başka bir dünya mümkün! bu lafı ne zaman duysam aklıma "devrim vaktiyle bir hayaldi ve çok güzeldi" sözü gelirdi.
yok devrimci olduğumdan değil laf güzel görünüyor ama mesajı değil.
aklıma gelirdi diyorum çünkü nadiren olurdu ama artık aklımdan çıkmıyor. her gün yeni bir şey
bir reklam,
bir film,
bir haber,
başka bir dünya mümkün değil diyor bana.
şu filmleri hatırlayalım. Batman rises, in to the wild
daha pek çok "güzel" film var.
bu filmler şu soruyu soruyorlardı insalığa "başka bir dünya mümkün mü?"
ve sonra da hep aynı cevabı yapıştırıyorlardı: başka bir dünya mümkün değil!
hayır umutsuz bir yazı peşinde değilim. ama şu habere bakar mısınız?
ilk bakışta mantıklı bile gelebilir insana ama ben ilk gördüğümde şöyle demiştim: "sistemin kölesi olmamayı seçemezsin!" diyorlar.
mutlaka bir işin olmalı, kurallara uymalısın, sabah erken kalkmalısın ve acilen maaşını hatta daha fazlasını harcamalısın. bütün istediklerimizi yaptığın ve bizi rahatsız etmediğin sürece özgürsün.
şimdi reklamlar!
reklamlar size hayatınızla ne yapmanız gerektiği konusunda yol gösteren çok değerli yapımlardır. mutlaka izlemeliyiz.
into the wild ı hatırlayalım. genç çocuk ailesinin bütün imkanlarını reddederek vahşi doğada yaşamaya karar vermişti. evet film güzeldi, doğa harikaydı ama çocuk filmin sonunda köpek gibi can verdi.
mesaj: ı ıh başka bir dünya mümkün değil.
bu adamların evsiz olması ile ilgili kimse suçluluk hissetmiyor.
sanki tek istediğimiz: anladııık! lütfen biraz bizden uzakta evsiz olur musunuz!
bu adam herkesten uzakta, dağın başında tek başına(örgüt falan da değil) yaşamayı seçmiş. Özgür seçim!
hayır ya bu kadar da olmaz mı diyorsunuz. videodaki polislere küfür mü ediyorsunuz?
"adamı rahatsız etmekle kalmadılar öldürdüler lan!" mı diyorsunuz?
adama önce burada kalamazsın diyen bir sürü polis, ellerinde silahları ve eğitimli köpekleri ile toparlanıp gitmeye çalışan adamı öldürdüler. neden?
bu haberi gazetelerde ve sosyal medyada takip ederseniz. yine Amerikan polisinin aşırı güç kullanımı vs vs... laflar duyacaksınız.
ama gerçek bu değil.
gerçek olan şu mesaj: başka bir dünya mümkün değil!
öldürülen evsizin videosu polis tarafından çekiliyor ve basına veriliyor. adamı başından beri öldürmek amacıyla gittikleri, evsizin derdini anlattıktan sonra toparlanıp gitmek istemesine rağmen öldürmelerinden belli. peki neden böyle açık bir vandallığı basın ile paylaştılar. çünkü kimse bilmeseydi bu bir mesaj olmazdı.
batman rises ı hatırlayalım. bane insanlığa daha lüks siteler değil daha özgür bir hayat vaat ederken. şehri ele geçirip insanlara "nasıl bir şehir istiyorsanız öyle olacak" diyorken.
filmin sonunda geldiği nokta bir teröristten öteye gidemedi.
film şunu diyordu açıkça: biri çıkıp bir gün size özgürlük vaat ederse inanmayın. şimdi en azından arabanız ve işiniz var ya onları da kaybederseniz? diye tehdit ediyor ve devam ediyor.
diyor ki: ancak bir terörist size "başka bir dünya mümkün" diyebilir.
size asgari ücret vermelerinin sebebi daha çok çalışarak ya da çocuklarınıza daha iyi bir eğitim vererek daha iyi bir hayata sahip olabileceğinizi düşündürtmek.
hiç biri olmasa bile sistem içinde kaldığınız sürece sayısal lotodan veya benzeri bir şeyden hayatınızı değiştirecek milyonlarca liraya sahip olabilirsiniz.
ama hiç biri olmayacak.
size bir zamanlar işçiyken şimdi onlarca fabrikası binlerce işçisi olan adamı örnek gösteriyorlar. umudunuzu yitirmeyin günün birinde diyorlar. şu anda 15 -20 yaş arasında olanlarınız bunu hissediyor. her an ünlü bir yıldız ya da her an her şey olabilecek bir potansiyelinizin olduğunu düşünüyorsunuz. hayatın size her an güleceğini umuyorsunuz.
yok hayır, bunlar da olmayacak, bunu artık ne iseniz o olmaktan başka hiç bir şey olamayacağınızı anladığınız yaşlara doğru daha net anlayacaksınız ancak artık ödenmesi gereken faturalar, taksitler ve yetişmesi gereken işleriniz ile zaruretler vadisine çoktan girmiş olacaksınız.
kim ne derse desin.
biliyor ya da hissediyorsunuz ki daha fazla çalışarak ya da daha fazla eğitim alarak daha iyi bir hayatınız hiç bir zaman olmayacak, hatta giderek her şey daha da kötüye gidecek.
bir Amerikan şirketinin türkiye operasyonunda uzun zamandır çalışıyorum. geçen sene şirketimizin ceo su türkiyeye geldi ve birlikte (türkiye gelen müdürü ben ve ceo) iki gün geçirmek durumunda kaldık. gördüm ki ceo olsanız bile durum aynıydı.
geçenlerde kişisel gelişim planı çerçevesinde şirkette gelecekte hangi pozisyonda olmak istediğimle ilgili aksiyon planı yapmam istendi.
tüm bu gördüklerimden sonra tek istediğimin arabaların yanması, binaların yıkılması ve hızlı bir avcı toplayıcı zamana dönüşten başka bir şey olmadığına karar verdim.
bütün bunlara rağmen günün birinde başka bir dünya olacağına (kıyamet vb kopmazsa) yürekten inanıyorum.
çünkü gittiğimiz yolda içimize sinmeyen bir şeyler olduğunu biliyorum.
çoğumuz için dünya ölmeyi beklediğimiz taş ve demir bloklar, asfalt yollardan yapılmış bir şehirden başka ne ki?
bitirmeden son olarak küçüklüğüm aklıma geldi.
önünde sonunda anne ve babamın öleceğini bilmek beni çok mutsuz ederdi. sonra kendi ölümüm falan..
şimdi dönüp bakınca o çocuğa gidip şunu demek isterdim "üzülme çocuk, ilerde ölümü çok seveceksin".
edit: bi sürü yerde bozuk cümleleri düzeltiyorum. atladıklarımı tamamlıyorum falan.
yazı tamamen taslaktır her an her şey değişebilir. tematik modda yazılıyor.
Tanım: andante müzikte ağır tempoda anlamındadır. ölüm ağır ağır, yavaşça buradadır.
--------- Ölüm andante ------------
bazı şeyler sadece kötüye gider iyiye giderken bile daha kötüye.
size bildiklerimi anlatmaktan fazlasını vadetmiyorum. olaylar bana nasıl ulaştıysa tam olarak olduğu biçimde tam olarak yaşadıkları gibi..
işte buradayım.
havuz kenarında şakalaşan tatilciler, çimenlerin üstüne yayılmış üç beş mezuniyet balosu öğrencisi ve başka pek çok gelecek ile ilgili umutları olan insan sesi birbirine ve en sonunda da otel niagara şelalesi dibine yapılmış izlenimi verilsin diye oluşturulmuş su sesine karışıp açık balkon kapısından bana kadar geliyor.
her şey çok uzakta,
her şey yarın kadar uzakta ve ben buradayım.
"baban seni seviyor oğlum... hem de çok"
işte ölüyorum.
ben, küvet ve kesik bileklerim. allah kahretsin!
oysa hep ölümümün şiirsel, destansı şöyle geriye dönüp baktığımda işte bir erkek böyle ölmeli diyeceğim türden bir ölüm olacağını düşünürdüm.
yağmurlu bir gecede göğsümden vurulmuş olmalıydım. polis gelip etrafıma sarı şerit çekmeden, üstümü örtmeden önce kollarım ve bacaklarım yarım açık upuzun yatarken ben hissetmesem bile yağmur yüzüme yağardı.
Üstümdeki kıyafetler hangi renkte olursa olsun sırılsıklamken siyahmış gibi görünürdü ve mutlaka titrek bir sokak lambası yüzümü aydınlatırdı. kanım önce yağmurla birlikte etrafımda göllenirdi sonra bir yol bulup benden uzağa akmaya başlardı.
insan daha başka ne isteyebilir ki...
oysa şu halime bakın!
"hadi oğlum içeri gir üşüteceksin"
yağmur yağarken üşümeyi seviyorum anne.
size yeterince uzakta olan her şey mutlulukla ilgiliymiş gibi gelir.
bu bir tatbikat değil, bu bir tv şovu değil.
bu insanın küçükken kiminle evleneceğini merak etmesi gibi, nasılını merak edeceğiniz o garip zaman dilimi; ölüyorum.
evet belki teknik olarak ve yeterince geniş bir zaman süreci içinde hepimiz ölüyoruz ama demek istediğim benim ki biraz daha hızlı.
bileğimdeki kesikten kanım içine otel tipi küçük hermes parfümler, banyo köpüğü, şampuanlar ve suyla doldurulmuş küvete boşalıyor.
"oğlum yapma canını acıtacaksın"
kanım küvetin uzak noktalarına doğru yayılırken bir an için "bu difüzyon" diye düşünüyorum. biyoloji derslerinin hayatta karşılığı olmadığını düşünenler bileğinizi kesin.
neden küvette intihar etmeniz gerektiğini bilmiyorsanız: vazodilatasyon sizin için doğru kelime.
daha fazlasını hak edecek çok şey yapmış olmama rağmen parmağımla çay karıştırır gibi kanımı karıştırırken acaba erken mi diye düşünüyorum. gerçekten bütün olanlar benim suçum muydu?
biz birbirimizi yiyip kendimizi kandırırken dünyanın ne kadar hızla ve aleyhimize değiştiğini açık seçik ortaya koymuştur.
bir cümleyle özetlersek, batılılar dünyanın en güçlüleri olma vasfını kaybedecek (ama yine de güçlü olacaklar, eee biliyoruz), doğu dünyanın yeni merkezi ve gücü olacak (ee bunu da biliyoruz) bu kafayla gidersek türkiyeden ve ortadoğudan hiç bir bok olmayacak. (ee bunu da hissediyorduk)
hissediyorduk da yine de kendimizi kandırıp duruyoruz, bırakın efendiler ocu bucu olmayı artık bu memleketin siyasetçilerini (tamamı son derece sığ herifler) takip etmeli gidişatı anlamalı ve daha fazlasını istemeliyiz.
not: tabii ki her zamanki gibi bu sözler bu sözlüğün büyük bölümü için meyva vermeyen bir ağaç kadar faydasız olsun.
havalar iyice soğudu. bir iki ay öncesine kadar balkonda uzun uzun otururdum. gökyüzü benim balkondan ayrı güzeldir ha söyleyeyim. bakar bakar hep içimden "her gün bambaşka renklerle bambaşka bi tablo gibi ya" derdim.
yani bilmiyorum öyle mi diyordum ama şu an sanki hep öyle diyormuşum gibi hissediyorum.
neyse işte havalar soğudu ama ben akşamları yine de balkona çıkma derdindeyim. tabii oda dumanaltı da oluyo çıkmazsam o da var. geçen açtım kapıyı "çıkayım anasına satıyım balkona" dedim. kapıyı açmamla kocaman bi sinek içeri girdi. ya kızım/oğlum ne diyorum sana rekortmen bir sinekten bahsediyorum, öyle cesametli mendebur. neyse dedim takılsın kovalarım geri. aldım çayımı oturdum tabureye; tabure buz. ısınır şimdi dedim popom soğudu. neyse bırak şimdi tabureyi.
bakıyorum öyle manzaraya, sonsuz uzun sonsuz derin kırmızıdan maviye rengarenk bir huzur.
kuşlar geçiyor huzurun içinden güzel oluyor.
uçaklar geçiyor güzel oluyor.
hepsi benden uzağa bir yerlere gidiyor.
baktım da manzaraya sonra lan benim manzara dediğim hayat telaşesi, yaşam mücadelesi. sanki o kuş bana güzellik olsun diye ordan geçiyor amk. neyse bırak şimdi kuşu, manzarayı konu o değil.
bu arada çay soğudu, kıçım dondu.
güzel oldu.
giriyim içeri dedim. sinekle burun buruna geldik, tam dışarı çıkacakken kapıdan soğuğu yiyince bir pike yaptı geri içeri döndü. öldüreyim desem ne bir saniye durduğu ne bir yere konfuğu var. tartışmaları çok uzatan biri değilimdir. evet sinekle aramda bir soğukluk var ama zamana bıraktım, boşverdim. ama sinek yüreği asla soğumayan kadınlar gibi gelip gelip ödümden geçiyor, neredeyse suratıma çarpacak. peki dedim kavga istiyosan kavga. açtım kapıyı sonuna kadar elimle havada saçma sapan hareketler yaparak dışarı kovalamaya çalışıyorum. bir an boş bulundu dışarı çıktı hemen kapattım kapıyı arkasından, o anlık kazanmış olma mutluluğuyla geri masama dönerken birden arkama bakma ihtiyacı hissettim. yüzümdeki mutluluğumun ifadesi olan gülümseme bir anda soldu. sinek dışardaydı camın önünde uçuyor arada cama çarpıyordu. büyük bir pişmanlıkla gittim kapıyı açtım. hemen girdi içeri kapıyı kapattım.
güzel oldu.
içeri gittim kendime yeni bir bardak çay doldurdum, sıcaktı.
