senin yokluğunda çok acayip şeyler geliyor başıma, hala insanları anlamaya çalışıyorum inatla, bu nasıl bir aptallık böyle? -hayır!- ben sadece bir takım şeylerin, iyi doğrusunda, iyi şeyler çizgisinin yükseklere doğru seyredeceği umudunu taşıyorum. bu bağlamda umudu olanlar aptal oluyor ve aptallık çok zaman büyük haz veriyor bana.
dün tanrıyla konuşuyordum, bu dua değildi, bir his de değildi. ve tahmin et? insanlar bayağılık kokan hastalık ismine başvurmak zorunda kaldılar. tanrım, bu nasıl bir klişe böyle? her neyse, tanrıyla sohbetimizin en koyu yerinde bana bir kısa metraj film izletti. bir adam vardı, eli yüzü çamur içinde, hızlı hızlı nefes alan. "bu sensin" dedi... bir meydan vardı, hava buz! çamurlar donmuş, ağızlardan duman çıkıyor ve bir topluluk. topluluğun ortasında ben...
yeminler ediyordu barbar görünümlü adamlar, öfkeler biçiyorlardı. bütün intikam birlikleri olabildiğince hissiz, alabildiğince kalabalık, tek kıta halinde, ağızlarından nemli küfürler savurarak istila etmişti bütün yüreğimi. sanki intikam yiyip, hırs içiyorlardı. ciğerlerini yırtıyordu soludukları her puslu nefes ve her pusuda biraz daha insaniyet şehit gidiyordu saltanatın iblis dölü adamlarına.
bir çıkış yolu arıyordum bu kuşatmadan, uzatmadan hiç içimdeki çevrelenmişliğin baskısını, -bir umut- sıyrılmayı düşlüyordum ceylan kıvraklığında, türlü entrikalarla. entrika! bizans soyumdan bana kalan tek hatıra. aslına bakarsak insanların hak ettiği şey bu. sadece entrika! az biraz saygısı eksik sosla mükemmel oluyor sanırım, suratlarındaki hazdan çıkan anlam bu yönde hep. yapaylığa alışkın, özünü kaybeden, kaybettiren ve kalan son kırıntıları da silip süpürmeye devam eden bir canlı kolonisi. tanrım, ne acı!
saygı burada değerli madenlerden daha ender bulunan bir şey jose. öyle nadir ki, kimsede yok sanırım. sahip olanlar da çoktan satmışlar belli. -e tabi, bu kadar nadir bir şeyin pahası, epey külfetli olmalı- kimi dostlarım var -senden iyi olmasınlar. olmamalılarda zaten!- onların yüreklerinde son kırıntılarını görebiliyorum bu madenin, gözlerinin ardında kurumuş çatlak ruhlarının sevgi diye inlediğini duyabiliyorum. bu insanlar nasıl varlıklar ki onları onlar yapan tinlerine azap çektirmekten keyif alabiliyorlar? varlığını zedeleyen bir aptal canlı daha var mı acaba? bu yüzden sabahları aynaya bakamıyorum, canım yanıyor gördüklerim karşısında, suretim onlara benzediği için utanıyorum, bu durum canımı yakıyor. her gün ruhumu boğuyorum gözyaşlarımda, gözlerim aktıkça onun feryatlarını duyuyorum beynimin içinde ve bazen şeytanlarım fısıldıyor sol kulağıma kaçmalısın buradan, ruhunu özgür bırak- tam biat edecekken bu duruma sağımdan iyilik meleklerim taarruz ediyor sol yanıma. sonrası? beynimin içinde bitmek bilmeyen bir curcuna, yüzyıl savaşlarından daha kanlı, sömürgecilikten daha zararlı bir olgu bu içimdeki savaşlar. şeytanlarım daha şeytan, melekler masumiyetlerini az ilerideki çocuk parkının içindeki bir sokak lambasının altına saklamış sanki. olan yine halkıma oluyor, umutlarım eziliyor.
