bir çocuğun hayallerine saplanabilecek en acımasız hançerdir bu, aynı zamanda en karşı konulamaz. zira karşı koymak, akşam yemeğindeki çorbadan vaz geçmektir. sadece kendi adına değil, aile adına da.
boğaza düğümlenen hevestir. arkadaşlar son model action manleri, transformerslarıyla caka satarken çaresizce izlemek, çok istemektir. ancak, o arkadaşlar da hayattır, hiç bir şeyi karşılıksız yapmaz, hiç bir oyuncağı karşılıksız paylaşmazlar. hadi değişelim derler, değişilecek bir şey de yoktur şaka gibi. zaten onlar, bilmem kimin almanya dan getirdiği on yıllık peluşu, ya da modası geçmiş bir teneke arabayı takas saymazlar.
çemberin dışında kalmaktır. herkes yeni ayakkabılarını anlatıp, ışıklı mışıklı, yanar döner muhabbetlerde söz keserken, bir kenarda sesini kesmektir. girilebilir aslında o vitrin çemberine, ancak sadece dinlenir, sadece iç geçirilir. sıra gelir, 'ben abimin kullandıklarını alcam haftaya, çok eski deyil' denir.
çok sevdiğin futbola iştirak edememektir. mahallenin bebeleri, her biri kendini bi başka bebeto görüp, her hafta bi krampon
patlatırken; ayaktaki püsküllü sporlara bakıp iç geçirmektir. kale arkasında autu dört gözle bekleyip, auta değil karşı tarlanın çamuruna çıkan topun arkasından koşmak, balçığa sıvanmaktır.
beklemektir ve. zihinde masumca tekrarlanan 'bir gün param olacak' cümlesinin eşlik ettiği bir bekleyiş.
kim bilir neydi hikayesi, neden bu ismi seçmişlerdi?
cadde kenarında boylu boyunca uzanmış adamın yanından geçerken, bir 'acep ne olmuş buna' yı fazla gören insanların yaşadığı; derme çatma sokak arası evlerin işlemeli pencerelerindeki menekşelerin karbondioksit cehenneminde boğulduğu; ezginin yok olup, çiçek dağı'nın artık sadece kırık bir kırkbeşlik ismi olarak kaldığı bu 'birbirine yabancılar devri'nde, cevabını belki de hiç bulamayacağımız sorular..
oysa ki biz, pazara çıkarken evladını yan komşuya emanet bırakan, çoğu zaman kapısını kilitlemeden uyuyan, osman amca sokak başında göründüğünde tatlı bir akşamüstü muhabbeti için adım sayan insanlardık.
şimdilerde, zamanın bile sanal olduğu bir dünyada gerçek olaylar anlatma cesaretinde bocalıyor dilimiz, ne yazık..
o dili bize öğretenleri ise hiç sormayın! onlar öyle bir keşmekeşin içinde kalmışlar ki, ne sadık dostları radyolarından, ne de teknoloji harikası(!) görüntülü kutudan bir şey anlıyorlar..
ve sevdalar..
bir zamanlar sokaklara isim veren, gerçekten sevdalı sevdalar.
leyla, mecnun, ferhat sahipleri çoktan çekip gitmiş, me se ne de yaşayan ağzı kerhane edebiyatından başka bir şey bilmez çakma popstarlara kalmış dramlar.
düşük ahlak giyinen, ingilizce-ispanyolca-türkçe gayrimeşru ilişkisinden doğma berbat ağızlarıyla, onun bunun aşifteleri için birbirlerini boğazlayan bu zavallılar, acaba bilirler mi o dillerinde fahişe ye döndürdükleri 'aşk'ın, 'sevda'nın anlamını..
gerçi tüm olgular gibi anlam da kimlik değiştirmiş. belki bu zaman için anlam, onların yükleyip onların anladığı.