Çok güzel oluyordu.
Sonra arkadaşım banyodan çıktı, neden içerisinin soğuk olduğunu sordu. olayı anlattım.
yalnızlıktan sineğe kadar düşmüşsün dedi.
doğru değildi.
güzeldi.
Tanım: Boş mevzular düşünüp boş konuşmalar üreten yazarın bu halinden memnun olup boş olduğunu herkese ilanı mahiyetindeki yazılarıdır.
bu yazı siyasetçiler ya da bu dili kullanması gereken patronlar, tv programcıları, kamu kurumu yöneticileri, uluslar arası ilişkileri yöneten kişi ve kurumlar ve benzerlerinin aslında ne dediklerini daha net anlatmayı amaçlamaktadır.
bu kurallar genel geçer kurallardır ve her siyasi görüş ve partiyi bağlar.
bu kuralları net şekilde anlamak kadınlarla iletişim kurmayı kolaylaştırır, çünkü bu dili kadınlar doğuştan bilirler.
Bölüm A
Siyaset ekonomisi ve dili
kural 1:
sebebin inkarı kuralı. (hemen hemen her gün karşılaşılır.)
mesela idris naim şahin görevden alındığında yapılacak açıklama muhtemelen şu şekilde olacaktır.
"bakanın görevden alınması nöbet değişimidir, kamu oyunda tartışmalara sebep olan açıklamalarla ilgisi yoktur."
biliniz ki eğer yapılan bir şeyin rutin bir durum olduğu ve falanca konu ile ilgisi olmadığı açıklanıyorsa; kesinlikle rutin değildir ve o falanca konuyla ilgilidir.
mesela türkiye abd den istediği her silah teknolojisini artık pek kolay alamıyor. mesela şu anda predatorleri vermiyorlar. ilk israil krizi sonrası abd den bir yetkili bu konunun israil türkiye ilişkileri ile ilgisi yoktur demişti.
kural 2:
amacın perdelenmesi kuralı
örneğin meclisten imar yasası çıkacak, amaçlanan yasa denize sıfır 15 katlı binaya izin vermekse yanına ormanların korunması, kamu alanına insat yapanların daha ağır cezalandırılması gibi kamu oyuyla paylaşılacak şeyler de eklenir ve yasanın ne mühim bir yasa olduğu tartışılır. hükümete ya da yetkiliye helal olsun denir.
kural 3:
yandaşa dokunulmaz kuralı
eğer bir kanun ya da yasa güç sahibi siyasi partinin ya da o siyasi partinin destekçilerinden birine zarar veriyor gibi görünüyorsa; muhtemelen aksine yandaşlarına yarar sağlayacak bir sonuç doğuracaktır.
kural 4: . ....
Bölüm B
Denge kurma jestleri (Çıkarların korunması, sınırların çizilmesine ilişkin kanunlar)
Kural 1: yapmayacağım ama gücüm yeter mesajları
en sık görülenlerdir. örneğin cumhurbaşkanı gül, cumhurbaşkanlığına aday olabileceğini danışmanı aracılığı ile duyurdu.
bu şu demek, cumhurbaşkanlığına adaylığımı koymayacağım ama benim için plan yaparken bu ihtimal için gücümün olduğunu herkes bilsin. yani başbakana kısaca hem köşkü alayım hem akp yi ve iktidarı alayım hesaplarını yapmak kardeşlik hukukumuza aykırı sıra bende mesajı verilmiştir.
ya da bu dersanelerin kapatılması konusu. cemaatle akp arasındaki güçlerin tanınması, sınırların çizilmesine ilişkin olabilir.
malum iktidar ile cemaat arası gizli bir savaştan bahsediliyor ki bu çok açık şekilde beyanatlara yansıdı. başbakan istemiyorum ama iki yasa değişikliği ile sizi biterecek gücüm var, üstüme gelmeyin mesajı veriyor olabilir.
kural 2: ben hariç herkes sana karşı manevrası
birinci kuralın tam tersi çalışır ama aynı mesaj verilir. olumsuz bir durum oluşturulur, bu olumsuz durum önlenmek isteniyormuş gibi açıklamalar yapılır ve sonunda 1. kuralın aksine gerçekleşmesine izin verilir. sonrada elimizden geleni yaptık denir. amaç benden başka sizi koruyacak adam yok, ben olmasam haliniz nice olurdur.
...neyse nietzsche nin de dediği gibi "karnım acıktı"(kesin demiştir)
tanım: uludağ sözlük öykü dergisi söykü için yazılmıştır.
hayat kontrol dışıdır biliyorsunuz.
yani eşiniz mayına basar ve şehit aileleri ve dernekleri hayatınıza girer. hiç hesapta yokken tüp falan patlar kör olursunuz. dünya birden kararıverir, belki de üç nokta körler derneğinde soluğu alırsınız. doktora gidersiniz "dizim ağrıyo" dersiniz ve birde bakarsınız ki her kanser türünden bir sürü insanla kemoterapi sırası beklemeye başlamışsınız. bambaşka bir hayat başlar.
biliyorsunuz bunlar asla sizin başınıza gelmez ta ki gelene kadar. hayat işte, her şeyi haketmeniz gerekmiyor.
koray boz, üzerindeki parkanın önünde açılmış kanlı deliğe işaret parmağını sokuyor ve "hassiktir" diyor.
emin olun bu adamlar başlarına gelen her şeyi hak ettiler.
yaşadıkları dünyadan memnun olmayan bu herifler, bazı şeyleri değiştirebileceklerine inandılar.
oysa hayat bir gösteri yürüyüşü değildir. yaşamak kolay değildir.
yaşamak pis bir şeye alışmaktır.
koray boz'un parmağından damlayan koyu kara kan beyaz zeminde açılıyor. çıkarttığı sesten ağlıyor mu acı mı çekiyor yoksa gülüyor mu anlaşılmıyor. önündeki bavulun ortasındaki delikten üzeri kanlanmış gri kırmızı arası renklerde fareler dökülüyor. koray'ın sağından solundan geçen fareler açık kapıdan dışarı çıkıyor. koray boz dan kapıya doğru uzanan fayans zeminde küçük kırmızı ayak izleri.
ölüme yeterince yaklaştığınız an hayatın gerçekliğini anladığınız andır.
o bu noktaya tesadüfen gelmedi. bu melanoma olmak gibi değildi. telefonu icat eden orospu çocuğu kadar ne yaptığını biliyor ve doğruluğuna inanıyordu.
---bir kaç hafta yada daha önce---
müzik, loş bir ışık, masada boş dolu bira şişeleri, etrafında dört adam.
bu herşeyin başladığı akşam.
bu iki metrelik yarma, koray boz.
elindeki bira şişesini masaya bırakırken "ben böyle durmaktan sıkıldım" diyor "konuşarak hiçbir şeyi değiştiremeyiz."
insanın en büyük günahı ve yanılgısı dünyayı daha iyi bir yer yapabileceğine inanmasıdır. eğer ilk tekerleği bulan yavşak olmasaydı, sonra ilk hayvanı evcilleştiren, ilk "burası fena değil buraya yerleşelim" diyen zevzek olmasaydı bugün daha güzel bi dünyada yaşıyor olabilirdik.
eğer bir şeyin daha kötü olmasını istemiyorsanız daha iyi olmasını istemeyin.
bu adamlar arkadaş değillerdi, ama internette yıllardır konuşuyorlardı. ayrı evlerde porno film izlerken bi yandan dünyayı kurtardıkları çok oldu. gerçekte ise bu akşama kadar bi kaç kez toplandılar ve sadece gerçeği konuştular.
gerçek mi? ne tuhaf kelime.
tamer "ne yapıcaz tornavidayla lüks arabaları jipleri mi çizecez? diye soruyor.
arkasına yaslanmış ilgisiz oturan akın "ben zaten bunu yapıyorum. arabalara bıraktığım çizgiler ekvator çizgisinden uzundur" diyor. "bunun hiç bi anlamı yok sadece bi kaç kişinin canı sıkılıyor. küfür ediyorlar ve bitiyor. neden çizdiğimi asla anlayamayacaklar. bize gerçek bir şey lazım" diyor.
koray, masanın üzerinde eliyle genişçe bir daire çizerek garsona bira isteğini işaret ederken "akın doğru söylüyor" diyor.
"bu insanlar bindikleri range rover jiplerden tema vakfı yararına bi mesaj atıyolar ve huzura eriyolar. starbucks da kahve içiyolar ve somaliye yardım etmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorlar yada greenpeace'i destekliyolar ve vicdan mastürbasyonuna devam ediyolar. koca bi yalanı, gerçek bi iki yüzlülüğü unutup hayatlarına karşılık daha çok yalan satın alıyorlar. " diyor. "onlara bi mesaj vermeliyiz bunu anlamalılar"
akın "öyleyse hayvan severleri dövüp yanlarına biraz da akbabaları sevin yazılı notlar bırakalım" diyor.
"hayır akın ben pek çok şey olabilirim ama vandal değilim" diyor koray.
garson dört bira ve çerez dolu bilmem kaçıncı tepsiyle geliyor.
"lan oğlum keşke hayvan olsaydık sevenimiz olurdu" diyor tamer.
başka bi isteği olan var mı?
"yo dostum onların seveceği bir hayvan olabileceğini hiç sanmıyorum" diyor akın.
garson giderken koray "hayvan severleri biliyorsunuz. barınaklara gider ve köpeklere kedilere wiskas verirken fotoğraf çektirirler. sanki başka hayvan yokmuş gibi. sanki sırtlanların hayatı çok kolaymış gibi. onların celebrity hayvanları var gerisi umurlarında bile değil. onlara hayvan sever olmadıklarını göstermekle başlayabiliriz" diyor. "bunu herkese gösterebiliriz. bütün evcil hayvanların neslinin tükenmesini istiyorum. hamsterları kedilere vermek istiyorum. artık farelerin evcil hayvan olmasını istiyorum" diyor.
akın "işte bu oğlum" diyor
"onlara sevmediği hayvanları verip ne yapacaklarını izleyelim. hatta kamerayla çekelim. düşünsenize oğlum, şimdiye kadar bi sürü faresi olan bi hayvan sever olmalıydı değil mi?"
yeterince ileriki bir zamandan geriye dönüp baktığınızda o an için en anlamlı gelen şeylerin bile aslında ne kadar yersiz olduğunu görürsünüz.
işte bu öyle bir akşam.
bir kaç gün içinde fare yakalamakta pek başarılı olmadıklarını anladılar. sonra gazetedeki büyük kadın girişimciyi gördüler. istanbul deney hayvanları üretim merkezini. daha sonra dehemar'ı; deney hayvanları araştırma ve uygulama merkezi
---ertesi gün---
dört adam, bir kobay hayvanı üretim kliniğinin karşısında arabanın içinde oturuyorlar.
tamer elindeki dergiden okuyor.
"fareler dört katlı bi binadan düşseler dahi ölmezler, vay anasını"
koray "kimse fare çalmaya çalışmaz bu yüzden zor olacağını sanmıyorum" diyor. "ben güvenlik görevlisini hallederim siz de çuvalları doldurursunuz."
tamer kafasını okuduğu dergiden kaldırarak "fareler doğtuktan iki ay sonra üremeye başlayabilirler. kanka bu hayvanlarda bekaret sorunu olmadığı kesin" diyor.
koray "önce ben gidiyorum iki dakika sonra siz gelin" diyor.
tamer neredeyse heceleyerek okuyor "bir farenin ömrü yaşam koşullarına ve türlerine bağlı olarak yaklaşık 2 yıl kadardır."
"kameraları unutmayın kar maskenizi takın ve gereksiz hareketler yapmayın" diyor koray ve arabadan çıkıyor.
beş dakika sonra ne olduğunu anlamaya çalışan güvenlik görevlisinin şaşkın bakışları eşliğinde hepsi yüzlerinde kar maskeleriyle içeri giriyor. koray elinde herkesin ilk kez gördüğü bir 14lü browningle adamın yanında duruyor ve "dünyayı kurtarmak için biraz fare lazım oldu." diyor "konunun seninle bir ilgisi yok"
içerideki kafesler farelerle dolu. yan yana bir sürü oda ve bol bol fare, bi kaç kafes tavşan ve bir kaç maymun yada her neyse.
tamer odanın bir ucundan akın diğer ucundan kafesleri çuvallara boşaltıyor. havada taklalar atan, birbirine çarpan, öten fareler.
tamer "hay amk bi orospu çocuğu beni ısırdı kanka" diyor.
akın gülerek "yüzünü görebildin mi?" diye soruyor ve "sen de deri eldiven giymeliydin" diyor.
hiç bir sorun çıkmıyor. güvenlik görevlisini maymun kafesini kucaklar vaziyette bağlıyorlar. fareleri bagaja tıkıp gaza basıyorlar. arabanın içinde sevinç çığlıkları atan bu adamların kanlarında daha önce hiç olmadığı kadar çok miktarda endorfin, serotonin ve adrenalin dolaşıyor.