sen hiç keman dinledin mi josephine? babanın ölmesini düşlerken ki gibi mutlulukla ve o düşüncenin getirdiği yokluğun -ki bu his sadece alışkanlıkla paralel- içini titrettiğinde ağladın mı kemanın notalarıyla? küfürlerin bozdu mu o hüzünlü ritmi? yazmaya çalıştığın kaç sayfayı parçaladı gözyaşların? peki, masum düşlerine küfürler bulaştırdın mı hiç? senin annen öldü mü jose? babanla birlikte... i̇kisini birden gömerken kahkahalara boğuldun mu? üzerlerine atılan her kürek toprak, senin üzerinden bir yük kaldırdı mı? senin hiç insanlığın öldü mü jose? insanlara saygın? umutların, sevinçlerin, en masum, en mahrem hayallerini karanlık bir ormanda boğazlamak zorunda kaldın mı? üstelik ardında hiç iz bırakmadan, hiç bir polise yakalanmadan her gece yüzlerce ümidi boğdun mu gözlerinden akan ırmakla? 1 dakikanın sadece 10 saniyesinde gülümseyebildin mi jose?
ben hasta bir adamım.. gösterişsiz , içi hınçla dolu bir adamım ben.. sanıyorum , karaciğerimden hastayım.. doğrusunu isterseniz , ne hastalığımdan anladığım var , ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum.. tıbba , hekimlere saygı duymakla birlikte , şimdiye dek tedavi olmadığım gibi , bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum.. üstelik boş inançları olan bir insanım , hem de tıbba saygı duyacak kadar (oldukça iyi bir öğrenim gördüm , boş inançlara inanmamam gerekirdi , ama inanıyorum işte).. hayır , hayır , salt hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum.. siz bunu anlayamazsınız.. ama ne ziyanı var , ben anlıyorum ya.. bu huysuzluğumla kime kötülük edeceğimi açıklamak elimde değil , bunu ben de bilmiyorum ; bildiğim bir şey varsa , o da , tedaviden kaçmakla hekimlere bir zarar veremeyeceğim , olsa olsa bütün zararı kendimin çekeceğidir.. yine de hıncımdan tedavi olmuyorum.. karaciğerim ağrıyormuş varsın daha beter ağrısın..
ilahiyatçı nihat hatipoğlu'nun dizilerle ilgili "reyting mi önemli, yoksa ahlak mı?" yazısıdır. soruyorum nihat hatipoğlu'na dinin ticareti olur mu olmaz mı? program başına 20 bin tl alan birinin ahlaktan bahsetmesine pes diyorum.
(bkz: bu ne perhiz bu ne lahana turşusu)
akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
nazim hikmet ran
yaklaşık bin kişinin kaldığı cezaevinde zaman ve sızıntı gibi cemaat yayınları bedava olarak dağıtılırken, sözcü ve aydınlık gibi akp karşıtı gazetelerin cezaevine girişi yasaklanmasıdır.
cunda'da yaz akşamı.
terastan inci gibi ayvalık gözüküyor.
bu fikir, sayfayı yöneten arkadaşlarımızın fikriydi. bir birimize beşer soru soracaktık. postal'ı içeri kapattık çünkü emin çölaşan köpekten korkuyor. postal ise camdan bakıyor, onu koklamakta kararlı. bu nedenle röportajımız sık sık emin çölaşan'ın kapıyı açıp da gelemez, değil mi? sorusu ile kesiliyor.
biz çok eski iki arkadaşız.
kaderlerimiz de birbirine benziyor.
hemen hemen her iktidar döneminde (zaman bizi çok çok haklı çıkartsa da) dilimizin faturasını ödeye ödeye geldik.
emin çölaşan hürriyet'den kovulduğu gün ben buna kürek arkadaşlığı demiştim.
doğrusu içimizde ince birer sancı, kafalarımızda endişeler, çok da keyfimiz yok.
i̇şte facebook dostları için çapraz röportajımız:
*
bc: bir süredir halkın arasındasın, ne gördün?...
eç: herkesi kötümser gördüm. plajda, kahvehanede, çarşıda, şehirde, kasabada insanların morali bozuk. büyük bir karamsarlık havası var.
bc: bir de senin asık yüzünü görünce...
eç: sadece bir kişiyi iyimser gördüm. urfalı bir garson, gelmiş burada çalışıyor. o acıkça akp ye oy verdim, çünkü yaptıklarını beğeniyorum dedi..ama herkesin morali bozuk, insanlarda bir endişe, bir umutsuzluk var.
bc: peki bundan sonra ne olacak, böyle mi gidecek?..
