alışılmamış şekilde yazının başında verilmiş not: burada bahsi geçen sözlük, bildiğimiz tdk sözlüğüdür. redhouse da olabilir. hatta "içine söz koyulan kutu" gibi iğrenç bi espri materyali bile. ama asla ve asla her hangi bir sanal alem sözlüğü değildir. bu inci sözlük olsa bile. etmeyeceğim işte. sözlüğü bilmem kaç yüzüncü kez sikindirik bi entryye kurban etmeyeceğim. bu benim entrym olsa bile.
ne oldu? ürktünüz dimi bi an, irkildiniz bile. ve hatta.. tamam tamam sakinim. ilacımı getirin.
günlerden bir gün, yine kırda bayırda gezer iken ben -ki aklı başında hiç bi hikaye karakteri günlerden bir gün kırda bayırda gezmez- yoruldum, ve ani bir dinlenme isteği hissine kapıldım. olduğum yere çömecektim ki, çömmedim. neden mi? öylesine. sonra bir kaç adım ileride garip renklere sahip, cicili bicili bi kitapçığa rastladım. yavaşça eğildim, elime aldım. bu ilk tecrübemdi.
sanırım bize bir şey anlatmaya çalışıyordu. okumaya çalıştım, okuyamadım. anlamadığım bir lisanda yazılmıştı. kayıp bir kavmin eseri olduğunu düşündüm bir an. sonra da o kavmi aramayı düşündüm, böylesine iğrenç bi espri yaptığım için kendime küstüm.
kitabın ilk sayfasını aralamamla, kankanın yılan sokmuş pipisini emmek anındaki gibi bi hisse kapıldım. neden böyle gerizekalı bi sözlük hissine kapıldığımı bilmiyorum ama kapılmıştım işte. soru sormadım, razı oldum.
ilk sayfa türkçeydi. üzerinde aynen şunlar yazıyordu; "bunu yazan hayati, okuyana koysun." tam "hehee, amına kodumun kekosu, uymamışki, hehee.." diyeceğidim ki, ikinci sayfa şu cümleyle karşıladı beni; "uysa da kodum, uymasa da kodum."
bu kudret karşısında diz çöktüm.
neye uğradığımı şaşırmıştım. bu şaşkınlıkla beraber, garip bir maceracı karakter de esir alıyordu beni. e kolay mıydı, gizemli bir defter ele geçirmiştim. kendimi jurassic park ta falan hayal ettim bir an. sonra bi sinek çarptı suratıma, korkudan içime ettim. "ulan pezevenk" dedim kendi kendime, "ne de hazırmışsın amerikan filminde hissetmeye."
'amerikan filminde hissetmek' dediysem, yanlış anlaşılmasın, öyle hissetmek değil.
akabindeki duygularım yine boyun eğmekti. üç paragraftır kabulleniyordum her şeyi ve bu canımı sıkmaya başlamıştı.
derken sayfalar arasındaki yolculuğuma devam ettim. bir ayak izine rastladım sayfanın ortasında. çok eski, silik bir şeye benziyordu. yalnız anlam veremediğim şey üzerindeki 'ugg' yazısıydı. "ulan burda bile mi aq" diye düşündüm, sonra "yok artık" dedim, "yüz yıllık kitapta da olmaz ya." evet, bu bir şifreydi. dur bakiim, şöyle bişey olabilirdi; 'ultra gained gang'. çok sikindirik olmuştu ama işte ben de uymasa da komuştum.
heyecan doruktaydı. yazıları da yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. şöyle bir yazıya rasladım; "ergodandantavuscikisi:vanhooijdonk" sanırım bu da şu olmalıydı: "erdoğan dan davos çıkışı; van minuts." hayır hayır, tüm teorimi değiştirmiştim. belli ki bu kitap geçmişe değil geleceğe aitti.
son sayfalardaki hakim renk kırmızıydı. yani kanla yazılmış gibiydi.
sözlük demiştim di mi başlıkta, sıçmıştım yani. şu da sıvaması olsun; sonraki sayfalar top, elma, bush gibi "adi" şeylerin tanımı şeklindeydi. bunu yazan yaratık her kimse, bana koymadan önce kendine has bir dil geliştirmişti. nasıl anladın derseniz, dedim ya, çözüyordum bu dili yavaş yavaş.
evet biraz bu dilden bahsetmek istiyorum. öncelikle kesinlikle noktalama işaretlerine dikkat edilmemiş. büyüklü küçüklü harfler, smileylerle dolu. bi kaç kavram dışında tanım yok. ilk on giriş saçma sapan cümleler. sonraki girişler de. anket tarzında başlıklar çok. şunun gibi şeyler; 'barcelona da oynayacak tek orion, orionların nicklerinin hikayeleri, orionların itirafları, orionların msn adresleri'. önce "ta aklınızı sikiim sizin" dedim, sonrasında da bu uygarlığın ismini keşfettim; orionlar!
parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu. hesaplarım yanlış değilse, bu gelecekte yaşayan dünya dışı bir ırktı ve türkler de dahil olmak üzere pek çok ırkı esir almışlardı. kurtulabilenler geleceğe, belki de geçmişe mesaj bırakmak istemişlerdi asimile olmuş dilleriyle.
bak şimdi. git gide heyecanlanıyor, araya reklam girmesinden korkuyordum. ne kadar embesil olduğum dikkatimden kaçmadı.
ve teorim doğruysa, paralel zamandaki bu medeniyet her an bizim yaşadığımız eski dünyaya da saldırabilirdi. hemen muhtara haber vermeliydim. "muhtar ne yapar süpersonik medeniyete deyus" dedim, nsa i aramalıydım. masum insanları öldürmekten başka bi işe yaramalıydı ilk defa teknolojileri.
heyecan ve korkudan ölmek üzereydim. ne yapacağımı şaşırmış vaziyette telefona koşarken, son sayfayı okudum. 'melissa' yazıyordu. "yazık olmuş" dedim.
cebimde telefon olmasına rağmen ben ev telefonuna koşuyordum. bunun manyaklığımdan mı yoksa heyecanımdan mı olduğunu anlamadan, abd düşeceğini düşünerek 911 i aradım. e 112 yi arasam türk işi olur, ekşın namına bişey bırakmazdı olayda. çıkan lavuğa "bana başkanı bağlayın" dedim, "kimi" dedi, "başkan lan" dedim, "obama!".. "hassiktir lan, kimlerle uğraşıyoz aq" deyip kapattı. sonra bi şekilde nsa e ulaştım, lakin ingilizce bilmiyordum.
tam çaresiz vaziyette ne yapacağımı düşünüyordum ki bi çocuk sesi duydum. gelen melissaydı. ne, melissa mı? dur bi dakka.. komşunun küçük kızı. şirin velet "teoman abi teoman abi, defteyimi kaybettim göydün mü buyalayda" deyiverdi paçalarıma sarılırken. "yoo" dedim, "nası bişeydi?" zıpladı, elimden kaptı gizli sözlüğü.