şiir hayatların gerçek sahiplerine göre aşk, maşuğun saçının tek telini görebilmek için günlerce beklemekmiş.
bunlara göre ise; her daim koltuklarının altındaki yalakaları dakika başı tokatlamak..
yüzde hoş bir tebessüm, elde bir demet papatyaymış.
bunlarda ise azar, küfür, adam bıçaklama..
tabii, yerinde soru; aşık gitti de maşuk hala burda mı sanki?
değil, asla değil.
işlemesi yar hayal edilerek dikilen mendiller, o mendilleri işleyen el değmemiş yürekler..
onlar da bir lana marks cleopatra'ya, bir kaç pahalı takıya satıldılar çoktan.
geriye kalan, sadece o günlere olan özlem.
bir de, artık olmayan sevdalı patika sokak ta yaşamasa da, o sokağı içinde yaşatan tek tük insancıklar.
temel olarak, değersiz olduğunu düşünen adamdır, vesaire vesaire..
bir akşamüstü vapur sesiyle kendine gelip, akşama kadar hiç yaşamadığını anlamak, bir taraftan 'nerdeymişim ben, ne yapmışım şimdiye kadar' soruları sordururken; 'artık burdayım işte, artık başkayım' demenin de bir yolu aynı zamanda. günü akşamdan başlatan uyarıcı.
boşa akan su gibi umursanmaz, kendi haline bırakılmış vaziyette geçen zaman, tükenmeye yüz tuttuğunda farkedilir, yine sözkonusu su gibi. uzaklara dalan gözler kaçan zamanı koşup yakalamak için fırsat kollayan adamın sözcüsüdür.
peki ne yapılmıştır, nedir böyle düşündüren, böyle içlendiren..
kadıköy'ün arka sokaklarında delikanlılık yaparken mazlumun hakkını koruyan, gururu okşanan adam neden vazgeçmiştir bu 'kutsal' görevinden?
en sevdiği dostunu, bir buçuk santimlik bi metal parçası yüzünden kaybeden adam, korkudan değil, ama belki nöronlarını sızlatan katran düşüncelerden almıştır dersini. evet koçum, sen delikanlısın ama hayat değil işte. istersen ömrün boyunca peşinden koştuğun cengaverlik üzerine kitap yaz, nobel al, insanlar seni iltifat manyağı yapsın. olmayacaksın, şu manzaradan sonra asla mutlu olmayacaksın.
en iyi liselerden mezun olup itü ye sağlam bi giriş yapmak, sana cal-tech te master yapmayı vaad etti, mutlu olmayı değil. nasıl ve ne zaman, hangi esrar kokulu damaltında tahsile bağladın mutluluğu? sen zaten orada kaybettin. koynunda geceleri eskittiğin son model fahişeler, hayatını unuttururken paranla beraber düşünme yetini de aldılar elinden, yine dönüp dolaşıp geleceğin yer olan güzel şehr-i istanbul dan daha güzel göründüler o günah dolu gözlerine.
roman oluşturacak kadar dolu sorular..
ve beraberlerinde getirdikleri kaygı, öfke, nefret ve bilumum iç gıcıklayıcı bilmem ne. istesen kavrayıp kökünden sallayacağın şu iskele babası, şimdi kaslarını parçalayan bi silindir gibi düşüyor düşüncelerine. yanından geçerken üçüncü sınıf parfüm kokusunda seni boğan beşiktaş kızı, güçlü sandığın bedeninin ne zayıf bir dokunuşla yıkılacağını anlatabilmiş olmalı. hayır, en aydınlık günde umut ışıklarını karanlıklara boğsa da kirli havayı sakın suçlama, zira senden suçlu değil. öyle hissetmiyor musun? yalan söyleme.
bir devrin yok oluşu, kayıp gençlik hikayeleri anlattığın arkadaşların, şimdi senden çok uzak, çok daha kabul edilebilir dünyalarda yaşıyorlar. bir tanesi karşına çıkıp, 'nerelerdesin bunca zamandır' dese, 'ben' dersin, 'işte..' dersin, daha da diyemezsin. hayatın boyu hem arkasında koştuğun, hem de unutmaya çalıştığın o yüksek erdemler izin vermez sana. karşındaki söz dinlemiş adamın gözlerine baksan, bakabilsen miden bulanır, yerinden zerre oynayamazsın. bi kussan rahatlayacaksın gibi gelse de, öyle değil. zira rahatlamak için sen, kendini kusmalısın günahkar, kendini..