--- bir kaç gün sonra, ilk saldırı ---
akın ve koray popçu hayvan sever yonja'nın jeep inin sanroofundan içeriye fareleri boşaltıyorlar ve bütün tayfa karşı bloğun çatısında ellerinde kamerayla sabahı bekliyor.
sabah 9 ama gelen giden yok.
koray elinde kamera aşağı bakarken "nerde bu amk karısı" diyor.
akın oturduğu yerde iki eliyle belini arkasından ileriye doğru ittirirken "her yerim tutulmuş amk" diyor "heralde uyuyordur kanka bi popçu için saat erken sayılır"
"fareler bir kerede 10-12 yavru yapabilirler" diyor tamer elindeki dergiye bakarak. "kanka bunu fare ilaçlama şirketleri dağıtıyor, bence çok faydalı."
koray tamer'e dönüyor "lan oğlum sana noluyo yüzün pancar gibi" diyor. elini tamerin alnına koyuyor ve "kanka sen yanıyorsun" diyor.
tamer titreyerek "kanka bi iki gündür midem kötü bi bok yemiyorum ama paso kusuyorum" diyor. "ağzım leş gibi"
"kanka karı çıktı" diyor akın ve herkes aşağıya bakıyor, koray kayda giriyor.
yonja arabaya yaklaşıyor kapıyı açıyor ve biniyor. buradan bakınca bi kaç saniye herşey normal görünüyor. ve jeep in kapısı yeniden açılıyor sanki birisi yonjayı tekmeyle dışarı atmış gibi yonja arabadan dışarı kaldırıma yüz üstü uçuyor.
çığlıklar çatıya kadar yükseliyor.
haberciler için hiçbir şey sıradan değildir. eğer yağmur yağıyorsa muhabir deniz kenarındaki dalgaların yanında kasırga var demelidir.
eski yeşilçam oyuncusunun mutlu emeklilik günlerinden tiksinirler, dilendiğini görmek isterler. bunu istiyorlar çünkü siz bunu istiyorsunuz.
ertesi gün gazetelerde hayvan sever yonja'nın videodan alınmış türlü türlü fotoğrafları var. televizyonda ana habere bile çıkıyor. youtube'da ilk günden tıklanma rekoru kırıyor.
--- bir hafta yada daha sonra, son saldırı---
akın yüzünde kar maskesi sırtında sırt çantası ile arkasından büyük siyah bir bavulu tekerlekleri üzerinde çekerek Boğaziçi Borsa Restaurant'dan içeri giriyor.
arkasından valeler kapı görevlileri güvenlik ve en arkadan elindeki 14 lü browningi ile Koray Boz "dikkat bu bir soygun değildir yemeğinize devam edin" diye bağırıyor.
akın hiç hızını kesmeden hızlı adımlarla sağda solda duran masaların arasından koca siyah bavulunu sürükleyerek geçiyor. ortadaki büyük toplantı masasına "selam hayvan severler size biraz sevgi getirdim" diyor.
"bazı hayvanları sevenler derneğinin" aylık toplantısının yapıldığı bu restorandaki hiç bir şey aslının bir kopyası değil. duvardaki tablo rembrandt taklidi değil rembrandt ın kendisi. zemin ceviz kaplama suntadan değil ceviz. koltuklar eski ingiliz salon koltukları gibi değil zaten öyle. bu insanların kendini zengin göstermeye ihtiyaçları yok çünkü öyleler.
akın elindeki büyük bavulu öylece ortaya bırakıyor ve sırt çantası arkasında salonun sonundaki tuvalete giriyor. aynı anda içeriye neyin girdiğinden habersiz "bazı hayvanları sevenler derneği" başkanı panter hülya klozete oturmuş bağırsaklarını boşaltıyor. akın sırt çantasını çıkartıyor ve yan kabine giriyor. klozet kapağının üzerine basarak açtığı çantasını yan kabindeki panter hülyanın başından aşağıya boşaltıyor. beş kilo fare.
çığlıklar. viyaklamalar, tepinmeler. kabinin kapısından kendini tuvaletin ortasına atan panter hülyayı anlamaya çalışan fareler.
ne diyebilirim ki utanç verici.
onlarca fare tuvalete yayılıyor. zemin o kadar parlak ve pürüzsüz ki fareler sık sık ayakları kayarak düşüyorlar.
bu hayvanlar lanetli falan olmalılar onları kimse sevmiyor.
akın panter hülya'yı tuvalette bırakıp çıkıyor ve yemek salonunun ortasına bıraktığı bavulun yanına geliyor. restorandaki insanlar hala çığlıkların yükseldiği tuvalet kapısına yada akın'a bakıyorlar.
tamer bir elinde kamera diğer eliyle kar maskesinin dışından yüzünü kaşıyarak olan biteni kaydediyor. akın biri bana yardım edebilir mi diyor "siz ikiniz" diyor "lütfen bana yardım eder misiniz? bavulu masanın üzerine yavaşça yatırın"
"teşekkürler şimdi bavulun iki yanındaki klipsleri kaldırın"
"lütfen şimdi bavulu açın ve benim için onları sevin" diyor akın ve elleri bavulun üzeride titreyen kadınların yerine bavulun kapağını hızla açıyor.
eğer bir şeyi yeterince abartırsanız insanlar zaman mekan kavramını bi an için yitiriyorlar. doğru tabir değil ama özel izafiyet teorisine giriş böyle bir şey olmalı.
yüzlerce fare bavuldan masaya masadan sandalyelerin üzerine akıyor. birbirlerinin üzerine düşen insanlar devrilen masa ve sandalyeler ezilen fareler.
doğru tabir değil ama kıyamet günü böyle bir şey olmalı.
sonraki bir kaç gün içinde bu adamlar hakkında açık oturumlar bile düzenleniyor. fikirlerini savunan tipler bile görülüyor. "sadece kedi köpekle olmaz bu iş" diyenler oluyor. emniyet müdürü teröristler diyor.
---bir iki hafta yada daha sonra, son---
eğer hayatınızda bir sınırı gerçekten aşarsanız hep aşmak istersiniz.
iflah olmaz doğru tabir.
fareler bitti ve daha çok fare gerekiyor. istanbul anadolu yakasında bir üniversiteye bağlı deney hayvanı üretim merkezinin önünde Koray Boz "beyler ilk seferki gibi ben giriyorum ve üç dakika sonra siz geliyorsunuz" deyip kar maskesini indiriyor.
tamer elindeki dergiden kafasını kaldırıyor ve "beyler buna inanmayacaksınız ama ben veba olmuşum" diyor.
akın "siktir git bu yüzyılda mı? ama kanka aynaya bakmasan iyi olur içine cin, şeytan falan girmiş gibi görünüyorsun" diyor.
güvenlik görevlisi, koray, kapılar ve fareler. neredeyse aynı üretim tesisini soyduğunuzu düşünebilirsiniz. her şey aynı. aynı surat ifadesi. aynı fareler. aynı beyaz fayans zemin.
ve aynı ben; bu hikayeyi size anlatan ilhan kızılkan. her zamanki gibi yine burdayım.
müzik, loş bir ışık, masada boş dolu bira şişeleri, etrafında dört adam.
Koray Boz, Akın, Tamer ve ilhan Kızılkan.
koray boz'a "bu adama ben bakarım. midem bulandı biraz da sen doldur" diyorum ve silahı almak için elimi uzatıyorum. koray boz suratıma bi kaç saniye bakıyor, sonra silahı verip elimdeki bavulu alıyor.
her şey planladığımız gibiydi ama hiç bir şeyin değişmeyeceğini anlamam çok sürmedi.
milyonlarca ağaç fazla dikseniz de yine de dünya yeterince bir zaman sonra çöl olacak. bunu biliyorum, siz de biliyorsunuz.
vicdan mastürbasyonunu bi' süre önce bıraktım.
hiçbir şey daha iyi olmayacak. her şey boktan bir sona doğru gidiyor tek yapabileceğiniz süreyi uzatmak ya da kısaltmak.
her şey boşunaysa bunca tiyatro niye?
ben dünyaya yardım etmeyi seçtim.
önce tamer'i vebasından kurtarıyorum, yere yığılıveriyor.
akın "ilhan noluyo lan a.." derken tetiğe iki kere basıyorum. bi an için son kelimesinin ne olduğunu düşünüyorum.
koray boz elindeki bavulla kafayımı yedin der gibi yüzüme bakıyor.
mermi namluyu terk ettiğinde hızı ses duvarını geçer ve güçlü bir sonik patlama oluşur. eğer bu sesi duymuşsanız hayattasınızdır.
koray boz, üzerindeki parkanın önünde açılmış kanlı deliğe işaret parmağını sokuyor ve "hassiktir" diyor.
önünde duran fare dolu bavulda bir delik açılıyor. kaç fare koray boz'un hayatını kurtardı bilmiyorum.
koray boz parmağından damlayan koyu kara kan beyaz zeminde açılıyor. çıkarttığı sesten ağlıyor mu acı mı çekiyor yoksa gülüyor mu anlaşılmıyor. önündeki bavulun ortasındaki delikten üzeri kanlanmış gri kırmızı arası renklerde fareler dökülüyor. koray'ın sağından solundan geçen fareler açık kapıdan dışarı çıkıyor. koray boz dan kapıya doğru uzanan fayans zeminde küçük kırmızı ayak izleri.
aslında kimse kimsenin hayatını kurtaramaz. herkes er ya da geç ölür.
bu sadece zaman meselesi.
iki metrelik yarma koray boz'a elimdeki silahı boşaltıyorum.
eğer bir şeyin daha kötü olmasını istemiyorsanız daha iyi olmasını istemeyin.
eğer isimlerini ezberlediğiniz, daha iyiyi isteyen büyük adamlar olmasaydı; bugün daha iyi bir dünyada yaşıyor olabilirdik.
sadece biraz hayal kırıklığı görmek istedim.
erken bir son istedim.
sevişmeyi kabul eden her pandanın kafasına sıkmak isterdim.
bütün yağmur ormanlarını yakmak.
bütün petrol kuyularını birden ateşe vermek isterdim.
asit yağmurlarının bi an önce başlamasını isterdim.
dünyaya on bin yılı birden yaşatmak isterdim.
bu dünyanın sonunu görmek isterdim.
nasılsa er ya da geç olacak.
bu sadece zaman meselesi.
türkiye'de medyanın davalarla ilgili son karar mercii olması durumudur.
bi ara cem yılmaz'ın bi doritos reklamı vardı. hani şu korsan doritos yaparken polisin baskın yaptığı, "işi medyaya taşımasalardı iyi olacaktı" dediği.
aha hatta işte bu
&feature=related
bu hep böyleydi ama son bi kaç yıldır inanılmaz bi hal aldı.
ben sana şöyle diyim eğer mahkemen varsa ve medya ilgileniyosa sıçtığının resmidir.
son hrant dink cinayetiyle yine medya yüksek mahkemesi iş başında.
hayır yanlış anlaşılmasın ben dava sonucu verilen karar olumluydu olumsuzdu orda değilim. ne verirse karar versinler vicdanım/vidanınız tatmin olur olmaz o ayrı bi konu.
yemin ediyorum sırf medya laf etmesin diye hukuksuz kararlar veriliyor.
kocası ayşe paşalıyı bıçaklayarak öldürdü. müebbet hapisle cezalandırıldı. medyada söylendiğine göre bilerek planlayarak vahşi duygular içinde bi adam öldürmeye verilebilecek en yüksek cezaymış.
ohh medya rahat.
vicdanımız rahat.
ee iyi de kardeşim benim merak ettiğim medya günlerce haber yapmasa hakkında oturumlar düzenlemese yine bu adam aynı cezayı alacak mıydı?
"yavşaklık" doğru kelime değil ama ilk akla geleni.
uzun süren tutukluluk durumları ile ilgili düzenleme yapıldı. maksat yargılama uzun sürmesin dediler suçsuz yere içerde yatan insanlar var dediler. (ben de katılıyorum)
ama ne oldu hizbullah terör örgütü denen bi grup bu yeni düzenlemeden yararlandı. adamlar dışarı çıktılar.
medya kafayı yedi ama biz bu adamları kastetmemiştik dediler.
bi kampanya ki deme gitsin.
3. gününde adamlar için yakalama emri çıkartıldı.
medya gururlu.
medya takipçi.
vicdanlar rahat.
vakit gazetesi yazarı hüseyin üzmez reşit olmayan bi kız çocuğuyla ilişkisinden dolayı dillerine düştü. günlerce hepimiz hüseyin üzmezi yakalasak buruşuk götüne aldırmadan sikecek pozisyonda bi hınçla gezdik.
bak başka bişi dicem sana bizde suikast filmi neden yok biliyo musun?
medya yüzünden.
hani şu mafya aleyhine şahitlik falan yapacak adamları tek tek öldürürler falan. mahkemede şahit yoksa, delil yoksa sonuç çıkmaz çünkü. kimsenin vicdanına inancına göre karar veremez mahkemeler hani o filmlerde.
bütün dünya adamın mafya babası olduğunu bilir ama adam yine de beraat eder falan.
türkiye'de olsa nah beraat eder. bi anahaber bültenine çıkmasına bakar. sonra siyasiler açıklama yapar daha süreç bitmedi yargı gerekeni yapacaktır merak etmeyin diye. ertesi gün içeri alınır direk.
ya kardeşim bi bırakın bu işleri ya tamam yargı tarasız değil tamam yargı adil de değil ama bu kadar da gözüme sokmayın.
iki günde karar değiştirip adaletsiz taraflı olduğu yetmiyormuş gibi bir de şamar oğlanı yapmayın şu adaleti.
hrant dink cinayetiyle ilgili mahkeme başkanı ertesi gün açıklama yapmak zorunda kaldı.
mealen şöyle diyor.
