sen bir aşkı büyütmek için koşarsın, çabalarsın, onun için bütün kadınları silersin, kavgalar edersin, otogarlarda yatarsın, icabında parasız kalırsın, borçlanırsın, kredi kartlarını patlatırsın ama karşı tarafın heyecanı bitince ve sana tahammülü azalınca "uyumak istiyorum yarın erken kalkmalıyım" der ya da "boğazımı acıtıyorsun konuşunca der". halbuki icabında sabahlara kadar konuşmuşsundur bunu diyenle. uyumayıp direk işe gittiğin zamanlar da olmuştur o zaman bunu dillendirmeyen "sevgili kişisi" patır patır içinde biriktirdiği şeyleri döker.
konuşmayalım tamam o zaman bari mesaj paketi alsaydın denildiğinde 10 günlük mazeretleri sıralar;
gibi devri daimli birbirinin aynı mazeretler uydurur durur.
ilişkinin ikinci gününde kendisi herhangi bir yönlendirme olmaksızın mesaj paketi alan kişi heyecanı ve belki de sevgisi bitince bütün telkinlerinize rağmen devamlı önünüze mazeretler koyduğunda 15 lira bile etmediğinizi anlarsınız..
aşılması insanlık tarihi boyunca gerçekleşmeyecek hatalı düşünme şeklidir.
bir çoğumuz ne kadar itiraz edersek edelim aslında bu furyaya kapılıyoruz. bu düşünceye sahip olanlar şuna kanaat getirir: bir insan ya iyidir ya kötü; ya başarılıdır ya da başarısız neden orta yolumuz hiç yoktur?. insanları zıt kutuplara yerleştirmek insanlık kanımızda var. oysa orta yolunu tam kararını bulabilsek ne güzel aşardık önyargı denen kanseri. ilacını bulmuş insanlık tarihinin ömrünü uzatırdık. ömrünü uzatamasak bile daha yaşayacağımız yılları daha kaliteli daha barışçıl yaşamaz mıydık sizce de?
eksik kalan yerler kelimeler var cümlelerimizde. boşlukları dolduramıyor doldurmak istedikçe daha da kutuplaşıyoruz..
içine kapanık, kırılgan, şevkate muhtaç, şımarıklıktan arınmış ruh hali.
küskün hayatın dargın sularında yüzerken bazen yorulup siniyorum. kendi yarattığım bataklıkta boğulmamak için huysuzluğumu maske olarak kullanıyorum belki. zor geçen çocukluğun etkisinden arınamadığım için ben büyürken o çocuk hiç büyümedi içimde. başka yaşamlara birkaç günlük misafir oldum ama o evlere yerleşmeyi düşünmedim hiç. konar göçerlik daha küçükken başladı. baba evinin dağınık olması sürekli taşınmalar, yurtta yaşanan ranza karmaşaları.. canı sıkılan ranzamda yatıyordu bense uykusuzca sabahlıyordum kalorifer peteklerinde. onlarda uykumu mülteci kılıyor sığınıyordum. bu yüzden pek sevmem sıcağı ve kalorifer peteklerini. geçmişin soğuk yüzünü hatırlatıyorlar çünkü. evsizlik yüzünden anneannemlerde yaşarken dedemin aksiliklerine kızıp onun geçimsizliklerini benimsedim sanki farkında olmadan. belki de hayatın acılarına buruk bir posta koyuş bunlar.
kendi huysuz iç dünyama kim dokunduysa kaçtım ondan. zarar verenlerden de kaçtım kendimi korumak adına. şimdi biri var beni kimsenin sevmediği kadar çok seven. gerçekten seviyor çok seviyor hem de.. inanıyorum... ama bilmiyor ki; ben sevilmeye layık biri değilim beni ancak ben severim. evet narsistik kişilik bozukluğum sayesinde sevgisini bazen itiyorum. come back'lar yaşıyorum kendi dönüşlerimde hep hüsran görüyorum onu da bu hüsrana ortak etmeme gibi ulvi düşüncelerden, geçmişinde yaşadığı ilişkileri kıskanma bencilliğinin içinde buluyorum kendimi ansızın.
brad pitt'in benjamin button filmi aklıma geliyor arada. hani önce kız çocuğu gibi, sonra arkadaşı, sonra sevgilisi daha sonra da annesi olup ona bakan bir kadın vardı ya filmde, sevgiliyi düşünürken o kadın aklıma geliyor. niye bırakmıyor ki, niye çekiyor beni, fıstık gibi kız hem de ne işi olur benimle diye düşüncelere dalarken sinirlenip dellendiğimi görüyorum aynada.
