Fazıl daha çocukluk yıllarından itibaren bir “üstün yaratık” muamelesi görmüş ve kendisi de buna inanmıştı. Anılarında, “Herkesçe teslim edilen zekâm, der, yakınlarımı öylesine ürkütmüş ve kaygılandırmıştı ki nazar değmesin diye sık sık tütsülerden atlatılır olmuştum” (s. 72). Aynı şekilde, henüz sekiz on yaşlarındayken, kendi kendine “bu dünyada acaba benden daha derin duyan ve düşünen ikinci bir kimse var mı?” diye mırıldandığını da anımsar (s. 74). Ne var ki, şair, bu aşırı özgüven duygusunu takıntı haline gelmiş bir ölüm korkusu ile birlikte yaşamakta ve bir yandan övünürken öte yandan da kendisine “ruh dünyasının kapılarını açacak” bir “mürşid” aramaktadır. Ve bu koşullarda kendisini anlayan ve “keşke bu kadar zeki olmasaydın!” diyerek yaralı egosunu okşayan Arvâsi Efendi, karşısına âdeta biçilmiş bir kaftan olarak çıkmıştır. (s. 74)..."
"... Yaşamı laik ve cumhuriyetçi yazar ve sanatkârlar arasında geçen, en çok ziyaret ettiği evler Falih Rıfkı ve Yakup Kadri’nin evleri olan düşünürün hayatındaki en büyük kırılma, aslında, Büyük Doğu’yu çıkarmaya hazırlandığı 1942 yılında, yani Vanlı şeyhle tanışmalarından sekiz yıl sonra gerçekleşecektir. Necip Fazıl bu tarihe kadar CHP ile de ilişkilerini sürdürmüş, ancak 1941 seçimlerinde adının CHP aday listesinden silinmesi ile radikal bir islamcılığa yönelmişti..."
"...Bu dönüşüm konusunda Sadettin Elibol şunları yazıyor: “1946 seçimlerinde CHP genel sekreteri Memduh Şevket Esendal’ın ismet Paşa’ya sunduğu aday adayları listesinden adı silinmeseydi onun şiiri böyle gelişir miydi, dolayısıyla şiirinin iklimini kurma mücadelesi içine girer miydi? Herhalde –Gazi’nin vefatı dolayısıyla yazdığı yazılarda ‘kuruluş esprisine’ uygun bir profil çizmesine rağmen– adının ismet Paşa tarafından kırmızı kalemle çizilmesi büyük şairin hayatında tam bir dönüm noktası olmuştur”
..."
"...
Fakat yine de ne içki ve sigarasından vazgeçebilmiş, ne de Paris’te yakalandığı ve “ihtiyarlık çağına kadar kendisini su ve ekmek ihtiyacından fazla kaptırdığı kumar illetinden” kurtulabilmişti..."
"... Bohem şairin aşk şiirleriyle başlayan ve bir ara esrarı dahi denemeye kadar varan “hayat tarzı” aslında Başbakan Erdoğan’ın coşkuyla telkin ettiği “hayat tarzı”na hiç benzemiyordu..."
"...1941’de aday listesinden silinerek CHP’den “serbest kalınca” siyasal islam’a sarılan Necip Fazıl’ın “dava”sında en hareketli dönemi 1950’ler teşkil etti. Bu yıllarda kendisini Menderes’e yol göstermek isteyen, onu belli bir politikayı uygulamaya kışkırtan bir yazar olarak görüyoruz. Öyle ki, Kısakürek Büyük Doğu’daki yazılarında Tek Parti Dönemi hakkında son derece sert bir lisan kullanmış ve zulüm, dalalet ve şekavet örgütü olarak gördüğü CHP’nin kapatılmasına çalışmıştır. Özellikle CHP’nin mallarının devlete iadesi konusundaki yasa tasarısını fırsat bilen yazarın bu isteğini açıkça ve kabaca dile getirdiğini görüyoruz..."