"dur kızım, ver onu bana" derken durdum bir an, susamıştım. heheh. şaka şaka. neyse, her şeyi anlıyordum.. ensemden aşşaa soğuk sular döküldü bir an.. parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu.
bu benim gizli sözlük, meğerse kızın karalama defteriymiş. yerlerde sürünürken ablası olmaz olasıca uggsiyle üstüne basmış. boyası bittiği için melissa, son sayfaları sadece kırmızıyla yazmış. parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu. o küfürlü kısım abisine aitmiş.. zaten abisinin eski defterlerindenmiş. melissa bu deftere tvde gördüklerini, günlük hayattaki olayları, film karakterlerini filan yazarmış. parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu.
tüm bunlar anlatılırken, ben nihayet olduğum yere çökmüş dinliyordum. 4 kilo eroin yemiş sokak köpeği gibiydim. tepki vermiyordum.
dünyanın kurtuluşuna mı sevineyim, saflığıma mı üzüleyim bilemedim.
neyse, en azından anket yapmamıştım.
teselli buldum.
melissa elinde defter yol alırken, ben de saçmalamada rekor kıran finali düşündüm.
alışılmış şekilde yazının sonunda verilen not: alışılmamış şekilde yazının başında verilmiş not yanılmış olabilir.
eveet sözlüğümüzün değerli tayfası. bugün sizlerle yepyeni bir tespit daha sıçıcaz. bu seferki sosyalinden.
öncelikle, tüzel ve sanal hayatımdaki 15 yıl süren gözlemler sonucu edindiğim izlenimleri dökmek istiyorum sözlüğün orta yerine. beğenen beğendiğini alsın.
özellikle büyük şehirlerde, evden çıkmanızdan iş-okul vb. hedeflere varışınız arasında geçen zaman diliminde, selamınıza cevap alamamak, duymazlıktan gelinmek, "ne işin varsa hallet de git biran önce" bakışları gibi türlü olumsuzluklara maruz kalmanız kaçınılmaz. hele hele bir devlet dairesinde işiniz varsa, "sosyal devlet" anlayışıyla yoğrulmuş memurlarımızın 'siktir git başkasına sor ibine' dercesine suratınızda gezdirdikleri bakışlar daimi muhatabınız.
hayatın her safhasında bas bas bağıran bu durum, elbette bizden başkasının suçu değil.
çocuğunun erkekliğini, ona söylettiği "senin avyadını sikeyim" söz öbeğiyle kanıtlamaya çalışan, partnerine iltifat edildiğinde iltifat edenin kafasını yaran insan profilinin hakim olduğu bi ülkedeyiz. ama o profili de suçlamamak lazım, zira her hangi bi ülkem kızına iltifat ettiğinde sapık damgası yiyen profildir de kendileri.
bu psikolojiden en çok etkilenen kitlelerden biri, filmlerde gördüğü romantizm taktiklerini hatun üzerinde uygulamaya kalkışan ülkem ergenleridir. mesela en belirgin hallerden biri, bahçe-bayır talan edilerek korsan yöntemlerle elde edilen demet demet çiçeğin, pencere kırılarak girilen kız odasına serpiştirilmesidir. olayın farkedilmesinden mütevellit yükselişe geçen nefret, önce çocuğun karakolda bi kamyon dayak yemesine, sonra da karakol çıkışı muhtelif yerlerine kurşun yemesine sebebiyet verebilir. ne oldu? kız kapcaktın hemi? çahal senii..
bir romantizm macerası cinayetle bile sonlanabilir canım ülkemde. başlığımızın ana ekseni de, varacağı yer de buydu aslında.
bu sevgisizlik, pek tabi hayatın bir yansıması olan sözlükte de gösteriyor kendini. her hangi bir materyal için açılmış çoğu başlık, o materyali küfür yoluyla tanımlayan entrylerle başlamakta. akabindeki entrylerin çoğu da tepki ve hatta küfür içerikli. bir varlığı küfrederek tanımlayan pek az medeniyetten biri olsak gerek.
öğrenciysen ve kar yağıyorsa, yer yüzünün herhangi bir yerindeki pazar gününden farksız olan gündür. fantezi yapmaya gerek yok arkadaşım. (editfaction: kar yağışı)
aslında başlık da "istanbul daki bir öğrencinin karlı bir pazar günü" gibi bir şey olabilirdi, ancak bu mantık ve karakter sınırlarını zorlayacağı, ve de bu konuyla alakalı açılmış milyonlarca başlıktan biri olacağı için halihazırdaki başlık tercih edildi.
**
türkiye de öğrenci olmanın hayata kattığı bir artı da, dersler harici yapacak hiç bi işiniz olmamasıdır. ne biliim bi kanada da, bi iran da bile okusak, eminim çok konuda pratik yapma şansımız olurdu. burdaysa pratiğini yaptığımız tek konu tüketim.
işte böyle bomboş geçirdiğim bi hafta sonuydu. kalkıp dışarı baktım, kar bostancıyı rehin almıştı. meteorolojiye gülüp "yağmasa da çıkmayacaktım aq, eheh.." gibi ukala bi tepki verdikten sonra, dalga geçen değil geçilen olduğumu anladım, yan komşudan çarptığım wireless hayata küsmüş, kaçak sözlük aşkım da yalan olmuştu. "ah harika, bir bu eksikti, damn it.." gibi hollywoodvari bi cümlenin akabinde kahvaltı hissi uyandı bedevi bedenimde.
buzdolabının rafları ortalama bi öğrenci evi için hiç de fena sayılmazdı; zeytin, peynir, neden orda olduklarını kendileri de bilmeyen damsız bir grup marul.. biraz daha kurcalasam domatese bile ulaşabilirdim. ama bu heyecana dayanamayacağımı düşünüp eldekilerle idare etme kararı aldım.
hepsini bir araya toplayıp yıkar gibi yaptıktan sonra, kpss den 87 almış müstakbel bi kamu görevlisi kadar mutluydum.
sofrayı kurdum, tv nin karşısına kurulup saçma sapan bi sabah dizisi açtım. tam ekmeği bölüp yakıt ikmaline başlayacaktım ki, ortalıkta bölünecek bi ekmek olmadığını farkettim. ama dün akşamdan kalmış bikaç dilim vardı, hatırlıyordum. buralarda bi yerde olmalıydı..
bir "hadiii.." çekip, dört yanı mamur düzeneği kurduktan sonra bir de ekmek keşfine çıktım evde. sonra bir an, sabah erken kalkıp işe giden ev arkadaşının hayallerimi kahvaltıda tüketmiş olduğu düştü fikrime. hayır hayır olmamalıydı böyle bir şey, bi de ekmek almaya çıkmamalıydım bu öküz öldüren soğuğunda. bir taraftan ekmeği ararken, bir taraftan da dağarcığımdaki tüm sövgüleri paket halinde sunuyordum arkadaşıma ki, masanın bi köşesine sinmiş olduğunu farkettim aradığım şeyin. sövgülerimi de arkadaşımın gelecekteki hatalarına sayıp oturdum sofraya.
ulvi görevimi yerine getirip ortalığı da toparladıktan sonraki ilk işim, mahkum olduğum harddiski umutsuzca kurcalamak oldu. menüde, en orjinal saçmalıkları bünyesinde barındıran war of the worlds, milyonlarca defa izlediğim enemy of the state ve bir kaç sezon himym den başka pek bir şey yoktu. sonuncuyu tercih ettim.
bir süre pc de takıldıktan sonra tv ye dönecek gibi oldum, lakin ilk iki zapımın ürünleri on kadın gibi bi geri zekalılık abidesi ve tabiri caizse teletabiler olunca, sadece tv yi kapatmak değil, kumandayı parçalasam da tatmin olamayacağım bi öfke edinmiş vaziyetteydim..
günümün kalan kısmı, önceki günümün kalan kısmından kopyala yapıştır metoduyla temin edilmiş halde geçti.
farklı olan tek tarafı, akşam stajdan dönen arkadaşımın kulunçlarını ezerken estirdiğim romantizm fırtınasıydı.