"ya valla billa örgütü ıspatlayamadık. cinayeti işleyene de verilebilecek en yüksek cezayı verdik." lan sen bana ne ağlıyon anlamıyorum ki. sonra da ekliyor " ama süreç devam ediyo eminim yargıtay falan bi şekilde örgütlü suça sokar yani bence"
o adam hakkında dava açılmış gülsem mi ağlasam mı? iyi olmuş şamar oğlanına mı desem bilemedim.
yargı o kadar güdümlü ki böyle ucu güçsüze dokunan durumlarda vurun abalıya derken arkasında birileri olana ağam paşam modunda takılıyo.
bu suçsuz yere içerde kalanlar için de aynı çünkü bizim yargı rüzgar nerden esiyo diye bakıp ona göre karar veriyo artık.
malum bazen hükümetin rüzgarı medyadan güçlü esiyor ki medyanın "eheh şey ya suçsuz gazeteciler içerde gibi geliyo bize ehi ehe yani siz daha iyi bilirsiniz ama" tavrından anlaşılıyor.
herkes vicdanı rahat günü kurtarmış olmanın huzuruyla yatağa giriyor.
doğru kelime değil ama "vicdan mastürbasyonu" ilk akla geleni.
bazı anlar vardır. yaptığınız ya da yapmadığınız bi şeyden dolayı sonrasını asla bilemeyeceğiniz anlar. geçmişte kalan ama asla geçmeyen anlar. alternatif bir hayatın doğmadan öldüğü anlar.
bu hikaye asya isminde geçmişte kalmış biri için alternatif yarın kurgusu içerir. sonay gerçekten geçmişte kalmıştır.
siyah sokakları neon ışıkların parlattığı bir gece, her şey ıslanmıştı. az önce sırılsıklam girdiğim o yerden çıkıyordum. bi sigara alacaktım hepsi bu.
sokağın karşısına geçtim. dövmeleri bileklerinden taşmış bir genç adama "bi chester light" demek üzereyim.
bir koku.
cennet böyle kokuyor olmalı. o anlık baş dönmesinden sonra burnuna gelen ilk kokuyu düşün.
"bi tane kent" diyor.
bu ses?
neden bilmiyorum aklıma sonay geliyor. ama sonay çok eski de kaldı. sonay'ı gördüğüm tüm saatlerin en az yarısında onun şarkı söylediğini söyleyebilirim.
konuştuğumuz zamanlarda ise erkekler, kızlar ve penis boylarından konuşuyordu. fakültenin yarısıyla seviştiğini düşünebilirdiniz ama genelde yalnızdı. sonay küçük penisler kadar nefret ettiği bir şey olmadığını söylüyordu. artık o kadar çok duymuştum ki kızarmıyordum.
bileğinde bileğini kavramış bir el dövmesi olan genç adam üzerinde her renkte kent yazan karton kuruları gösteriyor. ve "hangisi" diyor.
rafın en alt sırasında en az beş farklı renkte kent yazısı var.
"o soldaki" diyor "ama akciğersiz olsun"
belli belirsiz gülüyorum. ama belli oluyor.
"üzerinde" diyor "akciğer resmi olanlara dayanamıyorum."
sanırım bana söyledi. ona doğru dönüyorum. gülüşümü bozmamalıyım. kızardım mı? yüzüne bakıp hızlıca başımı geri çevirmeliyim.
"iki tane olsun" diyor.
yüzümdeki gerginlik gevşiyor. her saniye gülüşüm biraz daha soluyor ve yok oluyor.
kocaman siyah gözler. uzun siyah kirpikler taşıyan ve her biri on ton ağırlığında olması gereken göz kapakları.
"bir paket sigara için on dakikadır yürüyorum."
dudaklarının arasından konuşuyor. dudaklarını biraz aralasa ilk derin nefeste tüm şehri içine çekebilir.
kafamı önüme çeviremiyorum.
hava geriliyor, az önce her şeyi ıslatan yağmur aniden başlıyor. önce bir kaç büyük damla ve diğerleri.
herkesin hayatında önemli birileri olmuştur. ne biliyim ilk aşk falan, hiç unutulmayacak biri.
sonay ve ben minibüsteyiz, kampüsten çıkıyoruz. en arka koltuğun kapı tarafındayız ve etrafımız yirmili yaşlarda insanlarla çevrili. sonay "gerçekten büyük penisi olduğundan emin olsam" diyor "kuddusi hocayla bile sevişirdim" acaba susmalı mıyım? belki devam etmez. neden başkalarının yerine utanıyorum? ya da konuyu mu değiştirmeliyim?
kesin yüzüm kızardı.
bazen ne yapmam gerektiğini bilmediğim anlar olur. işte bu o an.
"bir paket sigara için on dakikadır yürüyorum." diyor.
bazen dünyanın en saçma cümlesi de olsa bi şeyler söylemen gerekir. işte bu o an.
ve evet, ben çok güzel susarım.
"bana" diyor sonay, "yeni evini göstermedin"
"bana da bi chester light verir misin?" diyorum ve gelecek yere yığılıyor. kontrol etmenize gerek yok o öldü.
bi dakika, bi dakika.
alternatif bir gelecek olabilirdi.
belki tam hatırlayamadım. şöyle devam ediyor da olabilir.
"çok yürümüşsün" diyorum. "ismim uygunsuz biri."
"asya" diyor.
"karşıdaki cafedeydim." diyorum, "yağmur başladı ve kaçabileceğimiz en yakın yer orası"
"nasıl yani" diyor.
"yani yağmur durana kadar" diyorum. "bi şeyler içebilir ve sonra gidebilirsin."
alternatif geleceğin nabzını hissedebiliyorum.
bira ve sigarayı aynı anda içebileceğim yerler olduğu için türk kültürüne şükretmeliyim.
"yalnızdım ve bazen sıkıcı olabiliyorum. gelmen iyi oldu" diyorum. "en az artı 600 sn değerinde"
çantasının fermuarını açıyor ya da kapatıyorken yüzüme bakıyor. sanırım açıyor.
"aaa şöyle anlatayım. bazen herkesin yaşam süresinin saniye cinsinden bir sayıyla yanında yazdığını düşünüyorum. her saniye birer birer eksilen bir sayı. bu hisse doktor programlarını izlerken kapıldım. "her içtiğiniz sigara ömrünüzden 1 dk çalıyor" diyen şu şovmen doktorlar. bi sigara yakıyorum ve 60 sn birden eksiliyor. bi yudum bira ve -20 sn daha. ve mesela spor yaparsan 15 sn artan büyük bi kronometre gibi" diyorum.
neden saçmalıyorum? kızardım mı? -50 sn.
ağzında sigara var ve çantasını karıştırıyor. "ilginç" diyor. sigara yanıyor, çakmak arıyor olamaz. "ee trafik kazasında ölürsen -500 milyar saniye mi oluyor yani" telefonunu arıyor olmalı. kasılacak bi durum yok. bi bira daha içecek ve önümüzdeki bin yıl görmeyeceksin. rahatla.
"onun gibi bi'şey" diyorum.
asya "benim de aklıma bazen böyle şeyler gelir." diyor, "ama benimkiler biraz daha farklı"
"merak ettim" diyorum.
+20 sn
"erkek arkadaşımı tehdit etmek aklıma gelmişti" diyor, "eğer para vermezse bütün arkadaşlarıyla sevişeceğimi söylesem ne olurdu acaba" diyor ve baya güzel gülüyor.
o kadar güzel ki. yarın cosmopolitanın kapağında görsem şaşırmam. bu kadar güzel bir kadının ne gibi bir derdi olabilir ki.
sonay bana bir hafta boyunca çıktığı erkeklerin penis boylarından bahsettiği haftadan sonraki ilk görüşmemizde aslında bakire olduğunu söylüyor. bütün geçmiş iki sene ve onca erkekten sonra "ya muhabbet olsun diye" diyor.
aynı akşam sonay'ın doğum günü ve yeni erkek arkadaşının evine gidiyoruz. ev kalabalık her yer şişe dolu. bi dünya abaza erkek ve kadın içecekler ve gecenin sonunda kendi evlerinde mastürbasyon yapacaklar. bi kaç kişiyle tanıştırıldım ve son olarak esas oğlanın odasına girdim. uzaktan odasını duvar kağıdıyla kapladığını düşünebilirdiniz.
odasının her santimetre karesi porno dergilerden kesilmiş fotoğraflarla kaplı böyle bir adamın kız arkadaşıyla iki senedir düzeyli bir ilişkiyi sürdürebilen ben mi?
yoksa bu ben mi? hangisi daha acıklı? eksi 300 saniye daha.
asya'ya "para kazanmak için çok daha kolay yollar var" diyorum. bi sigara daha yakıyorum. eksi 60 saniye.
"mesela sigara içtiğine göre amatem'den bu parayı alabilirsin" diyorum. hayatımda hiç bu kadar dikkatle dinlendiğimi hatırlamıyorum. asya birasına uzanırken bile o kocaman gözlerini benden ayırmıyor.
"yapman gereken tek şey amatem'e gidip sigarayı bırakmak istediğini söylemek. senden biraz kan alacaklar ve bağımlı olup olmadığını kontrol edecekler. ve tebrikler, "sigara içiyorsun ve bu yüzden önümüzdeki hafta gelip 2 kutu champix'ini alabilirsin" diyecekler. bunlar sigara bırakma ilaçları. sende tanesi 190 tl olan bu ilaçları bi eczaneye tanesi 90-100 tl den vereceksin hepsi bu" diyorum.
bu kadar güzel gülebilen ne olabilir ki. melekler gülüyor olmalı.
asya "ee tabi bunu sadece bi kez yapabilirsin" diyor.
"hayır" diyorum "yanılıyorsun".
"neden?" diyor sonay, "bi erkeğin penis boyu dışardan fark edilemez mi yani?"
"onu bilmiyorum" diyorum "ama el ve ayak boyuyla ilgisi olmadığına eminim"
sonay"ya burun boyu" diyor " ya da baş parmak uzunluğu ne bileyim, bi oran olduğuna eminim diyor."
sonay böyle şeyler konuşurken ela gözleri daha bi parlak görünüyor. polo cafeye doğru gidiyoruz. sonay haftanın 3 günü orada şarkı söylüyor. bu kadar kısa boylu bi kız için gerçekten inanılmaz bi sesi var. ben şarkısı bitene kadar oralarda oluyorum. bazen beş on dakikalığına dışarı çıktığım oluyor. bazı şarkılara katlanamıyorum, bazı şarkılara ise dayanamadığımı biliyor. sonay gibi birine aşık olmak için fazla gencim. ve bi sigara daha yakıyorum. eksi40 ve eksi 60 saniye daha.
asyanın yüzüne "merak" yazsaydınız yine de bu bakışını ifade edemezdiniz.
asya "nasıl yani" diyor "istediğin kadar ilaç alabiliyo musun?"
"evet. yani hayır bir kimlikle sadece 2 kutu alabilirsin. ama kimlik bulmak pek zor bi iş değil. hatta senin gibi birisi tc kimlik numarasıyla bile bunu yapabilir. sana kimlik soracak bi doktor henüz görmedim. yani senin kadar güzel biri." diyorum. kızarmış olabilir miyim? "otobüs, metrobüs, tren istasyonlarının gişelerinde sahibi görürse alsın diye cama tutturulmuş kimlikler görürsün. o kimlik sahibini tanıdığını, ona verebileceğini söylersen onları sana verirler. daha iyisi ise savcılıklara gidersin. hani adli sicil kaydı bakılan yerlere. orada insanlar kimlikleriyle işlem yaparlar ve hergün onlarcası kimliğini geri almadan çeker gider. ya da trafik sicil işlemlerinin yapıldığı yerler. kaymakamlıklar, nüfus müdürlükleri, evlenme daireleri, kimlikler ve o kimliklerden "beni tanıyorsun" diye bakan adamlar ve kadınlarla doludur."
endorfini ya da adları her neyse kanıma katıldıklarını hissedebiliyordum +80 saniye.
hayatını özgürlüğe adamış, heryerde bunu anlatmış şimdi adını hatırlayamadığım bi yazara sormuşlar.
-özgür iradeye inanır mısınız?
-buna mecburum demiş.
bu paradoksmuş gibi görünen cevap aslında bir çelişki doğurmaktan çok bir ilizyonun ifşasıdır. özgür olmadığımız ve asla olmayacağımız gerçeğinin ifşası.