eç: i̇nsanlar bana bunu çok soruyorlar emin bey nereye gidecek bu iş? herkes büyük merak içinde. bu nereye varacak?benim görüşüm yargı, medya, tsk, parlamento, bağımsız kurumlar kuruluşlar dahil her şeyi bitirdiler bu adamlar. herkes sindi, sessizleşti. mesela işçilerin durumu ortada, bir tek grev duyan var mı? üniversiteye girmek isteyen iki milyona yakın gencin başına gelen ortada; tepki gösteren oldu mu? tek parti, devletin tüm kurumlarını ele geçirip bitirdiler. böyle olunca tünelin ucunda herhangi bir ışık görülmüyor. herkes bize soruyor, insanlara yalan söylemenin bir anlamı yok. soranlara valla biz de bilmiyoruz diyorum. ama burası türkiye, her şey olabilir.
bc: yani cumhuriyet kaybetti, öyle mi?..
eç: ne yazık ki öyle, cumhuriyet kaybetti. böyle giderse daha da kaybedecek, daha beter olacak. ne yazık ki bilmediğimiz bir türkiye varmış. cumhuriyet rejimi bu bilmediğimiz türkiye'ye özgürlük, bağımsızlık, kimlik, onur, şeref verdi. ama o bilmediğimiz türkiye, cumhuriyete sahip çıkmadı. i̇çim yanarak söylüyorum ama, gerçek bu...
bc: sağ ol emin, moralimiz bozuktu, çok iyi moral verdin yani...
*
eç: sen ne hissediyorsun?..
bc: kırgınlık...i̇nsanlara güvenimi yitirdim. çevreme şüpheyle bakıyorum. hani benim okurlarım ayrı (onları zaten tanırım); ama bir kalabalıkta, açık bir yerde diyelim ki beş-on kişi varsa, onların en az yarısının bizi kandırdığını düşünüyorum. denize, ormana, şehirlere,kasabalara bakarken artık heyecanla bu benim memleketim diyemiyorum. bu rahatsız edici, dahası kahredici bir duygu. ama böyle...
eç: aynı soruyu ben de sorayım; böyle mi gidecek?..
bc: böyle gitmeyecek. ben sana göre daha iyimserim. i̇yimserliğim, aslında halka olan güvensizliğimden. ne yapacakları belli olmuyor. şimdi herkes tayyipçi gözüküyor ya, 12 eylül'de herkes evrenci olmuştu: yüzde 92 ile... sonra özalcı, arkasından tansucu oldular. bıyıklara sormalı...bıyıklar ha bire şekil değiştirir bu ülkede. 12 eylül'de ve tansu çiller döneminde kesilen bıyıkları hatırla. hava değişsin, badem bıyıklar gider. özellikle badem bıyığı sonradan bırakan o akademisyenler, bürokratlar, valiler, iş adamları...daha açıkçası; cumhuriyetin aydınlık insanları hariç, döneklerin dönekliğine de güveniyorum ben...misal medya: akp bir sallansın, bak nasıl pata-küte vurmaya başlarlar.
eç: ama sen abbas yolcu da diyordun?..
bc: yine söylüyorum. bu cumhuriyeti abbas'a bırakmazlar. her şeye rağmen bizi çevirip ne olacağını soran bu bilinçli insanlar, bu cesur gençler, bu cıvıl cıvıl çocuklar, bu yürekli kadınlar...tamam her iki kişiden birisi oy verdi ama, her iki kişiden birisi de oy vermedi...onca baskıya, tehdide, rüşvete, avantaya, beleşe, santaja, korkuya rağmen bunları istemeyenler...dikkat et bak, bütün kahvehanelerde atatürk fotoğrafları asılı, git atatürk'e bir laf söyle bakalım. bir küçük kırılma noktasına bağlı. bir anda, ya da her an gider abbas...