- vay be abi, şu aloe vera kokusu 2-3 yıl öncesine götürdü beni. ne güzeldi, lisedeydik.. her gün bi başka sevda, bi başka macera. bazen zamanın küçük bi fotoğrafı, bazen de sahipsiz bir nağme alıp götürüyor insanı, ne dersin?
cevap inanılmaz ilgiliydi;
- uuahh, yea, şulları da ovsana biraz.
borcumun bi kısmını kapattıktan sonra, ışığı kapattım.
karşılıklı oturma düzeninden kaynaklanan, isteseniz de kurtulamayacağınız durumlardır.
**
efendim genellikle istemsiz olur bu olay. 1.25 metre enindeki koridorda yapabileceğiniz pek bişey yoktur zaten. bu eyleme eşlik eden yegane haller ayaktaysanız dengede kalma çabası (kimileri elleri cebe atarak bu hali şova dönüştürür, lakin ilk istasyonda kapıdışarı yuvarlanan tipleri mevcuttur), oturuyorsanız kendine yer verilmesi gereken birinin binmemesi duasıdır.
işte olur da bi 3 istasyon oturur vaziyette kalırsanız, göz temaslarının çaresiz bi esiri olursunuz. özellikle benim gibi, hareketli taşıtlarda(taşıtın hareketsizi var mı acep) kitap okuyamama durumu olanlar varsa, hepten mahkumdurlar.
bazen çok istisnai bişey olur ve adriana lima diye söz edilen yaşam formunun dörtte biri güzellik ve 3 katı maharette bi hatun gelir yerleşir karşıya. o andan itibaren zaten onu görüş alanından çıkarmak, abd yi afganistan dan çıkarmaktan daha zordur. büyük ihtimalle, gayri ihtiyari ilk bakıştan sonra hatun dönüp bakmayacak, bostancı'da, maltepe'de filan kalkıp gidecektir.
kimi zaman da banliyö kavramıyla yeni tanışmış bi velettir karşınızdaki. yüzünüze hiç değişmeyen anlamsız ifadelerle bakar da bakar.
ve genellikle de muhatap, yine hiç değişmeyen, yalnız bu sefer 'öküzce' ifadelerle bakan, pardon tabiri caizse 'gözüyle siken' denyolardır. konumuzun ana ekseni de bunlar üzeredir. sağa dönersin olmaz sola dönersin olmaz, başını eğersin, kollarını bağlarsın yine olmaz. seksenaltı model kamyon farı gibi karşındadır bi çift göz. tilt olursun, ilk istasyonda indirip kafa göz dalmak istersin. bu durumlarda, aşağıda örneğini vereceğimiz genel olarak 2 mantıkta gelişen diyalogların yaşanması kuvvetle muhtemeldir;
mantık 1:
- beyefendi neden sürekli bana bakıyosunuz?
+ sea bahan mı var lea.. hem bahsam n'olacak?
- bişey olcaandan diil de abi rahatsız oluyom.
+ çıh git la raatsız oluyosan..
- tamam.
mantık 2:
- hayırdır lan ne bakıyon?
+ (kabararak)buyur bilader?!
- siktirtme lan biladerini deyus!! dön lan önüne!
+ ya arkadaşım dışarı bakıyodum b..
- senin yalanını sikeyim!
+ oldu o zaman kalktım ben.
- sigigi.. yauşaa bak..
bu iki örneği değerlendirmek gerekirse, pektabi doğru olanın birinci yaklaşım olduğunu söylemek lazım. ancak ikinci örnek gösteriyor ki doğrular her zaman işe yaramamakta.
şimdi bak arkadaşım, hayatında ilk kez şehir görüyo olabilirsin, dediğimiz gibi banliyöde fiziksel aktivite olarak pek bi seçeneğin de olmayabilir; ancak ne biliim, bakışlarındaki öküzlük katsayısını azalt biraz, ya da ara sıra hedef değiştir falan..
illa ki senin gibilerinin bi tarafına sokulmak üzere, banliyö trenlerinin sağına soluna acil durum sopaları mı yerleştirmek gerek..
ilk defa 2 yıl önce gördüm seni. bir ağustos akşamıydı. evet fazla filmsi, fazla romantik, biraz da gerçeğe uzak gibi ama, gerçek.
'ben feraye' dedin gözlerime bakarak. nezaket gereği havada asılı duran elin; güzelliğin ve umursamazlığının verdiği sarhoşluktan sebep bir kaç saniye gecikmeli buluştu 'tokalaşma' elimle..
'memnun oldum, ben de bilmemne.'
her tanışmada yaşanan esaret hissi doğaldı, yalnız sesimdeki saçma titreme ve bakışlarımdaki kilitlenmeyi ilk defa yaşadım.
evet nefret ederdim ben her kızdan. çok pis genellerdim. 'yok abi hepsi aynı bunların' favori cümlemdi. hani üreme için başka bi yol bulunsa, türkiye nin finalde brezilyayı yenip dünya şampiyonu olmasından daha mutlu ederdi beni.
ama şimdi, asırlık önyargı ana kilitlenip kaldı.
hani, 'yemekte bana eşlik etmicek misin?' dediğin akşam var ya, o akşam bitmiştim asıl ben. ikinci görüşmemizdi ve nasıl bir piyangodur ki yapayalnızdık. ılık bi antalya, antalyalı bi güzel, ve 'güzel'in sarhoşu olmuş ben..
sen bilemezsin, daha muhteşem bi zaman olamaz!
ve tabi daha kaliteli bi salak da. kabul etmedimdi o teklifi. sebebim neydi? hiç bir şey. e niye oksijen tüketiyorum hala ben? space space space..
bir kızda en nefret ettiğim şey olan 'çocuksu tavırlar'ı bir silah gibi kullanmış, 'aaa niyeee.. üzülürüm baak' deyivermiştin yine muhalefet katili bakışlarınla. her kızda kedi kuyruğundaki teneke misali duran bu tavır, sende hindistan'da muson yağmuru kadar, ya da bir amerikan askerindeki barbarlık kadar doğaldı. ben de büyük bir direnç ve kayda değer bi öküzlükle, dizlerim titreyerek, şuurum yerinden oynayarak, soğuk terler içinde 'saol, ıhıh, akşam çok yemişim ben' diyebilmiştim.
o akşamın finalini hatırlamıyorum. tepkiden midir bilinmez, sen tabağı alıp kaybolmuştun. iyi de yapmıştın hani. müstahaktı.
sonra bi iş için lazımdım ben. arkadaşımla gelmiştim, seni iş görüşmesi yapacağın şirkete iletecektik. ancak öncesinde bizim bi görüşmemiz vardı, seni arabada yalnız bırakmıştık. bir iş görüşmesi öncesi sahip olunabilecek makul kaygının binlerce promil üzerinde seyrediyordum, 'yok abi dönüyorum ya, kız yalnız kaldı sen hallet işi' demiştim de, elindeki 3 kiloluk dosyayı kafama geçiriyodu eleman.
ama asıl hatayı, karşıma duşun hemen akabindeki halinle çıkarak yaptın. galiba aklımı da orda bıraktım.