hep olumlu şeyleri olumsuzmuş gibi gösteren aynam var. şeytan diyor kır at. ama onu da atarsam hiçbir şeyim kalmaz..
hafızadan olumsuz şeyleri silen cihaz hala yapılamadı gitti. kahretsin!
geçen hafta kızımla pazara çıktık. bizim hanımefendi keyifsizim deyip verdi elime
alınacak listesini çocuğu da öbür elime tutuşturdu istikamet doğru pazar dedi. el mecbur çıktık pazara. elma, çilek, soğan diye bakınırken seyyar bir tezgaha ilişti gözüm. tezgahta fare, böcek v.b haşerat zehirleri bulunuyordu. çocukluğuma döndüm bir anlığına...
ne zaman bir fare görsem ürperirim. çocukluğum gelir aklıma hep. Küçük iki göz odası olan soğuk ve damı akan bir evde; ben, annem, kardeşim ve bol bol ciyaklayan fare dans üçlüsü yaşıyorduk. bu trio annemi hep korkuturdu. son kulak yeme efsanesini duyan ben de bu korkuya ortak olmuştum. çocukken ayıplarlar kınarlar gibi şeyleri bilmiyor insan. anlattım sınıf arkadaşlarıma fareleri. arif eve gidip sopalarla hayvanlara dalalım dedi. diğerleri de gülerek tamam biz de geliriz dediler. din dersinde tamam diyenlerden biri öğretmene;
-öğretmenim hayvan beslemek sevap mıdır diye sordu. öğretmen de
-tabi ki sevap diyerek kuyudan köpek çıkaran bir adamın hikayesini anlattı. hatırladığım kadarıyla sonunda cennete gitmişti adam.
bu tamam diyen ekibin başka bir üyesi;
-öğretmenim hayvanları öldürmek günah mı peki diye sordu.
-çok günah. hiç bir canlıya eziyet edilmez. canı sadece allah alır. o da zamanı geldiğinde... gibilerinden vaaz çekti. arif bunun üzerine atıldı.
-ama öğretmenim. alilerin evinde fare var. onları besleyelim diyeceğine bizlere gelin öldürelim diyerek bu günaha bizi de katmak istiyor dedi.. demesiyle de tüm sınıfta kahkahalar koptu. onlar kahkahalarının volümünü yükselttikçe utancım arttıkça artmış, gözyaşlarım hıçkırıklara boğulmuştu. öğretmen sınıfı susturdu beni de yüzünü yıka diye dışarı gönderdi. kaçmıştım bende... nasıl bakacaktım ki millete kırmızı yüzlü şiş gözlerle..
geldim eve annem ne oldu dedi hastayım dedim. söyleyemedim. utanç boğaz düğümleten bir şeydi. annem de o acıyı yaşamasın diye gizledim bu olayı. gitmedim birkaç gün okula. o günlerin son gününde öğretmenim gelmişti eve. elinde fare zehiri vardı. zehirin kartonundaki resim bile ürkütücüydü. alın bunu kullanın dedi anneme. giderken beni çağırdı yanına ve yarın gelmemi söyledi. ertesi gün okula gittiğimde benimle dalga geçen gurubun başı arif takıldı yine. öldürdün mü fareleri dedi, cevap vermedim. beslenme saatinde çantadan içine peynir konmuş yarım ekmeğimi yerken arif sataştı yine. 'dikkat et de içinden fare boku çıkmasın dedi.' çocukların hayattan daha acımasız olduğunu o gün sınıfça atılan son kahkahalardan sonra anlamıştım. hayatın şamarlarına, engellerine çocukların acımasızlıklarına nevrim atmıştı. gittim o hınçla iki tane salladım arife. öğretmen geldi cetvel zoruyla barıştırdı bizi. ertesi gün çıkışta arifin babası geldi yanıma. kızdı bağırıp çağırdı. tam elini uzatıp vuracakken baba diye bir ses seslendi. Baktım sese şaşkınca kızımdı. hadi baba sıkıldım beş dakikadır ne bakıp duruyorsun oraya dedi. haklısın kızım dedim. fiyatını merak edip sormak için tezgaha gittim. çaycı benden erken davrandı.