özgür irade yanılgısı.
sadece bu konudaki açık sözlülüğü ve bize salak muamelesi yapmaması bile dinlere saygıyı gerektirir. biraz dolambaçlı bi yoldan da olsa, adı kader de olsa kontrolün bizde olmadığını açık açık yüzümüze söylemişlerdir. ne varki şu koca kibrimiz bunca çaresizliğimize rağmen "ben yaptım pişman değilim" dedirtir bize. nah sen yaptın!
dünyada kimse, hiç bir canlı istediğini yapamıyor sen kim oluyorsun eyyy uygunsuz biri!
mesela hiç inek pisliğine konmuş bir kelebek görmedim. lan kelebek inek pisliğine neden konsun, güzelim çiçekler varken desem; sinekleri napıcaz? biliyosunuz bok sineklerin çiçeğidir.
bi gün bi kelebek, anarşist duyguları olan bir kelebek istiyorum böyle en cıvığından bir pisliğe konsun ve huşu içinde kanatlarını ağır ağır açıp kapatsın, güneşlensin falan. sadece bir kelebek, akli dengesi bozuk olduğundan bile bunu yapsa dünyaya ve hayatıma dair bi umudum olacak. haa doğruya ne aptalım ben! hayvanların iç güdüleri var, herhangi bi şey isteyemezler.
ama insanlar öyle değil mi? isterler mi?
para mesela istenir. gerçekten para neden bu kadar çok istenir, pek çok kişinin amacıdır. demek ki insan isteyebiliyor! mu? (para sadece bir örnek az sonra herşeye(hayata) genelleyebileceğimiz bir sonuç elde etmeyi umuyorum)
oysa para doğası gereği amaç olamaz. o bir araçtır. yani insaların büyük bir bölümü bir amaç için değil bir araç için mi didinip duruyorlar?
tabi ki bu kadar basit değil. para kazanma amacının sebebibini hepimiz biliyoruz. belki de ve büyük ihtimalle bildiğimizi sanıyoruz ama bi bok bildiğimiz yok.
para kazanmak önemli.
çünkü paranın önemli olduğunu;
Sabahları işe giderken HT Ekonomi
forbes
standart and poors
komşu teyze
bana değil de parası olana veren mankenler, hatta bana değilde süleyman'a veren aysel
anne ve babamız
bütün dergiler, televizyonlar, en sevdiğiniz film söylüyor.
durmaksızın dır dır eden ama alışıldığından yada çaresizlikten şikayet edilmeyen kadınlar gibi sürekli söylüyor.
ve biz de itaat ediyoruz. sadece itaat ettiğimiz şey para olsa bunu bir zaruretten dolayı mazur görebilirdim.
sadece para değil herşey zaruridir. macburiyetler listesi uzadıkça uzar.
evlilik,
seks, hatta ne şekilde seks yapman gerektiği (bi adamın seksüel gücünü beyaz slip don giymiş beyaz çoraplı olup olmaması değişkenine bağlayabiliriz)
aşk
moda
makyaj
iş (paramız olsa bile çalışmak mecburiyetindeyiz sanırım. nasıl bi his olduğunu bilmiyorum ama bin yıl yetecek kadar parası olduğu halde günde 12 saatten fazla çalışan efendilerimiz var)
ne yiyip ne giyeceğin dahil, hepsinde ve herşeyde itaat ediyoruz. çünkü burda işler bu şekilde yürür.
efendilerin kölelerinin gözlerini boyadığı bir ilizyon.
özgür irade denen şeyin ne büyük bir ilizyon olduğunu yavaş yavaş kavrıyoruz.
deterministler biraz bu işe tersten bakmışlarsa da temelde haklılar. (deterministe göre herşey, her sonuç kendinden önce var olmuş bir sebep dolayısı ile olur, biraz daha geniş bi kavram ama uzun etmeye gerek yok.) heisenberg'miş belirsizlik ilkesiymiş hepsi hikaye.
evet sebep-sonuç.
bu tanıdık geliyor değil mi? ama durun biraz..
eğer hiçbir sebep üzerinde etkiniz olamıyorsa sonuçlar üzerinde nasıl olur?
ne diyodum ben en son.. ha evet özgür irade..
gerçek şu ki hayatımız tamamiyle ve kesinlikle kontrolümüz dışında. (aslında pek inandırıcı gelmiyor ama bütün amaçlarınızın aslında iyi bakılırsa sadece araç olduğunu fark edebilirsiniz) bize kalan bir şey varsa o da nedenleri anlamaya çalışmak. değiştiremeyiz sadece anlayabiliriz.
belki çok iyi anlarsak nedenlere dokunamadan sonuçlar üzerinde bi tür manipülasyon yapma şansımız olabilir.
neden?
neden bu şekilde giyiniyorum?
neden yeni bir ses sistemi alacağım? (mutlaka almak zorunda olmadığın halde almak zorunda olduğun bişeyler vardır. neden?)
neden evlen-eceğim/dim.?
neden günde 3 saat yaşayıp 12 saat çalışmak zorundayım (şanslıysanız oda)
(brüt çalışma saatiniz en az 12 saattir. iş verenler maaşı brüt öder(net sansanızda) ancak çalışma saatini net ve asgariden gösterirler.
çalışma saati= işe giderken trafikte geçen zaman+ duş+giyinme+ varsa makyaj+ mesai saati+ yemek+ wc+ kişisel bakım traş kuaför ve daha bi çok işin içinde olan ama sayılmayan şey.)
efendilerimden beni ayıran şey nedir?
aynı gün aynı dakikada doğan bir sudanlı ile bir ingiliz bebeği yada benimle aynı gün doğan rahmi koç'un oğlunu benden ayıran nedir?
yoksa biz aynı dünyaya doğmuyor muyuz?
evet.
kesinlikle aynı dünyaya doğmuyoruz.
sebepsiz ve sonuçsuz geldiğimiz bir dünya için sadece yeni bir nesiliz. aynen 1 2 3 4 5. nesil yazarların artık ortalıkta görünmüyor ama sözlüğün yoluna devam ediyor olması gibi. sistemi devam ettirecek yeni bir nesil nafile bir nefes olmaktan başka neyiz?
harman vaktine kadar tüketecek, üretecek, üreyecek, "yaşayacak" ve sonra hasat edilecek, biçilecek, toprağa düşecek koskoca bir nedensizlik...
zincirde yeni bir halka..
ancak kimileri açısından durum biraz farklı gibi malum hasatın sonunda mutlaka birileri kazanır.
ceylanın trajedisi aslanın ziyafeti olabilir.
bütün bunlara rağmen endişelenecek bir şey yok. unutmak ve itaat etmekte üstümüze yoktur bizim.
pazartesi sabahı her şeyi unutmuş ve her şeyi yapmaya hazır olarak kaldığımız yerden devam edeceğiz. çünkü buna mecburuz.
hayat yolundaki tabelaları mecburen takip edeceğiz ve eminim çok güzel bir yere varacağız.
Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde
Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
Bir uzak han kavramına. Hanların
Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz.
Çağlardan
Başımızda siyahtan bir hale.
KORO
Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile.
Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız
Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız.
Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.
Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene aldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar
Biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
Ama az ötede düğmeleriyle oynayan
Ve yiyen tırnaklarını bir adam
Duraksız sizi izliyordur belki de.
Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.
Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
EPiSODE
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Doğrusu en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
içimizde kahverengi bir dağ ölüsü yatar
Bir yarasa ayaklanır.
Aç gözlü bir kuş
Varır kocaman bir şey olmanın bilincine
Birden bir ses biçiminde, radyomuzun içinde
Duyurur iki caz parçası arasından biri
Ya gülünç bir yas töreni
Ya toptan bir öldürme.
Belki de
Soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve
Dönüşür ellerimizde kanlı, kırbaçlı
Bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere
Örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı
Ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı
Gözü dönmüş biriyle
O güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
Ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
Damlayan bir musluktur yerine göre
Yoksa bir enkaz altında bir ölüm
Ya da puslu bir havada, bir cinayette
Bir ölüm
Ölümün anlamı ne?
KORO
Sizin hiç korkmadığınız şeyler ya da hep öyle sandığınız
Beslenir kimi zaman da sevgilerle
Çok içten bir selamla ve içten bir gülümsemeyle
işte her sabah rastladığımız birinin
Durakta, yolda, işyerinde
Ya da bir meyhanenin-kuytu bir köşesinde
Yıllarca süren o dostça ilişkinin
Ve hatta bir sevgilinin
Yerine
Kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi
Biri
Kapkara giysilerle, özenti bir zincirle
Öyle
Dikilmiş sorguya çekiyorsa sizi
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Canım en basiti, arkanızdaki bir duvarın
Mineler, sarmaşıklar, o yaban gülleriyle
Örtülü bir duvarın ansızın
Kanlı, kireçli bir taş yağmuru halinde
Korkunç bir silah olduğunu yerine göre
Düşünün
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Ya da bir düşte yürüyor gibi
Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
Sevinçle okşadınız
Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
Tam o sıra kapının zili
Tuhaf şey .. Bu saatte .. kim olabilir ki
Ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
Öyleyse?
Yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
Bırakıp masaya kahvenizi
Kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı
Usulca
Bir kurşun!
Birden o zamansız, o yersiz başdönmesi
Hani av araçları satılan bir dükkân vardı
içi doldurulmuş çulluklar, kardelen çiçekleri
Bir kurşun!
Geçerken uğrardınız, iyiydi, cana yakındı
Yeleğinden çıkmazdı elleri
Bekârdı, umutsuzdu, yalnızdı
Ve belki..
Bir kurşun!
Sormayın kendinize: bir vahşet mi bu, değil mi
Düştünüz sırtüstü yere ve işte avlandınız
Sadece avlandınız
Ağız dil bilmez söylemeyi. ,
Ötede
Islak mavi bir sabahtı.
Gökyüzü
Bembeyaz karanfiller, pencere
Kahveniz, masanız, kahvaltınız
Bir yankı
Ve bütün çay fincanları: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
AĞIT
Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız.
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
Dönüp dönüp arkamıza baktığımız
Bir dünya kalıntısı üstünde
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.
KOROBAŞI
Daha bir süre böyle
Silahlar eleştirecek sizi belki de
işte siz
Toplayıp susacaksınız içinizdeki ölüleri
Bakmadan geçeceksiniz o duvar diplerine
Gözleriniz olacak, yüzünüz, elleriniz
Ne korku, ne kin, ne de yenilme
Ve asıl günleriniz olacak, günleriniz
Duyup da bilmediğiniz. bilip de tatmadığınız
Dünyanın tekdüzenli renginde.
not: tragedyalar toplam 5 tanedir. benim en sevdiğim tragedyalar 3 tür.
türk milletinin savaşçı bir millet olması çok iyi bir argumentum ad nauseam örneğidir. ( bugün o kadar çok türk milleti savaşçıdır entrysi okudum ki yazmak zorunda kaldım.)
türklerin savaşçı bir millet olduğu çocukluğumuzdan beri o kadar çok tekrar edilmiştir ki gerçekten öyle sanırız. tabi bunda kalıplarla, ezberlerle konuşma alışkanlığımızın, anlatılanları sorgulamamamızın da etkisi büyük.
ayrıca savaşçı millet olmak neden iyi bişey olsun onu da ayrıca sorgulamak gerekebilir. (eğer iyi bişey olarak görülüyorsa)
neyse konuya dönelim.
savaşçı millet söylemi durup dururken çıkmış olamaz, heralde bi sebebi olmalı. ben bu işin kökenini araştırmış bi tarihçi yada antropolog olmadığıma göre bilinen tarihe ve akla vurarak sonucu arayacağım.
en yakından başlayarak geçmişe doğru gidelim.
bize öğretilen tarihe göre; türkler 2. dünya savaşına girmedi ve 1. dünya savaşına da almanların ali cengiz oyunları sonucu istemeden,(bu çok enteresan biliyorum ama öyle diyolar) hatta zorla girdi. bütün milletlerin birbiriyle savaştığı bu yılları, böyle savaşçı bir millet neden ve nasıl ıskaladı? demek ki pek savaş canlısı bir millet değiliz. kurtuluş savaşı vb. durumlar dışında mecbur kalmadıkça savaş peşinde koştuğumuz yakın tarih için söylenemez.
savaşa mecbur kaldığımız bu şanlı bölüm içinde dahi dikkat çeken bazı sayılar vardır.
tsk kayıtlarında sakarya meydan muharebesinde ki durum şöyledir.
türk ordusu; 5713 şehit, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 49.289.
yunan ordusu; 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23.007.
bu bilgi cok enteresandır. zira daha çok ölmüş daha az öldürmüş ve daha cok cepheden kaçmış (14268 kayıp,kayıplar savaştan kaçanları ifade eder) olan taraf türk tarafı olmasına ragmen 22 gun 22 gece süren tarihin en uzun meydan savasını kazandık. savas basında orduların mevcutları birbirine neredeyse esittir. (kaçanlar bu meydan muharebesi zaferini bana daha da anlamlı kılmak dışında bişey ifade etmiyor)
bu kaçanlar muhtemlen türk değildir diyip işin içinden çıkabiliriz ama benzeri detayları avrupaya akınlarımızdan(osmanlı dönemi) sonra oradaki köylere kaçmış ve hala aynı isimle (kaçan ama daha sonra oralı olmuş türk isimleri) anılan yerlerde de görüyoruz. kısacası yakın yakın geçmişimizde pek de savaşçı değilmişiz gibi görünüyor.
peki genel olarak baksak?
mesela en uzun savaş fransa ve ingiltere arasında oldu. 110 yıl kadar.
avrupada birbirini katletmemiş bir millet, başkalarıyla savaşılmadığı yıllarda kendileri arasında savaşsız geçen bir yıl bulamazsınız. hem 1 hem de 2. dünya savaşına da katıldılar. peki neden avrupa milletlerine mesela bence dünyadaki en tahlikeli iki milletten biri olan almanlara savaşçı millet demek yerine disiplinli diyoruz. (bu arada bence diğer tehlikeli millet japonlar. bu iki milleti biraz başı boş bırak çılgınlar gibi silahlanıp, organize olup boylarının ölçüsüne bakmadan savaşa balıklama dalıveriyolar)
daha geçmişe bakalım osmanlı-selçuklu döneminin yarısı hatta çoook gerilere doğru gidersen bu coğrafya tarihinin yarısı haçlı seferleriyle boğuşmakla geçmiştir. son derece de doğaldır dönem gücü olanın dünyaya hükmettiği bir dönemdir. osmanlı savaşırken birleşik krallık, fransızlar falan da boş durmuyorlardı.
eee daha geri gidelim. türk toplum yapısı göçebe hayvancılıkla uğraşan bi yapı. sonraları devletler kurup cengiz han, attila vb büyük komutanlar görüyoruz. ancak her millette var zaten benzerleri ki bizimkilere sahip çıkan da çok. çinlisi moğolu herkes bizim komutanlarımız onlar diyolar.
avrupalıların bir roma imparatorluğu var ki devlet savaş makinası olarak dizayn edilmiş. büyük iskender var mesela doğu avrupalı olsada bildiğin savaş manyağı adam. yani bu örnekler her yerde var.