zaman geçti, ben de istanbul dayım işte. seninle değil ama sana bağlı bir hayatla. ve bir banliyö seferi kadar uzağımdasın. bense sana kavuşuncaya kadar kendime fersah fersah uzakta. ellerini tutabilmek için neler vermezdim, sana aşk şiirleri okuyabilmek için.. hayır şiir yazamıyor değilim, ellerim de kontrolümde çok şükür. ama işte..
neyse kutsalım, gözlerine bakmaya doyamadığım, seni seviyorum işte, bil yeter. sonu, hatta başlangıcı bile olmasa da seviyorum. bir sonbahar akşamına terk ettiğim kaygısızlık kadar gerçek, hayalinin getirdiği buruk mutluluktaki kadar özlem dolu seviyorum.
bir çocuğun hayallerine saplanabilecek en acımasız hançerdir bu, aynı zamanda en karşı konulamaz. zira karşı koymak, akşam yemeğindeki çorbadan vaz geçmektir. sadece kendi adına değil, aile adına da.
boğaza düğümlenen hevestir. arkadaşlar son model action manleri, transformerslarıyla caka satarken çaresizce izlemek, çok istemektir. ancak, o arkadaşlar da hayattır, hiç bir şeyi karşılıksız yapmaz, hiç bir oyuncağı karşılıksız paylaşmazlar. hadi değişelim derler, değişilecek bir şey de yoktur şaka gibi. zaten onlar, bilmem kimin almanya dan getirdiği on yıllık peluşu, ya da modası geçmiş bir teneke arabayı takas saymazlar.
çemberin dışında kalmaktır. herkes yeni ayakkabılarını anlatıp, ışıklı mışıklı, yanar döner muhabbetlerde söz keserken, bir kenarda sesini kesmektir. girilebilir aslında o vitrin çemberine, ancak sadece dinlenir, sadece iç geçirilir. sıra gelir, 'ben abimin kullandıklarını alcam haftaya, çok eski deyil' denir.
çok sevdiğin futbola iştirak edememektir. mahallenin bebeleri, her biri kendini bi başka bebeto görüp, her hafta bi krampon
patlatırken; ayaktaki püsküllü sporlara bakıp iç geçirmektir. kale arkasında autu dört gözle bekleyip, auta değil karşı tarlanın çamuruna çıkan topun arkasından koşmak, balçığa sıvanmaktır.
beklemektir ve. zihinde masumca tekrarlanan 'bir gün param olacak' cümlesinin eşlik ettiği bir bekleyiş.
kim bilir neydi hikayesi, neden bu ismi seçmişlerdi?
cadde kenarında boylu boyunca uzanmış adamın yanından geçerken, bir 'acep ne olmuş buna' yı fazla gören insanların yaşadığı; derme çatma sokak arası evlerin işlemeli pencerelerindeki menekşelerin karbondioksit cehenneminde boğulduğu; ezginin yok olup, çiçek dağı'nın artık sadece kırık bir kırkbeşlik ismi olarak kaldığı bu 'birbirine yabancılar devri'nde, cevabını belki de hiç bulamayacağımız sorular..
oysa ki biz, pazara çıkarken evladını yan komşuya emanet bırakan, çoğu zaman kapısını kilitlemeden uyuyan, osman amca sokak başında göründüğünde tatlı bir akşamüstü muhabbeti için adım sayan insanlardık.
şimdilerde, zamanın bile sanal olduğu bir dünyada gerçek olaylar anlatma cesaretinde bocalıyor dilimiz, ne yazık..
o dili bize öğretenleri ise hiç sormayın! onlar öyle bir keşmekeşin içinde kalmışlar ki, ne sadık dostları radyolarından, ne de teknoloji harikası(!) görüntülü kutudan bir şey anlıyorlar..
ve sevdalar..
bir zamanlar sokaklara isim veren, gerçekten sevdalı sevdalar.
leyla, mecnun, ferhat sahipleri çoktan çekip gitmiş, me se ne de yaşayan ağzı kerhane edebiyatından başka bir şey bilmez çakma popstarlara kalmış dramlar.
düşük ahlak giyinen, ingilizce-ispanyolca-türkçe gayrimeşru ilişkisinden doğma berbat ağızlarıyla, onun bunun aşifteleri için birbirlerini boğazlayan bu zavallılar, acaba bilirler mi o dillerinde fahişe ye döndürdükleri 'aşk'ın, 'sevda'nın anlamını..
gerçi tüm olgular gibi anlam da kimlik değiştirmiş. belki bu zaman için anlam, onların yükleyip onların anladığı.
şiir hayatların gerçek sahiplerine göre aşk, maşuğun saçının tek telini görebilmek için günlerce beklemekmiş.
bunlara göre ise; her daim koltuklarının altındaki yalakaları dakika başı tokatlamak..
yüzde hoş bir tebessüm, elde bir demet papatyaymış.
bunlarda ise azar, küfür, adam bıçaklama..
tabii, yerinde soru; aşık gitti de maşuk hala burda mı sanki?
değil, asla değil.
işlemesi yar hayal edilerek dikilen mendiller, o mendilleri işleyen el değmemiş yürekler..
onlar da bir lana marks cleopatra'ya, bir kaç pahalı takıya satıldılar çoktan.
geriye kalan, sadece o günlere olan özlem.
bir de, artık olmayan sevdalı patika sokak ta yaşamasa da, o sokağı içinde yaşatan tek tük insancıklar.
tanım: Zor zamanlarda ev masraflarına ortak olması için tutulan mutualizm aparatıdır.
efendim uzatmayalım, hemen hikayemizin başlangıç noktasına ışınlanalım.
aylardan ağustos. öss sonuçları açıklanmak üzere. kıç tarafında ibre 180i zorlarken, günler de vızır vızır geçmekte. nihayetinde büyük gün geliyor, derin bir nefes alıyorsunuz. sonuç: ege üniversitesi makine mühendisliği.
ağız götte geçen bir kaç haftanın ardından, sağda solda uçuşup camınıza yapışan 'sizin oolan nireyi gazandı gomşu' insanlarından sıyrılıp, kayıt için yola koyuluyorsunuz.
yalnız değilsiniz. beraberinizde, -artık nası bi olasılık hesabıysa bu- sizinle aynı üniversite aynı bölüm ve aynı öğretimi kazanan liseden kankanız var. ve önünüzde iki seçenek; ya gece gündüz sikiş sokuş hikayelerinin yazıldığı, sıcak suyun vardiya usulü çalıştığı, bilumum teknolojik aparatın devre dışı kaldığı devlet yurdunda, ya da her daim emrinize amade kırk yeğidin bulunduğu(!) şahsi öğrenci evinizde kalacaksınız. tabii ki ikinciyi tercih ediyor, bir ülkem hacı amcasından evin anahtarını teslim alıyorsunuz. 8 yıldır hiç bir şey yememiş komodor ejderi gibi aç aç suratınıza bakıp, 'kapora!' dercesine el uzatan hacı amcaya yolluğu teslim ediyor, bi aslan kafesinden kaçarcasına soluğu dışarıda alıyorsunuz. ve okul başlangıcına kadar uzatmalı tatilinizi yaşayacağınız memleketinize geri dönüyorsunuz.