-arif abi çay borcu çok birikti bak dedi. arif..?
evet oydu. babasızlığımı kullanarak beni babasına dövdüren, kahkahalara nefret ettirten kişi tezgahların ortasında haşere ilacı satıyordu. belki beni tanır da utanır diye fare zehirinin fiyatını soramadım. her şeye rağmen onun da boğazının düğümlenip utanç içinde acı çekmesini istememiştim çünkü...
her insan en güzel, en saf ve en temiz bir şekilde doğar. büyüdükçe bu hasletler evrimleşip çıkarcıığa kadar dönüşür. bu dönüşümün hızı ne kadar düşük tutulursa orjinalite o kadar çok muhafaza edilir. bu korumanın sıfatıdır insan kalmak. ne kadar az bozulursak o kadar temiz kalırız. bu temizlik halidir insan kalmak...
yazılan şahane entry'lerden sonra ben tuşuna basılıp hiçbir oylama yapılmamasından sonra ağızdan gayri ihtiyari dökülen sitem sözü.
cem yılmaz yıllar önce olayı çözmüş. adam gerilim olmadan reaksiyon alınmaz demiş. lakin illa inançlara, şahsiyetlere, ırklara, cinsiyetlere ve futbol takımlarına çakmak mı lazım rep almak için. burası sözlük mü forum mu?
kanunlar tarafından çeşitli görevlerle yetkilendirilmiş kişlerin bu görevleri yaparken izleyecekleri yol ve metodlara dayanarak suç kapsamına giren fiilleri o görev kapsamında işlemesidir.
misal: tanımlanan görev için adi suçlara karışmak, cinayet işlemek ve yasadışı örgütlerle iş birliği içerisine girmek.
"arayıp seni ne kadar sevdiğimi söyleyemedim. hükümsüz bir aşkın hükümlü ızdırabını taşıdım hep. ben sana hükümlüydüm. ama sen gittin ve eskidin prangalarım gibi..."
yaşanılan aşk sonrası o aşk için ödenecek olan eder.
bir aşk her şeydir ve her şeyin bir bedeli vardır. önce gönlün hoş olur, kalbin kıpır kıpır kelebekler gibi kıpraşır durur daha sonra o kıpraşımlar evrim geçirip önce titreme daha sonra da durma noktasına gelir. kiminin bedeli gözyaşı, kiminin onursuzluk, kiminin gönül sömürüsü kiminin de zaman para ve manevi kaybı olur. bedel ödemeyenler sadece aşklarını satılığa çıkaran fahişeler gibi bu işin orospuluğunu yapan aşk fahşişeleri ve keyif pezevenkleridir. onursuzca yaşar dururlar onurlarını kaybetmişlerdir ama bu işin kaymağını hep onlar yer. bedeller hep onlara ödenir hep onlar mutlu olurlar bedel karşılığı. onların da bedeli bir ömür boyu kahırla anılmaktır ama bunu anlayacak yürekleri alınmıştır örtülü kahırlardan karşılanır yine o bedel...
hayata saf, bozulmamış, tertemiz bir şekilde baktıkça o temizliğinizin dış dünyadaki pis, kötü niyetli insanlar tarafından kirletildiğinde dahi cebinizde hep iyiliğinizi taşırsınız ve onu hep saklarsınız. yeri geldiğinde birine değer verirsiniz ve paylaşmak için avucunuzu açarsınız tüm iyi niyetleri ona verirsiniz ama insanların kavun olup doğru tanımlandıramadığınız için kişiliğini, iç dünyasını anlamadığımız için o paylaştığınız iyi niyetleri alırlar heba ederler sonra tekrar elinize geri verirler.
ve en kötü duygu o iyi niyetlerin tekrar cebine koyarken yaşanılan hayalkırıklığıdır...
çağdışı kalmış bir ülkenin, çağdışı kalmış bir kurulunun, çağdışı kalmış bir uygulamasıdır...
ulan yıl olmuş 2011 sen hala çocuklar özenmesin diye sigara sahnelerini sislettiriyorsun (mozaikletme değil dikkat)
be kardeşim ben sigara içmeye yeltensem senin görüntüyü sansürlemenden mi cayıcam bu yeltenme fiilinden?
adam öldürme sahnelerini, tecavüz sahnelerini, aldatma konulu ensest sahneleri gören genç dimağlar ben de isterim bunlardan deyip hırslanacaklar, ben de esas oğlan olucam diye güdülenecekler sonra da bunları yapmayınca kendilerini sigaraya ve içkiye saracaklar zaten...