öyleyse ilk başta sorduğumuz soruyu tekrar soralım. savaşçı millet söylemi durup dururken çıkmış olamaz, heralde bi sebebi olmalı. nedir bu sebep?
bence geniş gönüllerin milleti, yüce duyguların milleti, kadirşinaslığın milleti gibi gerçekten bizi tarif edebilecek pek çok sıfat varken (daha uygun sıfatları siz bulun) bu sıfat bize zorla yapıştırılmıştır.
bizden daha savaşçıyken almanlara disiplinli diyoruz çünkü gerçekten öyleler. bizim ise yeni dünya düzeninde bizi ifade edecek en azından bazı boş heriflerin anlayamayacağı derinlikteki özelliklerimiz pek zamana uygun bulunmadığından ve zamana uygun öne çıkacak bi özelliğimiz de olmadığından (sistem milleti, çalışkan millet, üretken millet falan filan) diğer yönlerimize göre en sivri görünen yönümüz öne çıkarılıyor. ve bu güzel duyguların insanları, yerine göre tasavvuf ehli, yerine göre yunus, mevlana, edebali olan bu adamlar savaşçı oluveriyor.
yok arkadaş türk milleti gönül denen şeyi bilen millettir, savaşçılık da pokemon sever ergen çocukların gözünde bir erdem olarak kalsın.
nereden başlasam bilmiyorum. (bu bir yazıya başlamak için hiç de güzel bir cümle değildir.)
oysa büyük bi yazar olsaydım durum böyle olmayacaktı.
"dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır."
ismet özel bu cümleyle başlar "waldo sen neden burada değilsin" kitabına.
"gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir."
böyle başlıyor albert camus meşhur deneme kitabı "sisifos söyleniye". bende onlardan çalarak yazıma başlamış olayım.
kafası biraz çalışan herkesin dünyayla, yaşamla, kendiyle ve anlamakla ilgili bi derdi olduğu çok açık. yaşamın yaşamaya değecek bi yanı olmadığını düşünenlerden/im-dim. günler geçer, geçer, geçer ve biter. ee her şey bi gün bitecekse neden bunca çaba diye düşünürdüm. intiharı düşünmek de pek işime gelmiyordu. (neyse bu başka konu)
oysa nietzsche yaşamda yaşamaya değer bir şey varsa oda güzel bir uykudur derken güldürmüştü beni; bu sözün içini öyle doldurmuştu ki şimdi okusam ağlayabilirim.
zamanla anladım ki etrafımıza konmuş bizi ayakta tutan değerler, hedefler, idealler gün geçtikçe teker teker anlamını yitiriyor. sanki bir fidanın etrafına dik durabilsin, kedi köpek gelip ezmesin diye konan çıtalar gibi bir bir düşüyor veya anlamını yitiriyorlar. bir fidanken, hedefinin bir gün büyük bir ağaç olmak olduğunu sanan, bir kereste olduğumu anlayalı fazla olmadı.
günler, haftalar, aylar, mevsimler üstümüzden geçen bulutlar gibi farkettirmeden, sessizce geçiyorlar. zamanı istediğimiz gibi sayabiliriz ama en kısa zaman dilimi bi süre sonra "an" değil "yıl" oluyor. bitmez bir koşuşturmacanın içindeyiz. herkes bir şeyi yakalamak derdinde. "sanayi devrimini, bilgi çağını kaçırdık bari bilişim çağını kaçırmayalım" gibi laflar ediliyor.
oysa geriye dönüp bakıyoruz ve yaşadığımız yılları hatırlamıyoruz. bilgi çağı mı? ben o sırada hasta falandım sanırım. yada postmodernizm mi? bilmem ki galiba banyoda falan olmalıyım. bi bok hatırlamıyoruz. çünkü geleceği yakalayacağım, bi şey olacağım derken elimizde tüketilmiş bir yaşam ve tabii dilimizde yaşanmaya değmez bir tadla kala kalıyoruz.
bu sebepten hatıra diye sakladıklarımız genelde yaşarken en zor geçen dakikalarımızdır. yerin dibine girdiğimiz anlar, beş parasız olduğumuz günler, terk eden sevgililer elimizde yaşanmış kala kala bunlar kaldı. eee ama nerde o çabalarımız, adam olma uğraşlarımız.
insan gelecek için yaşadığını sanır.
yarabbim sanmak ne hastalıklı bir kelime.
oysaki elimizde sadece geçmiş kalır. geleceğe hazırlık denen şey olsa olsa geçmişe yatırım olmalıdır. geleceğe yatırım ise ayıptır.
allahım geleceğini planlayanlara akıl fikir ver. bi plan yapılacaksa geçmiş planlanmalıdır.
dert edineceksek illaki, dönüp bakıyorum da geçmişim bom bok böyle devam edersem de öyle olmaya devam edecek, geçmişimi düşünmem biraz planlamam lazım falan demeliyiz.
-mesela şöyle geriye dönüp bakınca hatırlayacağım güzel bir kadın olsun
-ölüp gitmeden babamı geçmişime eklesem mesela birlikte sandalla açılsak ne bileyim balık falan tutsak fena olmaz sanki
-yada ne bileyim bir yara izi edineyim anısı olan
-barın üstüne çıkıp şarkı söylediğim bi günüm olsa geçmişimde fena durmaz hani
-hava da müsaitken acaba -10 derecede dağ başında arkadaşlarla sucuk ızgara yersiz mi olur
-üşengeç bir insan olmama rağmen bursa yada istanbula mı gitsem "haftasonu bursa ya geliyorum karşılayacak yazar var mı zirvesi" mesela geçmişimde olsa hoşuma gider mi
-gerçekten istiyorsan geçmişinde dil bilmek, 10 farklı milletten insanla yatmak gibi şeyleri de planlayabilirsin
zamanın hippileri, daha sonra "carpe diem"i motto edinmiş olanlar falan bence olayı hissetmişler ancak geçmişi planlamamışlardır. gençlik yıllarımda bulutsuzluk özlemi dinlediğim zamanlar oldu. "evet evet" diye bir şarkıları vardır. "Dedi her şey ama her şey şuan da yarın yok ki" şarkının teması kısaca bu dizede özetlenmiştir.
evet gerçekten de yarının olmadığını fark etmiştik. ancak şu an denilen şeyi ıskalayarak. şu an aslında geçmiştir. bunu anlatmanın kolay bi yolu yok sanki. şu an sen neysen ne yapabilir durumdaysan bu geçmişle ilgilidir. şu an sen gelecek planların değil geçmiş yaptıklarınsın ve bütün elinden gelecek ne varsa o şu ana kadar dönüp baktığında gördüklerinle ilişkilidir. ne yapıp yapamayacağını geçmişin belirler. şu anı istediğin gibi yaşayabileceğin yalandır. ancak geçmişinin elverdiğince yaşayabilirsin. bu sebeple yarın yoktur, şu an kontrol dışıdır ve tek gerçek ve dolayısıyla tek üzerinde kafa yorulması gereken şey geçmiştir.
hadi şimdi eski aşklarını düşün desem yapabilir misin? yapabiliyorsan geçmişinde var diyedir.
bu yazıyı buraya kadar okuduysan bu da geçmişinle ilgili şu anda bu yazıyı okumak istesede okuyamayacak milyonlar var.
ağaçlar mesela geçmişlerini meyvalarına yazarlar. bu sebeple şeftali çekirdeğinden armut filizlenmez. tohum bitkinin "şu an"ıdır. ne isterse o olamaz.
gelecek için yaşamakla geçmiş için yaşamak arasında seçim yapmak, yaşamak ve yaşayamamak arasında seçim yapmak gibidir.
önce fark etmeli sonra mümkünse seçebilmelidir. mümkünse çünkü aynen şu anda geleceği nasıl kafana göre planlayamıyosan geçmiş de kafana göre planlanamaz. öncelikle zamanın olmalıdır. nakte çevirmek zorunda olmadığın zamanın kaldıysa tabii. yada naktin olmalıdır. tanrım herşeyi nasılda çarpıtıyorlar. vakit nakit dedikleri şey geriye dönüp baktığında hatırlayamayacağın bi hale soktuğun hayatının karşılığında verilen paradır. talih denen zilli böyle zamanlarda lazım olur ama malum o da ya gösterir de vermez yada verecek olsa senin ki kalkmaz, ne bileyim regl falansındır.
bu şekilde bakılınca geçmiş gelecek iç içe girmiş gibi görünebilir. ancak durum öyle değildir. aslında bu kavramlara takılmadan işin özünü kavramak en güzelidir ama biraz daha netleştirelim.
gençlik yıllarında geleceği planlarsın. aslında bu bi anlamda geçmişi planlamak olarak görülebilir(gelecek de bi süre sonra geçmiş olacağı için) ama değildir. geleceği planlayan adam emekli olacağı gün için çalışan adam gibidir. çalışır, biriktirir ve emeğinin karşılığını alır. kabak gibi bi dinginlik. huzur içinde, ele güne muhtaç olmadan ölme hakkı.
oysa geçmişi planlamak gelecekten çalmayı gerektirir. mesela emeklilik biraz gecikir. işsiz yıllar olur bazen ne bileyim bi söğüt gölgesinde bir yıl uyumak falan girer araya. emeklilikte ege sahillerinde yerleşilecek yazlığın parası ege sahillerinde 25 yaşından itibaren çatır çatır yenmiş olabilir. ki o para yenmişse ege sahillerine yerleşmek gibi bi düşünce emeklilik için akla gelmez. çünkü ilk bölümlerde yazdığımız gibi şu an ne olduğunuzu ve nasıl düşündüğünüzü geçmişiniz belirler. geçmişi doyurduysak şu an bulunduğumuz yer durup dinlenmek için hiç de fena bi yerde değildir.
bazılarına her şey sona ererken dank eder bir hiç için yaşadığı. elinde para ve tüketilmiş yıllardan başka bir şey yoktur. 50 yaşından sonra saç uzatıp kovboy çizmesi falan giyer. motor alıp karı kız peşine düşer bazısı. annemin deyimiyle "gündüz uçamayan kuşlar gece pırpır eder"
okullar falan okuyoruz hep gelecek için ya hani. aslında hepsi geçmiş içindir ve geçmişle ilgilidir. onca sınavlar dersaneler stresli yıllar okuduğumuz okulları yaptığımız işleri bir cv'nin(curriculum vitae) üzerine yazıp iş verene göstermek içindir. (okuduğunuz okul ise sadece ilk işe girişte önemlidir sonra kimse umursamaz. sanki umursasalar ne olacak ki. bi bakarsın sen dirsek çürütürken işe başlamış -alaylı- bi adamın hayatına seninkiyle aynı değer -maaş- biçiliyor.)
herkes bizim geçmişimizle ilgilenir geleceğimizden ise bekler. geleceğinin istediğin gibi olmasının yolu istemediğin bir geçmişe sahip olmaktan, pişmanlıklardan ve keşkelerden geçer. ve malesef o istediğin gelecek hiç gelmeyebilir yada yol erken bitebilir.
aslında işlerin en sıkışık, en dar olduğu, en tempolu çalışmanız gereken zamanlar tam da güzel bir molayı hak ettiğiniz zamanlardır. mesela kumkapı sahilindeki seyyar çaycının yanına bi tabure çekip telefonu kapatmak, dünya umrunda olmayan liseli aşıkları izlemek(hayatının en anlamlı işini yapıyorlardır), yaşlı birine genç olsan napardın diye sormak bayarsa hemen ordan kaçıp nargile falan içmeye gitmek gibisi yoktur. bırak yetişmeyen işleri için götlerini yırtsınlar. "başarılı" ahaha allahım başarılı olmaktan beni koru.
hayatta başarılı olunmaz; ya başarılı olunur ya da hayatta.
sonra bakın etik ahlak vb duygularımız bile hep geçmişe atıfta bulunur. onurlu bir hayat derken gelecekten bahsedilmez. onurlu bir hayat olsa olsa yaşanır ve geçmişe kalır.
ama şerefsizliklerin alayı gelecek için yapılır. ygs lgs falan sınavında soru çalanlar ne biliyim şifre falan kullananlar hep gelecek için yapmışlardır. evet belki boğaziçi elektronik falan okuyacaktır ama bi süre sonra elinde sadece geçmişte kalan beş para etmez adamlığı kalır. gelecek bedenini, yaşamını aldığı yetmiyormuş gibi verdiği üç kuruşluk umuda bakmaz ruhunu da ister. gelecek korkusu insanı insanlığından eder.
bu konuda söyleyebileceğim çok şey var aslında ama lafın çoğu aptala söylenirmiş. bu konuyu hak etmediği kadar yavan işlediğim için siz, kısa kestiğim için konu kusura bakmasın.
geçmişimizi bir gözden geçirip, kalan ömrümüzde hatırlayabileceğiniz bir geçmişe sahip olmak, en azından gülümseten hüzünlendiren anılara, ne biliyim hangi duyguyu seviyosan işte onları daha sıklıkla yaşamış bir geçmişe bakmak mümkün olabilir mi? belki..
kısacası geçmişinizi planlayınız(lan bu da olmadı amk aslında, ne planı gerekeni yapın işte).