günler geçiyor, okulun ilk günü gelip çatıyor. sıranızda 'nası geçecek 5 yıl aq' diye sayıklarken, aynı zamanda etrafı gözlüyorsunuz. manzara korkunç! bir tarafta kaşarlar diğer tarafta yavşaklar, toplanmış çift kale gevezelik yapmakta. sike sürülmeyecek muhabbetler arasında geçen günün sonunda, soluğu evde alıyorsunuz.
ilk bir kaç hafta savurganlık ve birbirinin klonu günler halinde geçerken, cebinizde parlayan son bi kaç meteliğin adeta sizle daşşak geçtiğini hissediyorsunuz. öğrenciliğin nemenem bir şey olduğunu anlamaya başlıyor, ileriki günler için plan yapmaya başlıyorsunuz.
ilk adım, eve üçüncü bi arkadaş almak. hem ne olacak canım, az yer az içer, masraflardan kesersiniz, gül gibi geçinir gidersiniz.
kankayla yapılan organize suç çetelerini kıskandıracak bir planın ardından, hemen ilk ders, sürüyü dikkatle süzen bir çita gibi başlıyorsunuz sınıfı gözle sikmeye. her detayı özenle inceledikten sonra, bulunabilecek en zararsız elemanı yakalıyorsunuz. verilen ilk ders arasında elemanı aranıza alıp futbol muhabbetinden olaya giriş yapıyorsunuz.
her nevi ev işinden anlayan, dersleri adeta tahtaya yapışarak dinleyen, her türlü direktife açık süzme peynirimizi ikna ettikten sonra, yine muhabbet eşliğinde eve dönüyorsunuz. ev arkadaşınıza, eşyalarını getirinceye kadar kullanılmak üzre köpeğin önüne atılmayacak bir yastık, kirden oluşan bi yorgan, her türlü attırmaya ev sahipliği yapmış bir de döşek veriyorsunuz. elemanda öyle bir genişlik var ki, artık kaç asrı arkadaşsız devirdiyse her türlü muameleye amade.
sonuç: tam isabet! piyasadaki en kelepir 'üçüncü' yü bulmuşsunuz.
sonraki günler, aşağı yukarı şuna benzer muhabbetlerle geçiyor;
kankalar: olm lan sonra kıza gitmiş demiş arkadaş, işte bu çocuk ordan..
üçüncü: (çat!) meraba. naber abi ya.. yalçın naber..
k: iyi.
ü: sen nassın önder..
k: hiç.
ü: hı, ya akşam maç varmış şampiyonlar ligi, gidelim mi?
k: sen git.
ü: olur.
bir tek sınav zamanı götünü yalar pozisyonda değer verdiğiniz üçüncünüz yerleri süpürüyor, bulaşık yıkıyor, alış veriş yapıyor. her işe koşturup her muhabbetten asgari payı alıyor. zaman böyle akıp giderken, okul bitiyor, ayrılık zamanı geliyor. her şeyi paylaştığınız(!) üçüncü olmak kavramının tanımı niteliğindeki arkadaşınıza bir veda konuşması yapıp ayrılmayı düşünüyorsunuz.
en samimi surat ifadenizi takınıp odasına dalıyorsunuz. ancak o da ne? arkadaşınız çektiği çileye dayanamayıp, evdeki tüm tursil, çamaşır suyu, kireç çözücü vb. ürünleri yiyip içmek suretiyle kendini öldürmüş. işte o an yarraa köküne kadar yediğinizi hissediyor, olduğunuz yerde dona kalıyorsunuz.
bu kadar sikindirik bi sona dayanarak şunu söyleyebilirim ki; üçüncülere iyi davranmalısınız. unutmayın, onlar da insan. en azından konuşun onlarla. birlikte çay falan için. yapın işte bişeyler.
not: alternatif bi son bulanlar bana ulaşsın. numaram: 04397832601
- 'güneş rüzgarı' anlamındaki latince kelime grubu.
ozon yüküyle bel bükmüş bir sabah, tertemiz ruhunuzun verdiği direktifle zihninizin dış dünyaya açılan kapısını güneşe çevirirseniz, o güne kadar farketmediğiniz pek çok gerçek buz gibi dökülür ensenizden. gözlerinizi yaşartan; bu saate kadar hep kaçtığınız gerçeklerin ışığı olmanın yanında, yine hiç hatırlamak istemediğiniz suçlarınızın cezasıdır. vefada kusur etmeyen bedenler, sahipleri kadar alçak olmamakla beraber, sahipleri için göz yaşı döker.
bu nasıl girift bilmecedir? hayatın kaynağı dediğiniz alev topu hem ısıtır, hem cezalandırır. hem de beklemeden, on saniye bekleyemeden. ömrünüz boyu arayıp durduğunuz adalet bir nefes uzaklıktaymış, ne tuhaf!
güven salan, yanaklarınızdan ılık şelaleler akıtan bu dost, yakıp kavurmayı da bilir lakin. kıstas neyi ne kadar aldığınızdır, artık ders almanız gereken gerçeklerden kaçıp kaçmadığınızdır. halbuki denge işte tam burda, hayatın başlangıcında kendini gösterir.
küstah iştahınız hakettiğinizden fazlasını almak isterse -ki alamaz- sadece küpüne işkence eder.
'benim için ölümün önemi yok' diyen çoktan ölmüştür. onlar için hayat, sadece ve sadece tayinini başkasının ellerine bıraktıkları önemsiz ayrıntıdır.
peki ya geriye kalanlar? köleler, esirler, cahil populasyon, dükler, lordlar, şahlar..
tarihin hangi sayfası sizi olduğunuzdan daha insancıl gösterme nezaketinde bulundu? kiminiz ağlama, kiminiz övün övün övünme hakkını nerden buldunuz? hayır hayır, zaman sizin için varolmuş değil. bu satırların yazarı günahkar mahluğun bildiğini elbette hepiniz bilir de, en şiddetli hamasetlerle devinmiş nefsiniz kulak tıkarken bilmezlikten gelirdiniz. ağlamaya hakkınız yok!
ve tabii ki vodviller!
hayatımıza bizi korumak için giren, ama rencide etmekten başka hiç bir şey yapmayan 'vodvil gönüllüleri'..
size hiç bir şey söylemeye gerek yok. zira kendi vicdanınız, zamanı geldiğinde sizi yargılamadan infaz edecek. işte o gün, yardım etmek için omuzlarına zembille indiğiniz basit halktan siz yardım dileneceksiniz! ancak asıl suç tabii ki sizde değil, önce kurtuluşu, şimdi de suçu doğa üstü ruhsuzlarda arayan bizde.
zamanı gelince hep beraber konuşacağız. lakin şimdi susma zamanıdır.
susup, bağrımızı güneş rüzgarına açma zamanı.
temel olarak, değersiz olduğunu düşünen adamdır, vesaire vesaire..
bir akşamüstü vapur sesiyle kendine gelip, akşama kadar hiç yaşamadığını anlamak, bir taraftan 'nerdeymişim ben, ne yapmışım şimdiye kadar' soruları sordururken; 'artık burdayım işte, artık başkayım' demenin de bir yolu aynı zamanda. günü akşamdan başlatan uyarıcı.
boşa akan su gibi umursanmaz, kendi haline bırakılmış vaziyette geçen zaman, tükenmeye yüz tuttuğunda farkedilir, yine sözkonusu su gibi. uzaklara dalan gözler kaçan zamanı koşup yakalamak için fırsat kollayan adamın sözcüsüdür.