*
bc: medya en kaygan zemin, en güvenilmez alan. medyanın son halini nasıl yorumlarsın?
eç: medyanın hali tam bir rezalet, tam bir satılmışlık ortamı. mesleğimizden utanır olduk. bizim liboş, yandaş, yalaka adam dediğimiz ne kadar adam varsa paraşütle indirip ya köşe yazarı yaptılar, ya yönetici. bütün medyayı ele geçirdiler. bunların aleyhine bir satır yazacak kimse kalmadı. bir bakalım şöyle; sözcü, cumhuriyet, aydınlık,yeniçağ ve birgün dışında bunların aleyhine tek satır yazacak, eleştirecek kimse yok. televizyonlara bakalım; hepsi tayyip'in sesi...aydın doğan'ın televizyonları, gazeteleri; turgay ciner'in televizyonu, gazetesi... mehmet emin karamehmet... buna erdoğan demirören'i de ekle...hükümeti karşılarına alamazlar. çünkü her şey tayyip'in iki dudağı arasında.
bc: ama toplum kendi medyasını yarattı. milyonlarca insan internet üzerinden haberleşiyor. çok güzel yazılar yazılıyor, karikatürler, şiirler, fotoğraflar yayınlanıyor. bana da köşe yazısı yazıp yazıp gönderiyorlar. normalde benim yazı yazmam gerekmez mi?.. ama bunu daha çok medyayı ortada göremeyince yapıyorlar...facebook, twitter...seni de davet ediyorlar aralarına, emin abi niye bize katılmıyor? diye soranlar çok fazla.
eç: haklısın güzel bir ortam. i̇yi muhalefet yapılıyor. i̇nternet medyası tabi ki güçleniyor. ama bence gazetelerin televizyonların yerini tutmaz. diyelim ki insanların, senin gazeten cumhuriyet'i, benim gazetem sözcü'yü şöyle ellerine alıp okumaları başka bir olay. bir de asıl önemlisi internet erzurum'un köyüne ulaşmıyor ki... onlara fethullah'ın gazetesi bedava gidiyor.
bc: sen televizyonlarda konuşuyordun,şimdi çağırmıyorlar mı?..
eç: tık yok. sıfır, sıfır...ben bir yıldır sıfırdayım arkadaş... kim çağıracak? ödleri patlıyor. dört tane cesaretle muhalefet yapan televizyon vardı: ulusal kanal, kanal türk, kanal b ve art...dördünün de sahibini içeri attılar. bu bir tesadüf olabilir mi? nerede çıkıp konuşacaksın, bizi çağırıp konuşturmayı kimin yüreği yer?
*
bc: yanıldık diyorsun?
eç: öyle tabi... sen de daha az oy alacaklarını düşünüyordun.
bc: bu kadar da beklemiyordum doğrusu; o türküyü dinleyinceye kadar... bir türküdür deyip geçme. müzik mızrak gibidir, saplanır kalır. onun için kur yaptığımızda şarkı tutarız: o senin, bu benim. söyleyemediğimizi şarkı söylesin diye... kızlarla şarkı tutardık, benim şansıma hep yeşil ördek gibi daldım göllere çıkardı. aşk başladığında ortak şarkı ediniriz, bağı güçlendirmek, elden kaçırmamak için. müzik öyle güçlüdür ki... o zaman kablo-mikrofon olmadığı için osmanlı, mehter takımını savaş alanına götürürdü. müziği duyunca ölüme gider insan. seçime az kalmıştı, o sabah kahvaltıda ilk kez duydum: bi daha, bi daha diyordu. andree'ye akp malı götürdü dedim. i̇ki gün sonra uyandığımda sabah benim dilime takılmıştı o müzik. o günlerde bir okurum aramış bekir bey bu türkü iç sesim oldu, nefret ediyorum ama atamıyorum demişti. bir de kararsız anadolu seçmenini düşün sen...tasavvuf müziği o, makamı hüseyni. aslında müziği, dergah müziğinden yürütmüşler...ama akp'ye 4-5 puan getirdi, yani 25-30 milletvekilliği demektir bu...
*
bc: turgut nereye koşuyor kitabın çok satmıştı, o yılları anlatan bence en önemli belgedir. şimdi tayyip nereye koşuyor? diye bir kitap yazmayı düşündün mü?..
eç: zamana bağlı, zaman olursa yazacağım...
bc: aslında kitabın adı türkiye nereye koşuyor? olmalı...
eç: turgut nereye koşuyor? bunların yanında sıfır kalır...bu zamanda öyle çok malzeme var ki...
bc: sende ansiklopediler gibi cilt cilt yaparsın...