(tabiki bu bir yazıyı bitirmek için hiç de güzel bir cümle değildir.)
dur tanım yazalım da geçmişimizi s..mesinler; gelecek için yaşadığını sanan kişinin durumun tam tersi olduğunu kavradığında söylediği sözdür. (açılmak istenen başlık sığmadı idare ediver)
ben yeşil bir su içtim on sekiz
emirgan'da içtim temmuz'da
bütün karadeniz akıyordu
rüzgar çözülmüştü ay yoktu
işte ben klor içtim on sekiz
bıyıklarımdan damlata damlata
büyük rezilliğimizi içtim
saat yirmibir demesin içim çöl
gözlerimi mumlar gibi söndürüyorum
sarhoşlar gitti on sekiz gitti
istinye'de gemiciler kahvesindeyim
avuçlarımda kurukafa işareti
oksijeni eksik bir başka gökteyim
başka bir karanlığa kan veriyorum
az sonra böbreklerim dökülecek
yabancı bir ıslık elektriklerde
rüzgar dudaklarımı kesiyor
şimdi git on beş yıl önce gel
yalnızlar sokağında bekliyorum
tırnak uçlarımdan kan sızıyor
kan burun deliklerimden sızıyor
bütün camlarım kırılmış yorgunum
bir elektrikli gitar ulumaya görsün
aseton kokuları gelmesin
bir kadın sesi boşalmasın kulaklarıma
plastik bir merih gecesindeyim
serüvenlerin tutsağıyım yenilmişim
çiğneyip tükürdüğüm yoksa korku mu
yoksa bıyıklarımı kirleten bu yeşil
fosforlu saat kadranlarına eğilişim
akşam gazeteleri çıktı mı titremek
içimdeki filmin artık koptuğu mu
sen bakma bulutlandığıma on sekiz
s.o.s. ne demek biliyorum unutmadım
çanların kimin için çaldığını unutmadım
yeşil bir su içmedim mi şekersiz
klor kokuyor klor elim ayağım
dinamit kasalarına giriyorum
fransız afrikası'nda iş arıyorum
cezayir'de kurşuna diziliyorum
ölüm sarhoşluğundan bıkmadım
kadehini kaldır on sekiz bir daha kaldır
yıkılsın bu temmuz bırak ayaklarına
kafesinden çıkar yürek diye taşıdığını
köprülerini at gemilerini batır
ellerini ellerimin üstüne koy onsekiz
sen de bir ıslık uydur devrik ıslığıma
ömrümüzü bir suç gibi ayarlamadık mı
ağır bir hüküm giyer gibi öleceğiz
uzun zamandır tanıdığınız biri olabilir, sevgiliniz olabilir, yeni tanıştığınız biri olabilir. fark etmez sevgili okur neticede yanınızda eğersiz binilecek cinsten bir kızıl derili atı vardır ve illaki bir de tesis sorunu. senin evin illaki o gün kullanıma kapalıdır. evde kimbilir ne bekliyodur, belki de kendine ait bi evin yoktur. otel falan desen katiyyen olmaz barda tanıştığın kıza bile bu muamele yapılmaz.
entry icabı geriye tek seçenek kalıyo hacı. (zaten bi tek bu seçenek kalmasa bu entry olmaz.)
hemen bu sorunu çözmek, elin taşıyla elin kuşunu vurmak için size gidelim dersin. ya bilmem ki olur mu? benim ev annemlerin eski evi. bilmiyoruum kiee.
ve yola koyulursunuz. kızın evinin önüne bi gelirsin ki. o teklifi eden kafanı taşlara vurasın gelir.
komşu evlerden o girmeniz gereken kapıyı görecek kaçtane pencere, kapı, kapı önü, balkon varsa hepsinde en az bir çift göz birden size zoomlanır. kendi halinde top oynayan çocuklar, seksek oynayan kızlar, ağlayan çocuklar bile birden susar ve size bakar. mahallede dönen bütün dedikodu ve muhabbetler bıçak gibi kesilir. herkes size bakar. her hareketiniz izlenir.
o güzel insan birden ürker.
-ya ahmet amcalar bile bize bakıyooo.
+ya bu ne amk. herkes sokakta, senin evde maşallah istanbulda mahalle hayatı yaşanan son yerde
-şimdi geri dönsek de olmaz ki, inmem lazım
+ ahmet amcanın amk. iyi in. istersen alt sokakta bekliyim seni?.. falan dersin ama artık iş işten geçmiştir. bu noktadan sonra ne yapsan olmaz, zorlamamak lazım. ancak bundan dersler çıkarttık mı önemli olan odur.
not: olay, yer ve hikayede adı geçen kişi isimleri tamamen uydurmadır. *
ssgnin yazarlarını tuvalet kağıdı değerinde gördüğünü kavradığımız şu günlerden sonra hala ben ekşi sözlük yazarıyım diyebilecek gebeşlere denilecek sözlerdir.
"mezhebin çok genişmiş yavrum güle güle kullansın ssg abin" diyorum ben bu yazarcıklara.
fransızca "verite de la palisse" mealen la palisse gerçeği. fransız romancı jacques de la palice'in mezar taşına yazılan yazının yanlış okunmasından ortaya çıktığı için bu isimle anılır. yada ona yazılan bir şiirin yanlış yazılması yada okunması.*
yadsınması mümkün olmayan bu sebeple de söylenmesi abesle iştigal olan gerçek manasındadır.
"ölmeden 15 dakika öncesine kadar yaşıyordu."
"halamın taşakları olsa amcam olurdu" gibi gerçeklerdir.
bu tekniği ülkemizde en iyi uygulayan kişi hiç şüphesiz ünlü spor yorumcusu ömer üründül abimizdir.
"ceza sahasında düşürmese penaltı olmazdı" gibi hayretler içinde kaldığımız yorumları hep birlikte hatırladık.
la palise gerçeğine verilecek en temiz cevap "ne olacağıdı ya" dır.
konu david lynch yada bir lynch filmi olduğunda, düzenli hikaye anlatımına, en azından bir hikayeye alışmış sinema izleyicisinden ve buna bağlı olarak sözlük yazarlarından şöyle şeyler duyarız.
-abi 5 kere izledim hala hiç bişey anlamadım
-hacı adam zaten anlamayalım diye yapıyo anlaşılmayınca da büyük yönetmen oluyo
-yav anlaşılmayacak ne var ilk izlememde anladım, bence çok basit
-david lynch'e sünnet düğünü çektirmek
-hiç bi şey anlamadım ama güzel film
burdan yola çıkarak hem lynch sinemasını (ki sinema 7. sanat olarak da bilinir) ve sanat eserini tartışıyoruz.
bence sinemaya sanat diyeceksek en büyük paylardan biride lynch ve lynch gibi sinemayı bir hikaye anlatma şeklinden çok yazılamayanları anlatma, hikayeyi hissettirme ve tabiki izleyicide iz bırakma derdinde olan yönetmenlerindir.
soyut olanla uğraşmak bütün sanatların ilgi alanı ancak bir ruh hastasının, şizofrenin, delinin gözünden hayata, eşyaya yada olaylara bakmak ancak lynch gibilere kısmet olmuştur. en önemlisi soyut olanı hiç kimsenin yapamayacağı bir şekilde somutlaştırmış, hissedilir, duyumsanır hale sokmuştur.
Suyun Sızladığıdır
--spoiler--
Sızıyı gideren su.
Suyun sızladığını kimseler bilmez.
--spoiler--
ismet Özel
yorgun serüvenci
--spoiler--
ben yeşil bir suç içtim onsekiz
emirgan'da içtim temmuz'da
bütün karadeniz akıyordu
rüzgar çözülmüştü ay yoktu
işte ben klor içtim onsekiz
bıyıklarımdan damlata damlata
büyük rezilliğimizi içtim
saat yirmibir demesin içim çöl
gözlerimi mumlar gibi söndürüyorum
sarhoşlar gitti onsekiz gitti
istinye'de gemiciler kahvesindeyim
avuçlarımda kurukafa işareti
oksijeni eksik başka bir gökteyim
başka bir karanlığa kan veriyorum
az sonra böbreklerim dökülecek
yabancı bir ıslık elektriklerde
rüzgar dudaklarımı kesiyor
şimdi git onbeş yıl önce gel
yalnızlar sokağında bekliyorum
tırnak uçlarımdan kan sızıyor
kan burun deliklerimden sızıyor
bütün camlarım kırılmış yorgunum
--spoiler--
attila ilhan
bu dizeleri okuduğumuzda da (en azından ilk okuyuşta) birşey anlamayız. ama güzel olduğunu bilir ve hissederiz.
bu farklı sanat dallarındaki anlam veremediğimiz, normal olmayan yada somutlaştıramadığımız ancak hissettiğimiz şeyin adı estetiktir. estetik bir sanat eserinin olmazsa olmazıdır ancak tek unsur değildir. gerçek şu ki estetiğe ilgi insanda doğuştan olmakla birlikte son derece hamdır. eğer geliştirilmezse sanat eserine bakar ve ben bunu anlamadım olmamış diyebilir. yada anlamak için kıçını yırtabilir. sanat eserine baktığında insan fark etmeden değişir.
"intihara karar vermiş bir genç tesadüfen bir resim sergisine girer. renoir'in sergisidir bu.
gördüğü tabloda
bir gök
bir su
bir kadın vardır.
dünya ne güzelmiş az daha intihar ediyordum demiş."
bazen değişim bu denli fark edilir olur.
sanat eserinin birşeye benzemesinde de sakınca yoktur. kesin olan birşey varsa estetik olmalı ve sanatçının eli hissedilmelidir.
bir manzara karşısında kötü ressam gelir o manzaranın ta kendisini yapar, iyi ressam kafasındakini yüreğindekini.
bakın sinemayla ve anlamla ilgili david lynch ne diyor.
"sinemayı seviyorum çünkü bazı şeyleri yazarak anlatamazsınız."
"sinema soyut olanı anlatabilen bir dil hikayeleri seviyorum ama ben bir hikayeyi değil bir hissi anlatıyorum"
"Herşeyin ne anlama geldiğini ya da nasıl yorumlanacağını bilmemek daha iyidir, aksi takdirde olayları kendi akışına bırakmaya korkarsınız. Psikoloji, gizemi ve büyü niteliğini yok eder. Anlamlardan konuşmak beni çok rahatsız ediyor. Çünkü anlam çok kişisel birşeydir ve herkese göre değişir..."
"Hollywood da hep geleneksel tarzda filmler yapılıyor. Öyküleri herkes anlıyor ve herkesin anlamadığı küçük bir nokta bile olsa telaş başlıyor. Ama işin asıl ilginç yanı, daha soyut kavramlarla uğraşmaya başlayınca ortaya çıkıyor. Sinemanın asıl büyüsü, gücü içgüdülerle hissetmekte, insanların tuhaf ve unutmayacakları bir hisle filmden ayrılmalarını sağlamakta yatıyor..."
"Zihniniz birçok harika ve güzel şeyi dizginleyebilir. Mantık ve sebep aramaksızın her zaman başka birşey, görünmeyen birşey mevcuttur. Dünya sonlu olmaktan çok, sonsuz bir yerdir. "
"Gizemi ve bilinmeyeni severim, neler olup bittiğini bilemediğim için karanlık ortamları da Dış görünüşün altında bir şeyler saklı olduğu fikrinden hoşlanıyorum ve sanırım insanlar bilmedikleri bir şeyi veya daha önce hiç bulunmadıkları bir yeri seyretmeyi seviyorlar."
david lynch filmlerini onlarca kez izledim ve sürekli çözmeye çalıştım, kendimce çözümler de buldum ama dehasını ve sanatını düşündükçe aldığım zevkin yerini hiçbir şey tutamaz.
kırmızının, mavinin, dumanın, sarı şeritlerin, perdelerin, kabusun ve kaosun yönetmenidir o anlamaya zorlanmak zevktir.
sanat dendiği zaman ilk aklıma gelen ve çok sevdiğim bir anektod vardır. onunla bitirelim.
picasso'ya sormuşlar
- üstad, bu ne biçim balık
+ o balık değil resim
demiş.
her şey önce aklı bir yere raptetmekle başladı, aklı rehnetmekle. tek bir söyleme biat etmekle, üzerinde düşünülmüş bir fikre bile değil uzayıp giden sloganların gözleri karartmasıyla başladı, herşey. artık duyulan her söz, okunan her yazı, yapılan her sohbette adım adım cephe tahkim edildi. dünyada iki bilemedin üç tip insan vardır artık. biz vatan, millet severler ve onlar. biz demokrat, yenilikçiler ve onlar. biz iyiler ve onlar. onlar ki hainler, din düşmanları, bölücüler, vatan satıcılar.. işte ne olması gerekiyorsa işte onlar.