peki ne yapılmıştır, nedir böyle düşündüren, böyle içlendiren..
kadıköy'ün arka sokaklarında delikanlılık yaparken mazlumun hakkını koruyan, gururu okşanan adam neden vazgeçmiştir bu 'kutsal' görevinden?
en sevdiği dostunu, bir buçuk santimlik bi metal parçası yüzünden kaybeden adam, korkudan değil, ama belki nöronlarını sızlatan katran düşüncelerden almıştır dersini. evet koçum, sen delikanlısın ama hayat değil işte. istersen ömrün boyunca peşinden koştuğun cengaverlik üzerine kitap yaz, nobel al, insanlar seni iltifat manyağı yapsın. olmayacaksın, şu manzaradan sonra asla mutlu olmayacaksın.
en iyi liselerden mezun olup itü ye sağlam bi giriş yapmak, sana cal-tech te master yapmayı vaad etti, mutlu olmayı değil. nasıl ve ne zaman, hangi esrar kokulu damaltında tahsile bağladın mutluluğu? sen zaten orada kaybettin. koynunda geceleri eskittiğin son model fahişeler, hayatını unuttururken paranla beraber düşünme yetini de aldılar elinden, yine dönüp dolaşıp geleceğin yer olan güzel şehr-i istanbul dan daha güzel göründüler o günah dolu gözlerine.
roman oluşturacak kadar dolu sorular..
ve beraberlerinde getirdikleri kaygı, öfke, nefret ve bilumum iç gıcıklayıcı bilmem ne. istesen kavrayıp kökünden sallayacağın şu iskele babası, şimdi kaslarını parçalayan bi silindir gibi düşüyor düşüncelerine. yanından geçerken üçüncü sınıf parfüm kokusunda seni boğan beşiktaş kızı, güçlü sandığın bedeninin ne zayıf bir dokunuşla yıkılacağını anlatabilmiş olmalı. hayır, en aydınlık günde umut ışıklarını karanlıklara boğsa da kirli havayı sakın suçlama, zira senden suçlu değil. öyle hissetmiyor musun? yalan söyleme.
bir devrin yok oluşu, kayıp gençlik hikayeleri anlattığın arkadaşların, şimdi senden çok uzak, çok daha kabul edilebilir dünyalarda yaşıyorlar. bir tanesi karşına çıkıp, 'nerelerdesin bunca zamandır' dese, 'ben' dersin, 'işte..' dersin, daha da diyemezsin. hayatın boyu hem arkasında koştuğun, hem de unutmaya çalıştığın o yüksek erdemler izin vermez sana. karşındaki söz dinlemiş adamın gözlerine baksan, bakabilsen miden bulanır, yerinden zerre oynayamazsın. bi kussan rahatlayacaksın gibi gelse de, öyle değil. zira rahatlamak için sen, kendini kusmalısın günahkar, kendini..
bir zamanlar okulunun kapısından her girişte tüylerini diken diken eden duygu, seni fakültenin kapısına değil, adam olmaya götürürdü. ama bir şeyler oldu, sen de hep küfrettiğin kapitalistlerden daha açgözlü, yanlarından geçmediğin anarşiklerden daha hırslı oldun. kaybolup giden tüm erdemlerinin yanında çaresizce tutunduğun çalışma azmi, eş dostun seni görmek istediği amarikalar a taşıdı belki, ama bu kadarla bitmedi.
ilk gördüğünde seni büyüleyen santa cruz un bitmek bilmez sahil şeridi, dışa vuramadığın aşağılık, lağım kokulu nefis çizgilerindi aynı zamanda. o zamanlar hiç bitmeyecekmiş gibi görünen mühletin, bir gün seni yargılamak için kullanılacağını hesaba katmalıydın.
yalan taşırma kabında geçen yıllar sana seni unuttururken, büyük şirketlerde büyük maaşlar sağlayacak koltuğun da hazırlanıyordu yavaş yavaş. o koltuğa kurulduğunda daha janjanlılarını organize etmeyi planladığın partiler, odun sobalı anadolu evlerinin samimiyet kokulu atmosferini sildi hatıralarından.
geride kalan şehvani pis duygular, alkole boğulmuş kayıp sabahlardı.
ve okul bitti, işte burdasın.
giderken uğurlayan dostun, geri dönüşünle aradığında duyduğun 'bu numara kullanılmamaktadır' sesiyle meraklandırdı seni. merakın, o numaranın sahibinin akıbetini öğrendiğinde üzüntüye döndü, o da artık yoktu.
ve işte şimdi, tam da şu an başladın düşünmeye. sana en yüksek dereceleri kazandıran kıvılcımlar bile düşünme değildi, geceler boyu tez hazırlamak için sarfettiğin efor bile. şimdiki, en çetin iş.
bu iş sana, ömrünün 25 yılının çöp kutusunda olduğunu idrak ettirdi. yüzün kızardı, tenin gerildi, tüm bedenini yakan kızgın yağlar döküldü üstünden.
daldın, sanki bir daha hiç çıkmamacasına. şükür ki şu vapur sesi vardı..
şimdi durma, zalim heceler ve keskin düşünceler aklını istila etmeden, umursanmaz akan su bitmeden koş.
yine kendini kaybedip takır takır entry yazdığın, etrafında son hızıyla akan zamandan kendini soyutladığın bi an, ensende bir şaplakla kendine gelirsin; başka bi yaşam formu olsa asla katlanmayacağın kişinin, dostunun şakasıyla. ve beraberinde şu sözleri duyarsın:
- olm naabiyon lan. benliğini teslim etmişin gene sözlüğe.. ders çalış lan, para kazandıracak şeylere bak biraz.
nezaketin en frenleyici haliyle hoş bi tebessüm geçer, 'hadi işine bak' dercesine kafa sallarsın.
sallamazsın. çünkü bilirsin herkesin bir gün tarih olacağını, aynı toprağa konacağını. ve paradan daha değerli hayallerin vardır, hele de böyle bi saatte böyle bi yazı yazıyorsan.
zannedildiği gibi benliğini teslim ettiğin şeyin de sözlük olmadığı anlaşılır o an. aslında sen sözlükte değil duygular alemindesindir. belki aşık, belki küskünsündür kim bilebilir?
evet lan. bu da gereksizdir aslında. ama dışardaki çoğu şeyin yorduğu zihnin ve bedenini; dinlendirici nadir şeylerden biriyle, o nu düşünerek soluklandırmak, eminim ki nihayetsiz çıkar çatışmalarından çok daha masum, çok daha evladır.
senin gibi adama enayi diyenin de bilmem neresini karışlarım ben. zaten geceler boyu yüzlerce entry okumuş, en felsefi ufuklardan en futbol renkli muhabbetlere dalmışsındır. kafan allak bullak. aralıksız beşyüz sekme açtığın bilgisayar nasıl sana yetişemezse, sen de seni kuşatan dünya ya yetişemezsin. ama sağlam bi dead lock ve her şeyi temizleyen bi restartın ardından taş gibi olursun. karmaşayla beraber, eski düşüncelerindir de giden. iyi mi bilmem ama, en azından yenisindir, olaylara çok başka bakansındır.
eskiden kafeteryada görünüp dizlerinin bağını çözen güzel, şimdi gelip yanına bile otursa teomansındır. ha yine kalbin çarpar, mutlu olursun, ama o kadar işte. siklemezsin. seni heyecan ve güvensizliğin dipsiz kuyularına yuvarlayan 'ne yapsam' duygusu yoktur artık.