bir zamanlar okulunun kapısından her girişte tüylerini diken diken eden duygu, seni fakültenin kapısına değil, adam olmaya götürürdü. ama bir şeyler oldu, sen de hep küfrettiğin kapitalistlerden daha açgözlü, yanlarından geçmediğin anarşiklerden daha hırslı oldun. kaybolup giden tüm erdemlerinin yanında çaresizce tutunduğun çalışma azmi, eş dostun seni görmek istediği amarikalar a taşıdı belki, ama bu kadarla bitmedi.
ilk gördüğünde seni büyüleyen santa cruz un bitmek bilmez sahil şeridi, dışa vuramadığın aşağılık, lağım kokulu nefis çizgilerindi aynı zamanda. o zamanlar hiç bitmeyecekmiş gibi görünen mühletin, bir gün seni yargılamak için kullanılacağını hesaba katmalıydın.
yalan taşırma kabında geçen yıllar sana seni unuttururken, büyük şirketlerde büyük maaşlar sağlayacak koltuğun da hazırlanıyordu yavaş yavaş. o koltuğa kurulduğunda daha janjanlılarını organize etmeyi planladığın partiler, odun sobalı anadolu evlerinin samimiyet kokulu atmosferini sildi hatıralarından.
geride kalan şehvani pis duygular, alkole boğulmuş kayıp sabahlardı.
ve okul bitti, işte burdasın.
giderken uğurlayan dostun, geri dönüşünle aradığında duyduğun 'bu numara kullanılmamaktadır' sesiyle meraklandırdı seni. merakın, o numaranın sahibinin akıbetini öğrendiğinde üzüntüye döndü, o da artık yoktu.
ve işte şimdi, tam da şu an başladın düşünmeye. sana en yüksek dereceleri kazandıran kıvılcımlar bile düşünme değildi, geceler boyu tez hazırlamak için sarfettiğin efor bile. şimdiki, en çetin iş.
bu iş sana, ömrünün 25 yılının çöp kutusunda olduğunu idrak ettirdi. yüzün kızardı, tenin gerildi, tüm bedenini yakan kızgın yağlar döküldü üstünden.
daldın, sanki bir daha hiç çıkmamacasına. şükür ki şu vapur sesi vardı..
şimdi durma, zalim heceler ve keskin düşünceler aklını istila etmeden, umursanmaz akan su bitmeden koş.
yine kendini kaybedip takır takır entry yazdığın, etrafında son hızıyla akan zamandan kendini soyutladığın bi an, ensende bir şaplakla kendine gelirsin; başka bi yaşam formu olsa asla katlanmayacağın kişinin, dostunun şakasıyla. ve beraberinde şu sözleri duyarsın:
- olm naabiyon lan. benliğini teslim etmişin gene sözlüğe.. ders çalış lan, para kazandıracak şeylere bak biraz.
nezaketin en frenleyici haliyle hoş bi tebessüm geçer, 'hadi işine bak' dercesine kafa sallarsın.
sallamazsın. çünkü bilirsin herkesin bir gün tarih olacağını, aynı toprağa konacağını. ve paradan daha değerli hayallerin vardır, hele de böyle bi saatte böyle bi yazı yazıyorsan.
zannedildiği gibi benliğini teslim ettiğin şeyin de sözlük olmadığı anlaşılır o an. aslında sen sözlükte değil duygular alemindesindir. belki aşık, belki küskünsündür kim bilebilir?
evet lan. bu da gereksizdir aslında. ama dışardaki çoğu şeyin yorduğu zihnin ve bedenini; dinlendirici nadir şeylerden biriyle, o nu düşünerek soluklandırmak, eminim ki nihayetsiz çıkar çatışmalarından çok daha masum, çok daha evladır.
senin gibi adama enayi diyenin de bilmem neresini karışlarım ben. zaten geceler boyu yüzlerce entry okumuş, en felsefi ufuklardan en futbol renkli muhabbetlere dalmışsındır. kafan allak bullak. aralıksız beşyüz sekme açtığın bilgisayar nasıl sana yetişemezse, sen de seni kuşatan dünya ya yetişemezsin. ama sağlam bi dead lock ve her şeyi temizleyen bi restartın ardından taş gibi olursun. karmaşayla beraber, eski düşüncelerindir de giden. iyi mi bilmem ama, en azından yenisindir, olaylara çok başka bakansındır.