ayrıca o görüntü ne biçim arkadaş. ağzına dildo almış gibi. geçenlerde zap yaparken kurtlar vadisinin çakırlı olan bölümlerini veriyordu bir kanal(kanal7) polat alemdarın sigara içtiği bir sahne vardı şaşırdım ve yıkıldım resmen. yahu dedim bu polat sigara içiyomuş diye şaşırdım, mafyayı, derin devleti ve gladyo yapılanmasını çökerten koca polatı ağzına almış gibi vaziyette görünce yıkıldım...
yakışmıyor değiştirin bu kafayı sayın rtük üyeleri!
ait olduğu toplumun içinde barındırdığı bütün değerleri kucaklayan, kendi gibi düşünmeyenleri öteki görmeyen, belli bir gurubun, inancın, ya da milliyetin içine hapsolmamış partidir...
ülkenin bütün coğrafyasına rahatlıkla gidebilir, halkıyla sarılabilir ve dertlerini dert edinir... öbür kitle partileri gibi kendi çizgileri içinde sıkışmamışlardır. toplumuyla barışık yaşadığı için diyarbakıra gitmekten ya da izmire gitmekten korkmaz ve çekinmez...
her yıl eğitim, sağlık veya kültür alanlarından herhangi birinde, Türkiyenin ve Türk insanının gelişimine önemli katkıda bulunmuş KiŞi veya KURUMlara verilmektedir.
ödülün maddi değeri 100000 dolardır. bu sene kültür ödülüne filiz ali layık görülmüştür..
dünyada yaşayan bütün eski medeniyetlerin içinde taşıdığı inanma ve inandığı değere saygı gösterme güdüsüdür...
ilk insan olduğu inanılan adem yaklaşık 1000 sene yaşadıktan sonra ölmüş ve yaşadığı toplum ademin ölümünü önce kabul etmekte zorlanmış sonrasında da onun hatırasını devamlı olarak yaşatmak için onun suretine benzeyen heykeller yapmaya başlamışlar ve kendi yaptıkları esere aşık olup ona kutsallık addetmişler ve sonucunda atamız deyip heykeline tapınmaya başlamışlardır. işte insanoğlunun kendi yaptığı birşeye kendisi tapması ve bunu binlerce yıla yaymasının başlangıcı yapılan adem heykelidir. sonrasında bu heykeller çeşitlenmeye başlamış ve değişik isimlerde anılarak tapınma ayinleri devam ede gelmiştir.
dünya medeniyetlerinin bazıları aya, güneşe, ateşe tapmayı sürdürürken ortadoğu halklarının büyük bir çoğunluğu atalarından miras gelen heykellere tapınmayı sürdürmüşlerdir. aslında tapındıkları şeyi günümüzde sadece kuru taşlar, anlamı olmayan ritüeller olarak görsek de o dönemin insanlarının gözünde güç simgeleriydiler. adaklar, kutsamalar, canlı hayvan ve insan kurban etmeler değer verdikleri gücü memnun etmek içindi şüphesiz. bugün bile hala türbelerden medet umuyor çoğumuz. denizi yaran ve firavunun zulmünden kurtaran musanın rabbi peygamberi aracılığıyla put tapıcılığını yasaklamış musa başlarında olduğu sürece de bu adetlerinden uzak kalmışlardır. lakin musa peygamber toplumunu kısa bir süreliğine terkedeince tekrar içlerinde yaşattıkları garip inanç sistemi harekete geçmiş ve altından bir hayvan tasviri yapıp ona tapmaya başlamışlardır tekrardan. başlarına bıraktığı heron(harun) yeterli otoriteyi kuramadığı için halkına söz dinletemeyerek halkının bu inanç içgüdülerine karşı koyamamıştı. insan eliyle tuttuğu gözüyle gördüğü şeye dayanmak, yaslanmak ve inanmak isterdi tabi. ibrahim peygamber de günde bir ilah değiştirmemiş miydi bu yüzden?
son peygamber hz. muhammed'te bu sapkın inançla savaşmış sonunda kazanarak arap dünyasındaki lat, menat ve uzza'ları makamlarında yani kabedeki hakimiyetlerini bitirmişti. ama artık yeni bir tapınma perspektifi geliştirmişti muhammedin rabbi. o da namazdı...
insan fıtratındaki tapınma ihtiyacını köreltmek için emretmişti rab bunu. günde beş vakit belirli zamanlarda bu tapınma ayinini farz kılmıştı. kendi resminin de yapılmasını istememişti son peygamber. çünkü namaz kılarken içlerinde bulunan görmeli kutsama halinin yeniden hortlamasından korkmuş ve bu sefer resmine tapınmalarından ve resmine secde etmelerinden korkmuş ve resmini yaptırtmamıştır.