*
bç: bunu okurlar sordular ikimize birden: sizi hürriyet'e geri çağırsalar gider misiniz?
eç: asla gitmem, bugünkü hürriyet'e gitmem. ama eski hürriyet olsaydı seve seve giderdim. sen gider miydin?
bc: çağırmazlar zaten, zar zor kurtuldular bizden. ayrıca tabi ki gitmem. cumhuriyet'in belki tirajı düşük ama büyük gazetedir her zaman. i̇ktidarlara yakın durmak için tek satır yayınlanmaz cumhuriyet'te. başın dik dolaşırsın her yerde.
*
bc: hadi sana bir moral sorusu; bir adaya seni kapatmaya kalksalar, deseler şunlardan birisini yanına almak zorundasın, buyur seç:
a-fehmi koru
b-mehmet ali birand
c-bülent arınç
d-jennifer lopez.
eç: eeee jennifer'i tercih ederdim yani sende...
bc: fehmi koru olsa tekne yapardınız halbuki...mesela sen tahtaları keserken, fehmi koru oturmuş yelkenin kenarını dikiyor...
eç: fehmiciğim şu çivileri ver diyorum ben...
bc: en önemlisi o tekne yüzüyormuş...fehmi ile emin'in teknesi...adadan kurtulup da karaköy iskelesine yanaştığınızı düşünüyorum. sen dümeni tutmuşsun, fehmi yandan tombul ayaklarını suya sarkıtmış...
eç: allah düşürmesin...
bc: öyle deme ama...bak başbakan somali'yi kurtarmaya giderken kimi aldı yanına: ajda pekkan'ı...
eç: tam bir rezalet arkadaş...
bc: şimdi sen araplara demokrasi götürmesini de beğenmezsin...
eç: orada büyük bir dümen var. mesela suriye'ye demokrasi götürüyor derken, oralarda baş kaldıranlar müslüman kardeşler, i̇slamcı tipler. mısır'da keza, işte turistlerin bikini, mayo giymesine yasak getiriyorlar. libya da kaddafi bir opera soytarısıydı ama isyancılar islamcı. bu, 'demokrasi götürüyoruz' ayağının arkasında hep bu var: abd, büyük ortadoğu projesi, tayyip, eş başkanlık bilmem ne...
*
bc: muhalefet?..
eç: muhalefet yok. chp kendi halinde, kendi çizgisinde kör topal giden bir parti. mhp 'yi ise akp'nin stepnesi olarak görüyorum.
bc: i̇şte yolun bittiği yer burası. muhalefet yoksa kiminle indireceksin bu iktidarı. mhp'nin durumu anlaşılabilir belki. çünkü onlar akp ile tek partidir aslında. ama chp'yi kimse anlayamıyor. ve hala sırtlarındaki vebalin farkında değiller. en az akp kadar, tarihin hesap soracağı chp'dir. bizim de elimiz yakalarında olacak. mesela şu sırada somali'de ne işleri var, anlamış değilim. peki, bizim gibi düşünen insanlar, ne yapmaları gerektiğini soruyorlar bize...
eç: toplumun bir kesimi var ki onlara bir şey söylemenin faydası zaten yok. şu din sömürücüleri tam onlara göre. zaten birbirlerini buldukları için iktidar sürüyor. bir de yalaka kesimi var, onlar çıkarları için her şeyi yaparlar, ne söylesen yine faydası yok. ama samimi atatürkçüler, cumhuriyetçiler tabi ki teslim olmayacaklar.
bc: ben de aynı şeyi söylerim. dünya yuvarlaktır diyen adam tek başınaydı. doğrudan, gerçekten ve haklıdan yana olanlar er geç kazanırlar. moralimiz bozuk olabilir, canımız sıkılabilir, kimimiz kendimizi yalnız hissedebiliriz, kimimiz daha ağır faturalar ödeyebiliriz. ama çocuklarımızı çağdaş bir ülkede büyütmekten vazgeçersek, bu büyük günahtır.
kimi zaman yüksek bir yere çıkıp toplumun umursamaz ve duyarsız kesimine bağırmak geliyor içimden:
bu cumhuriyeti kurup, bu günlere getiren her şey yok edilirken alkışladınız;hukuksuzluğu, zulmü, sahtekarlığı onayladınız; zaman geldi atatürk'e bile kıydınız...
bari çocuklara kıymayın.