yoktur çünkü, artık platonik bağımlısı olmuşsundur. şimdiye kadar yaşadığın saman tadında, yalan ve riya kokan, kendisiyle beraber an be an seni de tüketen yavşak maceralar bu noktaya getirmiştir hayatını. 'anasını sikerim böyle aşkın da böyle sadakatin de' deyip, seçme hakkın olsa bir daha yanından bile geçmeyeceğin kızgiller familyasını, yeni yeni atraksiyonlarda merkez almaktan vazgeçmişsindir.
o na böyle uzaktan bakmak, ellerini tuttuğun an değerinin kaybolup gitmesinden de iyi gibidir. hem riskten kaçarsın, hem saçmasapan yalanlar duymazsın, hem de biraz saygın olur lan kendine, bi işe yararsın. hayatı sikmek ve sikilmek gibi iki kelimeye sığdırmaya çalışma öküzlüğünden de biraz olsun kurtulmuş olursun.
beklentin yoktur stres olmazsın, amacın yoktur heba olmazsın. aklında yaşattığın sevgilin, sadece ve sadece senin istediğin şeydir.
uyandım.
yanıbaşımdaki dünden kalan yemek artığına takıldı gözüm. bir kaç kurumuş pizza dilimi; ucuz bim pizzası. muhteşem bir açlık hissetmeme rağmen, manzara karşısında, iştahla beklediği kemiğin plastik çıktığını anlamış köpek gibiydim. neyse deyip bir dilim aldım, yutkundum boğazım acıyarak. ikinci ve son ufak dilimi ne elim ne de gururum kaldırdı, kalktım.
balkona doğru yürürken ayağım takıldı yerdeki kağıt topuna, düşecek gibi oldum. eğilip aldığım dif notlarını, kötü geçen vize sınavının ardından bana alaycı bir bakış atar halde buldum. finallerde yine muhtaç olacağımı bilsem de, hayatımda bir daha görmek istemezmişçesine en uzak köşesine fırlattım 5 metrekarelik odamın. ve balkona çıktım, gerindim şöyle bir.
çok pahalı bir fahişe gibiydi istanbul havası; soğuk ve cazibedar.
yeni aydınlanan sokakları boş gözlerle izlerken, karşı binadan çıkıp koşturan kediyi gördüm. define bulmuş fukara kadar heyecanlı olan hayvan, ağzında bir şey getirmiş iştahla yiyordu. 'ne işin var lan bu saatte soytarı!' dedim gülerek. sonra, aslında kendime güldüğümü farkettim. nedense tuhaf bi mutluluk doldu bedenime.
isteksizliğin en olgun haliyle içeri çevirdim yönümü. nefesimle ısınmış oda, narkotik bir kokuyla karşıladı beni. lavaboya yöneldim. yüzüme çarptığım soğuk su beni biraz daha uyandırdı. kafamı kaldırdığım an kendimle karşılaştım. ve 23 yaş kırışıklıklarıyla. saçlarımın dökülüyor olduğunu hissettim. 'ne oldu ki, neyi dert ettim' diye sordum kendi kendime. standart bi sabah için çok fazla edebiyat olduğunu düşünüp, daha fazla düşünmemeyi tercih ettim.
mutfağa girdim. amacım kahvaltılık bir şeyler hazırlamaktı. üç günlük bulaşık dağının arasından sıyrılıp dolaba ulaştım. bir kaç zeytin, bir dilim peynir, katı bir dilim ekmek. fazla beklemeden çıktım, az önce havalandırmak için penceresini açtığım odama geçtim. canım çay istedi, kalktım bi demlik buldum. su kaynamaya çalışırken, baskın gelen sabırsızlığımla kahvaltıya başladım. çay olduğunda ben çoktan doymuştum.
bir kupa eşliğinde televizyonun karşısına oturdum. saçma sapan sabah programları ve iç burkan haberler arasında şuursuzca zap yaparken, bi kanalda oyunbozan a rastladım. bu saatte ekranda olması alışılmış değildi. izlemeye daldım. okan ın oyunculuğunu kutsarken yalnızlığımı farkettim. canım sıkıldı, kapattım televizyonu.
işten yeni, son kız arkadaşımdan da aylar önce ayrılmıştım. karşıya her geçişimde simit manyağı yapmayı adet edindiğim martılar haricinde, beni özlemle bekleyen bir şey yoktu dışarıda. henüz soğumamış yatağıma tekrar uzandım. daldım. telefonun şarj uyarısı kendime getirdi beni. 'dur lan şunu prize takiim' derken, öylesine kurcalamaya başladım telefonu. rehbere girdim, kayıtları alt alta okurken, onun ismine takıldım. bir an çok farklı hissettim, tarif edilmez, ama belki deniz anasının gazabına uğrayan şok delisi anlar bunu.
kendisi yan komşumuzun kızıydı. mahalleye yeni taşındığımızda, ablasıyla beraber ilk o gelip çağırmıştı bizi oyun oynamaya. sevimli bi kız çocuğuydu o zamanlar. bana adımla hitap eder, bense aramızdaki tam 1 yaşa istinaden 'abi' demesini isterdim. sırf bu yüzden çocuk saflığında kavgalarımız olurdu. ama hani severdik birbirimizi, samimi arkadaştık sonuçta.
aradan zaman geçti, ergenlik denen garip istasyona geldik. bu istasyonun burun kaldıran atmosferiyle birbirimizi beğenmez olduk, soğuduk karşılıklı. meşhur mahalle baskısıyla da iyice uzaklaştık birbirimizden.
üniversiteyi kazandığımızın ertesi o antalya da kalırken, ben de istanbul yollarına düştüm. hepten koptu irtibatımız. birbirimizi düşünmez bile olduk. sadece arada laf açılırsa, ondan bundan duyuyorduk hakkımızdaki haberleri. yine böyle bir duyum, yakın zamanda hayatında birinin olduğu haberini getirmişti bana vazgeçilmezimin. sonra 'hayırlısı' deyip belgeyi kapatmış, geri dönüşüm kutusuna yollamıştım. ve evet, işte şu an geri dönmüştü düşünceme.
'ne oldu ki, neyi dert ettim' sorusunun da cevabını bulmuş gibiydim. onun yeri hep başkaydı bende. samimi olduğum ilk kız, sevecen komşu, sırdaş, yıllar boyu değişmez oyun arkadaşı.. çocukluk ve gençliğimin temiz varlığı, güzel şey.. ve bir yıl önce, nadir bir eş dost gezisinde gördüğüm ve nedense idrak edemediğim son haliyle, aradığım pek çok şey..
bu edebiyatı başka birinden duysam işçilik harikası küfürler ederdim ona. ama nooluyodu lan, ben böyle şeylere alışık değildim.. ne kadar salakça da olsa, aşık olmanın arefesindeydim.
ve aşık olmuş durumda olacağım ileriki günler için plan yapmalıydım.
kim bilir, belki de şu başkalaşmış dünyanın kaşarları, onların yalakalığıydı bana bu güzelliği hatırlatan.
ve evet biri vardı onun da hayatında ama, belki artık var'dı'.
ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. bir kaç yöntem geldi aklıma ilan-ı aşk için, değerli pek çok şeyim olsa da hiç sevgilim olmamış biricik sevgilim için.
tüm yöntemlerden vaz geçtikten sonra, arayıp sesini duymanın iyi bi başlangıç olacağını düşündüm.
ve şarj aletine uzandım, kapanmakta olan telefonu beslemek üzere.
uyuyordum. zaten yaptığım pek başka bir şey yok bu sıralar.
aniden kapı açıldı, aynı çeviklikle grizu patlamasını andıran bir sesle geri çarpıldı. sıçrayarak uyandım, kendimi yatağın altına atmaya çalışırken çapaklarımın arasından arkadaşımın 'turşuculuk sektörünün gurur kaynağı' ünvanını hakeder suratıyla karşılaştım.
"noldu lan" dedim bir elimle gözlerimi oğuştururken. "ne bu halin?". ağlamaklıydı. ancak yiyecek bulmak için yuvasını terketmiş, döndüğündeyse tüm yavrularını tembel hayvana yem olmuş (tembel hayvan mı? otçul değil miydi lan o hayvan? neyse, o kadar yani!) vaziyette bulan bir hindistan kral kobrasının sahip olabileceği psikolojik bir yıkım içindeydi. cevap veremedi; ilk kelimesinin ardından hıçkırıklarla boğulacağını tahmin etmiş gibiydi bütün cümlesinin.
3-5 dakikalık bi sessizliğin ardından 'dur bi elimi yüzümü yıkiim, çişimi de yapıp geliim, oturu konuşuruz soora' gibisinden bi bakış atıp uzaklaştım oradan. amacım, sabaha kadar üşengeçlikten tuvalete gitmeyip işi uykuya vurmamdan dolayı çatlamak üzere olan idrar torbamı boşaltmak, rahatlamaktan ziyade onu kendiyle başbaşa bırakıp gününün bir muhasebesini yapmasını, bu sayede biraz da sakinleşmesini sağlamaktı (oha mınıskim ne edebiyat lan, oldum olası nefret ederim şu gerizekalı liseli kız söylemlerinden).
ulvi görevimi yerine getirip bedenimi huzura erdirdikten sonra farkettim ki tuvaletin musluğu akmıyordu. iki gündür devam eden yağmurun hediyesi olarak damdan elime düşen su damlaları temizlik için yetmediği gibi, saçları kazınıp farklı periyotlarla kafasına su damlatılarak bir tür çin işkencesine maruz bırakılan adama benzer şekilde beni de öfkelendiriyordu.
"neyse" deyip eğildim. kara gün için hazırlanmış köşedeki su bidonuna uzandım. isteksiz şekilde çalkalandı bidondaki yosun tutmuş su. içimden 'güne ne güzel bir başlangıç' deyip lavaboya çıkardığım suyla elimi yıkama girişiminde bulundum. fakat o da ne, sabun bitmişti! 'eeeh, anasını sikerim böyle işin' deyip sadece suyla idare ettim.
odaya döndüğümde, arkadaşım sırtı dönük eğilmiş, iki eliyle bir şeyler yapıyordu. 'yuh anmakoyim, burda da mı?' düşünceleri içinde yanına yaklaştığımda tahmin ettiğimden çok başka bişey yaptığını anladım. yaptığı, 10 yıllık arkadaşlığımız boyunca benim de onda ilk defa gördüğüm, gol kaçırmış bir kemalettin edasıyla eliyle saçını başını, vücudunun türlü yerlerini hırpalamaya yönelik hareketlerdi. 'DUR LAN' dedim, 'bi kendine gel!'
bir şeylere çok bozulduğunu anladığım dostumu bir şekilde sakinleştirip kanepeye oturttum, ben de karşısına geçtim. 'bi otur soluklan yeğen, nedir lan senin derdin?' diye sordum. yine durup bir süre düşündükten sonra, 'bittim, bittim ben abicim..' şeklinde cevap verdi. 'niye ki?' dedim. ağzından sondaj makinesiyle alıyordum cevapları. tam o an bir şey oldu, yıllardır aile içi tacize uğramış ama bunu söyleyememiş kızın doğru erkeği bulduğu zaman içindeki her şeyi dökme ihtiyacıyla saatlerce konuşma iştahı kazanması gibi, dostum soluksuz anlatmaya başladı.
- abi hani 1 aydır çalıştığım şu matlabla alakalı ders vardı ya.
+ ee?
- şeyy..
+ bak bana her şeyi anlatabilirsin.
- biliyorum. şey işte, kalmışım ondan.
+ vay öküz, o kadar da çalıştın.
- evet.
+ e olm hani iyi geçmişti?
- yok, rol yaptım, sizi yediydim ben.
+ amına koyim o zaman senin, haketmişsin.
- soru işareti, ünlem işareti..
işte o an çocukcağzın ne kadar zor durumda olduğunu anladım. 3 yıldır veremediği dersten yine kalmıştı. uzun bir teselli faslı başladı sonra. 'bütünleme' dedim, 'bizde bütünleme yok' dedi, 'yaz okulu' dedim, '4 kişi kalmış, açmazlar' dedi, 'açanın amına koyim' dedim, sükut etti.
ne olursa olsun yatışmıştı biraz. bi kahve yaptım, kafasını dağıttım, play station da guimares i alıp bilerek yenildim 9-4 falan.
anladı bilerek olduğunu ama, anladığı bir şey daha vardı, bir dosta sahip olduğu.
buruk geçen günün sonunda nefret ettiğim yemekteyiz saçmalığının karşısında uyuyakalmış arkadaşımın üzerini örterken, aslında benim de bir dosta sahip olduğumu düşündüm, televizyonu kapattım.
tanım: onlarca adam tarafından hiç bir sebep yokken tartaklanmaktır.
bir gün mezun olduğum lisenin avlusunda arkadaşlarla oturuyorduk. yanımıza yaklaşan sevimli mi sevimli(!) bir çocuk, boynunu yorgan ipiyle boğduğu ve sürükleyerek getirdiği bir köpek yavrusunu üzerimize attı. biz de bozuntuya vermeyip 'çocuktur ne yapsa yeridir' psikolojisiyle, köpekçiği sevmeye başladık. sonra garip şekilde, bir anda huylanan çocuk kudurup sağa sola saldırmaya, köpeği de öldürme girişiminde bulunmaya başladı. ben "bak amına kodumun veledine, öldürecek köpekçiği" deyip müdahaleye giriştim. hayata gözlerini açtığı andan itibaren eziyet görmeye başladığı deri-kemikten oluşması ve türlü yara berelerinden anlaşılan köpeği, hiç bir şekilde şiddet uygulamamakla beraber veledin önünden almaya çalıştım. tam bu anda, velet yine kendinden beklenmeyen gizli bir yetenekle, oscar a adaylık bir ağlama rolü oynamaya başladı.
veledin babil in asma bahçelerinden duyulabilen çığlıklarından mütevellit, bu sefer kendilerinden beklenen bir hareketle, nerden çıktığı belli olmayan 50 yarma etrafımızı sarıverdi. çocuk da bizi işaret edip "bunlar beni dövdü" demez mi? "aha yarraa köküyle yedik!" diyen ben, son akşam duası moduna geçmiş vaziyetteydim.
filmin sonu, çok şükür ki kötü bitmedi. yani aramızdan birinin kafası gözü falan yarılmadı. yaptığımız kulis ve bir nebze de olsa bölgede tanınan simalar olmamız işe yaramış gibi görünüyordu. ama yarın böyle olacağını kim söyleyebilir?