"...DP yılları aynı zamanda Kıbrıs sorunun alevlendiği yıllardı ve Büyük Doğu’nun bu sorunu da din temelinde milli bir dava olarak benimsediğini görüyoruz. Gerçekten de Kısakürek, Kıbrıs buhranının keskinleştiği bir sırada Menderes’e yaklaşmayı ve onunla çoktandır peşinde koştuğu görüşmeyi gerçekleştirmeyi başarmıştır. Kendi anlattıklarına göre, Necip Fazıl, bu görüşmede Başbakan’a “Meclis’teki ‘Egemenlik Ulusundur!’ levhasından başlayarak, yalanların en büyüğü halinde ‘Halk’ ismini taşıyan partiyi hâk ile yeksân (yerle bir) etmeye” ve onun her alandaki “tahribini iz bırakmamacasına silmeye” davet etmiştir (s. 323). Menderes de kendisini bir saat dikkatle dinlemiş ve Büyük Doğu’ya örtülü ödenekten para yardımı yapmıştır. Ne var ki görüşmeden birkaç gün sonra 6-7 Eylül olayları patlak verecek ve yakınlaşma da sona erecektir..."
"...Gerçekten de “islami militarizma” ideologu, Demokrat Parti iktidarı sırasında bu duygularla Menderes’i her fırsatta CHP’yi kapatmaya kışkırtmış ve bu uğurda bir “ihtilal” beklemişti. Ve, kaderin cilvesi, 27 Mayıs darbesi olunca da bunu önce Menderes’ten beklediği “devlet içinde devlet darbesi” zannetmiş ve “sevincinden uçmuş”tu.124 Başbakanın ölümünden sonra yazdığı şiirde, “Zeybeğim, dünyayı aldın götürdün; bir öldün de beni bin bir öldürdün!” diyen şair, daha sonra Menderes’in hatalarını anlatacak ve bu hatalardan en önemlilerinden birinin de “Halk Partisi’ni topyekûn eseri ve tesiriyle iptal etmeyi” becerememek olduğunu söyleyecektir (s. 491)..."
"...ilginçtir ki, islamcı düşünür, Menderes’le ilgili kitabında da DP liderinin en büyük hatalarından birinin “Harbiye’den başlayarak ordunun içine girmek, oraya yeni bir mâna, bir çift göz ve kulak yerleştirmek gerektiğini”129 anlayamamak olduğunu yazmıştı..."
"...Anti-komünist duyguları islamcı misyonunu bastıran şeriatçı yazar, yıllar sonra da, kendisini sanık sandalyesine oturtacak olan 12 Eylül darbesine methiyeler düzecektir..."
"...Necip Fazıl’ın bizzat kendisi böyle bir ayrıma şiddetle karşıydı ve bu karşıtlığın nedenlerini de –“siyaset”i yeniden tanımlayarak– yine kendisi anlatmıştır. Gerçekten de şairimize göre herkesin “siyaset” dediği şey, aslında, “günlük menfaat stratejisi hesaplarından” başka bir şey değildi; oysa kendisi, siyaseti, “yeni ve bütün bir cemiyet inşası ve ilk modeli 1839 markalı sahte inkılâpların ürettiği mesnetsiz cemiyeti taş üstünde taş bırakmaksızın yıkma, yerle bir etme davası” olarak anlıyordu..."
"...
“Bilinmesini isterim ki, ben, şeriatın en küçük cüz’üne feza dolusu hazineleriyle bütün kâinatı feda etmekte tereddüdü olmayan, mutlak pazarlıksız ve muvazaasız biriyim; ve hakikatten şeriate değil şeriatten hakikate giden, yolcusu seyrek caddenin üstündeyim. Bence peşin, esas, asli olan yalnız şeriattır”. işte Necip Fazıl 1940’lardan itibaren “dava”sını bu temel ilke üzerine oturttu, fakat yaşamı boyunca da hiçbir zaman bu son on yılda olduğu kadar yüceltilmedi. Gerçekten de Menderes döneminde bile şeriatçılıktan defalarla mahkûm olan şairimiz AKP döneminde en saygın referanslardan biri haline geldi: Devlet televizyonları hakkında yüceltici belgeseller yaptı; dergiler özel sayılar çıkardı; Kültür Bakanlığı 2004 yılını Necip Fazıl yılı olarak ilan etti ve iktidar yanlısı bir gazete de Büyük Doğu dergisinin tıpkıbasım sayılarını okuyucularına dağıttı..."