eskiden kafeteryada görünüp dizlerinin bağını çözen güzel, şimdi gelip yanına bile otursa teomansındır. ha yine kalbin çarpar, mutlu olursun, ama o kadar işte. siklemezsin. seni heyecan ve güvensizliğin dipsiz kuyularına yuvarlayan 'ne yapsam' duygusu yoktur artık.
yoktur çünkü, artık platonik bağımlısı olmuşsundur. şimdiye kadar yaşadığın saman tadında, yalan ve riya kokan, kendisiyle beraber an be an seni de tüketen yavşak maceralar bu noktaya getirmiştir hayatını. 'anasını sikerim böyle aşkın da böyle sadakatin de' deyip, seçme hakkın olsa bir daha yanından bile geçmeyeceğin kızgiller familyasını, yeni yeni atraksiyonlarda merkez almaktan vazgeçmişsindir.
o na böyle uzaktan bakmak, ellerini tuttuğun an değerinin kaybolup gitmesinden de iyi gibidir. hem riskten kaçarsın, hem saçmasapan yalanlar duymazsın, hem de biraz saygın olur lan kendine, bi işe yararsın. hayatı sikmek ve sikilmek gibi iki kelimeye sığdırmaya çalışma öküzlüğünden de biraz olsun kurtulmuş olursun.
beklentin yoktur stres olmazsın, amacın yoktur heba olmazsın. aklında yaşattığın sevgilin, sadece ve sadece senin istediğin şeydir.
uyandım.
yanıbaşımdaki dünden kalan yemek artığına takıldı gözüm. bir kaç kurumuş pizza dilimi; ucuz bim pizzası. muhteşem bir açlık hissetmeme rağmen, manzara karşısında, iştahla beklediği kemiğin plastik çıktığını anlamış köpek gibiydim. neyse deyip bir dilim aldım, yutkundum boğazım acıyarak. ikinci ve son ufak dilimi ne elim ne de gururum kaldırdı, kalktım.
balkona doğru yürürken ayağım takıldı yerdeki kağıt topuna, düşecek gibi oldum. eğilip aldığım dif notlarını, kötü geçen vize sınavının ardından bana alaycı bir bakış atar halde buldum. finallerde yine muhtaç olacağımı bilsem de, hayatımda bir daha görmek istemezmişçesine en uzak köşesine fırlattım 5 metrekarelik odamın. ve balkona çıktım, gerindim şöyle bir.
çok pahalı bir fahişe gibiydi istanbul havası; soğuk ve cazibedar.
yeni aydınlanan sokakları boş gözlerle izlerken, karşı binadan çıkıp koşturan kediyi gördüm. define bulmuş fukara kadar heyecanlı olan hayvan, ağzında bir şey getirmiş iştahla yiyordu. 'ne işin var lan bu saatte soytarı!' dedim gülerek. sonra, aslında kendime güldüğümü farkettim. nedense tuhaf bi mutluluk doldu bedenime.
isteksizliğin en olgun haliyle içeri çevirdim yönümü. nefesimle ısınmış oda, narkotik bir kokuyla karşıladı beni. lavaboya yöneldim. yüzüme çarptığım soğuk su beni biraz daha uyandırdı. kafamı kaldırdığım an kendimle karşılaştım. ve 23 yaş kırışıklıklarıyla. saçlarımın dökülüyor olduğunu hissettim. 'ne oldu ki, neyi dert ettim' diye sordum kendi kendime. standart bi sabah için çok fazla edebiyat olduğunu düşünüp, daha fazla düşünmemeyi tercih ettim.