şimdiki zamanın inançsızlık batağına saplanan materyalist insanlarında bu tapınma hissiyatı yok olmak üzeredir. tabi bunda sosyo ekonomik nedenler de baş gösteriyor. çünkü daha çok zenginleşen insanlar görünmeyen bir varlığa sığınmaktansa paraya sığınmaktadırlar artık. bu durumdan bütün dinlerin üst temsilcisi olan kişiler de şikayetçidirler. hatırlayınız 11 eylül sonrası kiliseler dolup taşmış ve mensubiyetin hararetini çoğaltmak için karşı dinlere mensup insanları hor görüp çeşitli yakışıksız sıfatlar(terörist, bağnaz) gibi kullanmışlardı. öyle ya tarihteki savaşların çoğu dinler yüzünden meydana gelmişti. 2. dünya savaşı sonrası bu çekişme yerini ekonomik çekişmeye bıraktığı için din fanatizmi körelmiş ve sinmişti. küllenen ateşi bazen her iki taraf da(fanatik katolikler ve islami teröristler) zaman zaman canlandırmaya çalışsa da modern insan soğuk kanlı davranmışmıştır...
neticede din bir sığınmadır. ne zaman dara düşsek kendi tanrılarımıza yalvarırız. diğer zamanlarda da aklımıza bile gelmez kendi yarattığımız kutsallar. çünkü inanma hissiyatı bile maddileşmiştir artık...
1.sevgililer günü denilen sıradan bir güne mutlaka karşı cinsten hoşlandığı biriyle girme mecburiyetini hissetmektir.
içinde yaşadığı toplum tarafından içine itilen bir yanılsama, sürü psikolojisinin bir yansımasıdır. 14 şubata sevgilisiz giren erkek kendini öksüz, bayan ise aciz ve kusurlu hisseder. dünyaya küsenler bile vardır. emperyalizm para yapan herşeyi sömürdüğü gibi her hangi bir takvim gününe yalandan değer katar ve en kutsal değer olan sevgiyi de sömürürür. o kadar ki beş yıldan fazla evli olan çiftlerin yarısı ahh bir sevgilim olsaydı da sevgililer gününü beraber geçirseydik gibi basit ve bayağı fikirlere dalıyor. çünkü herşeyi tüketen sistem sevgiyi de törpülediği için dizilerdeki abartılı aşk sahneleri eşine olan sevgiyi köreltip başka hülyalar kurmasına vesile oluyor maalesef...
emperyalizm budur zaten sevgili kardeşim ve değerli kız kardeşim. akıllı ol ve sevgiyi tek bir güne indirgeyerek basitleşmesine ortak olma. unutma sen bu dünyadaki en yüce varlıksın. bir sen daha yok bu alemde. elbette ki değerini bulursun. bu sebepsiz yanılgılardan ve malayani hezeyanlardan bir an önce arın...
ekonomist olmaya gerek yoktur... sokağa çıkılsın, kahveye gidilsin, kısacası insan içine karışılsın görürler ekonomik sıkıntıyı. 3 milyon işsiz var ülkede. 600 lirayla ev geçindirip çocuk okutan(nasıl yapıyorlarsa)insanlar var. hepsinin anası ağlıyor...
49 yıllığına kiralasalar da kurtulsak temennisidir...
öyle ya devlet eliyle işletme olmaz. özel sektöre bırakılmalı ki herşey rekabetçilik olsun. hem padişah mısın mübarek. anladık teban ümmetçilikten gelme olabilir ama rejimimiz cumhuriyet. aç kendini, pazarla. ülkeni pazarlamakla mükellef biri ilk önce partisini pazarlamalı bence. hem başbakanlık bütçesi petkimden çok zarar ediyor. ne karını gördük ki şimdiye kadar. satalım gitsin. hiç değilse ipleri oynatanlar açığa çıksın...
sekizinci nesil yeni yazar. hoş gelmiş sefa gelmiş. sözlükte böyle objektif içten yazıları ve yazarları gördükçe bu troll yuvasının temizleneceği düşüncem daha da ağır basıyor...