"... laik cumhuriyete düşmanlığı da her şeyini Abdülhamit’e borçlu olan çevresinin bilinçaltına şırıngaladığı Abdülhamit hayranlığından mı kaynaklanıyordu? ..."
"... islamcı şair koyu bir Yahudi düşmanıydı; Yahudileri Kanuni’den itibaren Osmanlı çöküşünün başlıca aktörleri arasında görüyordu ve Hitler’i Abdülhamit ve Menderes gibi en sevdiği şahsiyetlerle birlikte anmakta bir sakınca görmüyordu. Gerçekten de N. Fazıl’a göre Yahudilerin en çok korktukları şahıslar “Abdülhamit ve Hitler’den ibaret kalmıştı” (Başmakalelerim, 3; s. 214)..."
--spoiler--
Yukarıda okuduğunuz satırları Taner Timur hocanın "Akp'nin önlenebilir karşı devrimi" adlı eserinden aldım. Bu bilgiler ışığında, "büyük üstat" necip fazıl'ın dikkat çekici özelliklerini hep beraber sayalım:
- yahudi düşmanlığı
- maddiyatçı döneklik (listeden adı silinince kudurup karşı cepheye geçme)
- kölelik temayülü (ailen seni fransa'da okutuyor, sen gelip burada şeyhin kölesi oluyorsun)
- darbecilik (27 mayısı menderes yaptı diye seviniyor (LOL), 12 eylüle methiyeler düzüyor)
- ikiyüzlülük (içki-kumar aleminde yaşayıp şeriatçılık taslamak)
Artık tüm bunları bildiğiniz halde halen sağda solda "üstat" çekmeye, bu adamı savunmaya devam ederseniz, siz de onun gibi bir şeysiniz demektir.
bu şımarık zengin çocuğunun üstünü çizen ismet paşa'nın aziz hatırası önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum.
Geride topla oynamayı bilmeyen iki adet odun bulunduğu için Aamir devamlı topu alıp oyun kurmak için geri gelmek zorunda kalıyor, sen de orta sahada eksik kalıyorsun.
Madem Aamir devamlı geri gelecek, necip yerine Aamir stoper oynasın, daha kötü olacağını sanmıyorum.
Bu oyun pas yapabilen adamlarla oynanır, bu kadar basit. Orta sahayı da buna göre dizayn etmen gerekir, öyleyse bahtiyar, Ghezzal ve ox artık ilk 11'e girmeli. Gedson iyi bir pasör değilse orta sahay direnç katıyor, ox'un fizik/kondisyon açığını kapatır.
Şu halde olması gereken ilk 11:
Mert
Rosier-Aamir-Colley-Masuaku
Gedson-Ox
Ghezzal-Bahtiyar-Rashica
Aboubakar
Yabancı kuralını karşılamadığı için Rosi yerine onur yazabilirsin. Zaten rosier ekstrem bir şey yapmıyor. Avrupa'da da bu ilk 11'le oynarsın.
Rashica'nın önceki dönemlerden sol açık tecrübesi var, Rebic ve Muleka'dan kötü oynamaz orada.
Edit: Merkeze gedson'un yanına Demir Ege yazıp ox ileri de atılabilir yabancı kuralını aşmak için.
vücut geliştirme dünyasının radikal adamlarından biridir.
çoğu vücut geliştirmecinin çalışmaları gerekenden çok daha fazla ve gereksiz olarak vücut çalıştıklarını, haftada 6 gün günde 3 saat ağırlık kaldırmanın (marathon training) faydalı olmayacağını; antrenmanın kısa (30 dakika kadar), yoğun ve seyrek (en az 72 saat dinlenme, vücut kütlesi arttıkça iyileşme daha çok zaman alacağı için daha uzun) olması gerektiğini, vücut bir bütün olduğundan dolayı bir gün alt bir gün üst bedeni çalıştırmanın dinlenmeyi sağlamayacağını savunur. one set to exhaustion yöntemini önerir.
Bu ilkelere dayalı çalışma yönteminin kendisi, kardeşi ray mentzer, casey viator ve dorian yates gibi vücut geliştirmeciler bakımından çok faydalı olduğunu ileri sürer. heavy duty adlı 70 sayfalık bir kitabı vardır, bu kitapta da bu fikirlerine açıklık getirir.