mutfağa girdim. amacım kahvaltılık bir şeyler hazırlamaktı. üç günlük bulaşık dağının arasından sıyrılıp dolaba ulaştım. bir kaç zeytin, bir dilim peynir, katı bir dilim ekmek. fazla beklemeden çıktım, az önce havalandırmak için penceresini açtığım odama geçtim. canım çay istedi, kalktım bi demlik buldum. su kaynamaya çalışırken, baskın gelen sabırsızlığımla kahvaltıya başladım. çay olduğunda ben çoktan doymuştum.
bir kupa eşliğinde televizyonun karşısına oturdum. saçma sapan sabah programları ve iç burkan haberler arasında şuursuzca zap yaparken, bi kanalda oyunbozan a rastladım. bu saatte ekranda olması alışılmış değildi. izlemeye daldım. okan ın oyunculuğunu kutsarken yalnızlığımı farkettim. canım sıkıldı, kapattım televizyonu.
işten yeni, son kız arkadaşımdan da aylar önce ayrılmıştım. karşıya her geçişimde simit manyağı yapmayı adet edindiğim martılar haricinde, beni özlemle bekleyen bir şey yoktu dışarıda. henüz soğumamış yatağıma tekrar uzandım. daldım. telefonun şarj uyarısı kendime getirdi beni. 'dur lan şunu prize takiim' derken, öylesine kurcalamaya başladım telefonu. rehbere girdim, kayıtları alt alta okurken, onun ismine takıldım. bir an çok farklı hissettim, tarif edilmez, ama belki deniz anasının gazabına uğrayan şok delisi anlar bunu.
kendisi yan komşumuzun kızıydı. mahalleye yeni taşındığımızda, ablasıyla beraber ilk o gelip çağırmıştı bizi oyun oynamaya. sevimli bi kız çocuğuydu o zamanlar. bana adımla hitap eder, bense aramızdaki tam 1 yaşa istinaden 'abi' demesini isterdim. sırf bu yüzden çocuk saflığında kavgalarımız olurdu. ama hani severdik birbirimizi, samimi arkadaştık sonuçta.
aradan zaman geçti, ergenlik denen garip istasyona geldik. bu istasyonun burun kaldıran atmosferiyle birbirimizi beğenmez olduk, soğuduk karşılıklı. meşhur mahalle baskısıyla da iyice uzaklaştık birbirimizden.
üniversiteyi kazandığımızın ertesi o antalya da kalırken, ben de istanbul yollarına düştüm. hepten koptu irtibatımız. birbirimizi düşünmez bile olduk. sadece arada laf açılırsa, ondan bundan duyuyorduk hakkımızdaki haberleri. yine böyle bir duyum, yakın zamanda hayatında birinin olduğu haberini getirmişti bana vazgeçilmezimin. sonra 'hayırlısı' deyip belgeyi kapatmış, geri dönüşüm kutusuna yollamıştım. ve evet, işte şu an geri dönmüştü düşünceme.
'ne oldu ki, neyi dert ettim' sorusunun da cevabını bulmuş gibiydim. onun yeri hep başkaydı bende. samimi olduğum ilk kız, sevecen komşu, sırdaş, yıllar boyu değişmez oyun arkadaşı.. çocukluk ve gençliğimin temiz varlığı, güzel şey.. ve bir yıl önce, nadir bir eş dost gezisinde gördüğüm ve nedense idrak edemediğim son haliyle, aradığım pek çok şey..
bu edebiyatı başka birinden duysam işçilik harikası küfürler ederdim ona. ama nooluyodu lan, ben böyle şeylere alışık değildim.. ne kadar salakça da olsa, aşık olmanın arefesindeydim.
ve aşık olmuş durumda olacağım ileriki günler için plan yapmalıydım.
kim bilir, belki de şu başkalaşmış dünyanın kaşarları, onların yalakalığıydı bana bu güzelliği hatırlatan.
ve evet biri vardı onun da hayatında ama, belki artık var'dı'.
ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. bir kaç yöntem geldi aklıma ilan-ı aşk için, değerli pek çok şeyim olsa da hiç sevgilim olmamış biricik sevgilim için.
tüm yöntemlerden vaz geçtikten sonra, arayıp sesini duymanın iyi bi başlangıç olacağını düşündüm.
ve şarj aletine uzandım, kapanmakta olan telefonu beslemek üzere.