ancak aklı bitirmekle iş bitmez. vicdan ordan dürter durur, çünkü bazen kardeşindir onlardan biri, çok sevdiğin bir arkadaşındır. bu vicdanla bu iş yürümez. onada bir yol bulunur hemen. "ayrımcı vicdan" , biz ve ötekiler vicdanı. merhamet, adalet bizim içindir öteki herşeye mübahtır vicdanı. kendi yavrusunu beslemek için ceylan yavrusunu boğazlayan aslan haklılığı.
bu yüzden bundan daha iyi hiç olamayacağız. bu günün mazlumu yarının zalimi olmaya namzet. başımızdaki zalimlerden kurtulsak ne olacak ki zulüm hüküm sürdükçe zalimin ismi değişecek. düzen aynı düzen. şimdiden meydanlarda sözler veriliyor eğer seçimi kazanırsak bu düzenin kökünü kazıycaz deniyor, bir başkası yüce divan diyor, bir başkası hesap sorucaz diyor. sırayı devralan zulme devam edecek ne güzel. bu sözleri duyunca ağzımızdan köpükler çıkartarak bağırıyoruz, coşuyoruz. bu zalimlere zulmedilmesinin hayali ile yaşıyoruz. hepimiz nefret edilecek bir kişi, kavram, düşünce beğenmişiz ne güzel..
birde bugünün zalimlerinin şakşakçıları var tabi. bunlar dünün mazlumları..
büyük bölümünde tecavüze uğramış olmaktan edinilmiş bir stockholm sendromu, zulmedeni bi koruma kollama görevi edinmiş kişilik bozukluğu, "elleri hasta elleri, yüzleri hasta yüzleri".
kurtulamadık gitti şu kepaze hayattan..
açıklama: bu yazıdan bir kaç ay sonra akp seçimi kazanır ve stockholm sendromu meşhur olur. ancak bu yazıda o anlamda kullanılmamıştır. çünkü ben bu insanlar süleyman demirel'i yeniden seçseler de onları suçlamam.
malum uyduda startv şifreli, şifresini girmiştik ama değiştirmişler demekki. maçı izleyemiyoruz. startv'nin sitesi çalışmıyor, yoğunluktan ellem. bi yazarımızdan internet üzerinden izlemek için link aldık. ve dil arapça çıktı.
ilker yasin'e kurban olurum kurban. bi maç spikeri bi saniye susmaz mı arkadaş. bir hararetli bir hararetli sorma gitsin. top en alakasız yerden taca çıksa bile bizde messi kaleciyle karşı karşıya gerginliği oluşuyor. ulan ne anlatıyo olabilirsin 45 dakika bunu düşündüm. maç falan zaten mundar oldu onu geç.
fikrim şu, "messi topu aldı" gibi basit bi cümleyi arapçaya çevirmeye kalkınca "vela tahsinillezi messiiii yaa gurbaaa.. messi yaaaa gurbete fevkul aladennebarikeeee valala vallaaa" diye cevriliyo olmalı.
birde futbolla ilgisi olmadığını sandığım yerlere giriyo babuti. hissettiğim kadarıyla dini futbola alet ediyo adam. surekli bir allah, eşşhedü, estağzuuu, durumları var. malum bizde alışmışız bayram namazından falan mevzuya yabancı değiliz. her pozisyondan sonra elimizi yüzümüze sürüp, amin der buluyoruz kendimizi. günahı boynuna bu gecemizi ihya etmiş olmamız lazım. tevekkeli değil wembley e futbol mabedi diyolar.
Birgün, bir yağmurla garip garip
-Çoluğu çocuğu terk edeceğim.-
Bir sevgiyle doymayacak kalbim,anladım
Alıp başımı gideceğim.
....
....
Birgün, bir parkta otururken, biliyorum
Bir el yağmurla dokunacak omuzuma
Bir çift göz,bir davet, bir kalp
Çoluğu çocuğu terk edecegim.
Yapraklar dökülecek, çiçekler solacak
Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak
Toprak ve insan kokularıyla,
Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için
Başımı alıp gideceğim.
metropolde yaşayıp, trafik, stres, plastik tadında ilişkiler yaşayan herkesin yapmak istediği şeydir. ne zaman bu şiiri okusam başımı alıp gitmek isterim.
öncelikle çok ciddiyim.
öyle dertliyim ki. naapsam bilemedim, bu gerçeği içimde tutsam bi türlü, dışa vursam gülen eden olacak. üniversiteye hazırlanan çocuklar dahi gülecek daha fenası kafası karışıp sınavda başarısız olanlar olacak. özel msj butonum sürekli yanacak. "senin sonsuza kadar amk" diycekler. "seni doğal bir sayıymışcasına katlamak istiyorum" diyen olacak.
dahası matematik bilimi etkilenecek,o etkilenmekle kalsa iyi mimarlık, müendizlik sınıfları boş kalacak. ekonomi maazallah imf nin üstüne çökecek.
ama dayanamıyorum artık babuti. ne zaman sayı saymayı yeni öğrenmiş bi çocuk görsem boğazım düğümleniyor.
çocuk sayıyor. "biy, iki, üç, döyt,.. " ben devam ediyorum. ....88,89,90,...n" bulacam o son sayıyı bi gün, uygun bir laboratuvar arıyorum.
evet tanım meraklısı kerolar; "n" sonsuz değildir, işte bu yazıda ispatıdır.
şimdi bazı aklıevveler diyecek kafadan, başlık sıçmış. zinhar adetim değil, bu hususta en buyuk yardımcım cin gibi adam einstein, ölümünden yıllar sonra baska bir pozitif bilmin de birlikte amk onurunu yaşayacağımız, tarama özürlü büyük insan.
klasikçiler ne diyordu efendim, (mekanik, momentum.. yazdırma bana bi dünya formül bizim oğlan, babasını veriyim gerisini sen idare et. f=m.a ) bi cisme ne kadar kuvvet uygularsan ivmesini o kadar artırırsın. eeeee? ivme arttıkça hız artar. eeee? nee eeee si amk yani hızı sonsuza kadar artırmak mümkündür. demiyolar mıydı? sorarım size? diyolardı diyolardııı.. nooldu içlerinde patladı. ışık hızı saniyede 300bin km hacı ötesi yok.. bizim cin gibi çocuk einstein bunu oturduğu yerden bulmadı mı? ee hadi ışık hızında hareket eden bir seye biraz daha kuvvet ekle de 300bin1 km yaptır. adamın götünden kan alırlar kamil kaaan.. yaaa yaaa...
du matematiğe geliyorum az sabret.eee ama mantıklıydı kuvvet uygula, ivme artsın, ivme artınca hız artsın.. pff
şimdi matematikçler ne diyo? "1,2,3,4,... n" istediğin kadar bir artırarak sonsuza kadar gidersin, demiyo mu en doğalı bunların... diyolar babuti.. kıvıracak bi yanı yok yıllardır böyle bunlar.
pekii bu sonsuzu adam gibi ifade eden bi allahın kulu var mı? yok! yok amk.
şimdi "n" sonsuz mu hacı.. ee ozaman 2n ne amk? bi öğrenmişler sonsuzun yanına sayı yaz allah sayı yaz. 4n,5n... böle gidiyo hacıı.. lan amk zaten sonsuzdasın nereye gidiyon daha..
hacı ya bana sonsuzu tanımla yada sayıları bi yerde bitir artık amk. yok öle n= 2n= 15n duvara duvara vururum senin kafanı.
karpuz = 2 karpuz= 15 karpuz diyoz mu biz.. demiyoz.. ozaman sende demiycen.
bak bu sonsuz konusunun tutarsızlıgı ile ilgili sonsuz örnek var haa. zaten bunlar kapışıyolar aralarında arada bir.
hele bi tanesi -(eksi, evet eksi bence negatif sayımı olur.) - sayı diye bişi yoktur demişti. has adamdı, çekirdeksiz üzümdü benim iki gözümdü lakin fare zehriyle öldü.
konuyla ilgisiz gibi ama
--spoiler--
çok kafa yorma ilk okuyusta anlamazsan kasma saçma bi durum tespiti var işte.
hacı valla kuralı koymuslar sonra şah mısın şahbaz mısın diye takılıyolar. bak şimdi 3/2 birden büyük dimi 1.5 eder. 3/-1 birden küçük amk. ee -1, 2 den küçük deilmi olum. 3 ü 1 e bölsem bile 3 çıkar 1 den büyük. daha küçük bişeye bölüyorum 1 den küçük çıkıyo. neyse bu başka bi konu adam haklı yani onunçün yazdım. -(eksi) sayı yoktur amk.
--spoiler--
o sebepten mantığını süzgeçten geçirdiğiminin teorisyeni eksi sonsuz diye bişey de yoktur.
bide rahat bırak amk her tuttugun sayıyı sonsuza götürme hevesini s.kicem.
hayır benim kızdığım konu, zaten sonsuz böyle sıkıntılı mevzu değilmiş gibi ikide bir neymiş "a sayısı sonsuza giderken"
he olur, işin içinden çıkamayınca kimsenin kafası basmıyo diye hemen sayıyı sonsuza yolla. sonra orda çarp böl limitdi integraldi.. nasılsa sonsuz amk kim ne diyebilir.
matematik bölümünün tozunu yutmuşları uyarıyorum. sen tozunu yuttuysan bizde hergün kapısında manita bekledik. teorem ıspat derken nasıl matematikten sogudugunuzu ezber manyağı tipler oldugunuzu biliyorum. uzun uc kutularının arkasına teorem yazarak sınıf geçip bana matematikçiyim diye gelme koçum. o teoremler bende boy boy anladın sen..
yada uyan artık belki matematiğin einsteinı sen olacaksın amk.
velhasılı vicdan sahipleri, can dostlarım, babutiler, bundan yıllar sonra delikanlı bi matematikçi çıkıp bu kardeşinizi doğrulayan bir teorem getirip ıspatlayacak ve yeni banknotlarda cahit arf ile yanak yanağa resmimi göreceksiniz.
hadi bakalım. bi bok yedik ama altından kalkabilecekmiyiz. böyle özel bi şairi yazarken de yazının üslubunu düşündüm. edebiyat tarihçisi gibi yazsan bayar. lay lay yazsan yazının atmosferinin üstüne kelebek kondurmak söz konusu. simdi kafa bi milyon olmuş zaten orhan veli çarpması yaşıyorum. ciddi ciddi bir yazı assada sizi bekliyor lay lay yapamıycam yersen.
olmazsa bunuda meraklısı okusun.
orhan veli için herkes ne derse desin (hayat dolu bir haylaz, anı yasayan bi hayalperest, çulsuz bir kazanova müsvettesi) şiiri bakımından devrimci ve solcudur demek yanlış olmaz. ayrıca şairin kısa yaşamı içinde dünya görüşünün ve buna bağlı olarak şiirinin nasıl dönüştüğüne de belki başka bir sanatçıda göremeyeceğimiz kadar yakından tanık oluruz. bu dönüşüm görebildiğim kadarıyla 2. dünya savaşının, genç türkiyenin maddi zorluklarının zamana kattıgı biraz zor ve kaotik atmosferiyle de ilgilidir.
--spoiler--
Haydi, benim bu dünyaya garip gelmiş şairim,
Yolun açık ola!
gerçekten zor şartlarda yaşamış bir insandır. fakirdi kelimesi tam ifade etmiyor yaşamını.(ne tam ifade ediyorsa onu yaz o zaman değil mi? bazen bu tip kalıp cümleleri anlamakta zorlanıyorum)
orhan veli şiirinin önce özetleyelim. orhan veli diyince akla garip akımı gelir. melih cevdet ve oktay rıfat'la birlikte eski edebiyatın hatta tarihin terk edilmesi gerektiğini savunur. şiir o gün sokakta konusulan türkçe ile ancak batılı (fransız) formda yapılmalıdır. bu bakımdan şiirleri gelenekçi ve geleneği terk ettiği dönem olarak ikiye ayrılabilir. aynı zamanda bu dönemler içerik bakımından da ayrılır. gelenekçi dönemde dini terimler hatta şu anda hiç birimizin haberi olmayan kurandan ayetlerin iç yüzü şiirlerinde olumlu anlamda kullanırken daha sonra bu dönüşüm içinde dine ve batılı olamayan topluma da yabancılastıgını goruruz. adeta bir kaçıştır bu gördügümüz, hatta yalnızlıga kaçıştır.
--spoiler--
Undan bize de pay, bize de pay,
Koşun, buğday dağıtıyor Yusuf.
Undan bize de pay, bize de pay,
Çökmeden sonu gelmiyen küsuf.
Eriyecek tencerede kalay,
Çocuklar ağlaşmasınlar dağda.
Eriyecek tencerede kalay,
Yetişmiyecek Ömer imdada.
buğday şiirinde kuranda ki yusufun hikayesi anlatılır.
hikaye kısaca; Bir gece kral rüyasında yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görür. Bu rüyayı Hz. Yusuf yorumlayarak yedi yıl bereketli günlerden sonra yedi yıl da kıtlık olacağını söyler. Vezirliğe getirilmesinden sonra bolluk günlerinde buğday ambarlarını doldurur. Kıtlık yılları gelince de bunları halka dağıtır.
devamında da hz. ömerin yaşlı kadını cocuklarını doyuracak birsey bulamadığı olaya gönderme vardır.
cok da onemli değil aslında babuti.. şimdi örneklere falan girsem bi dünya yazı tutacak. kısaca şair muhafazakar damarlarını zaman içinde tamımıyla kesmiştir. bu muhafazakarlık boslugunu ise günü yasama ve andre gide'e gondermeyle dünya nimetlerinden faydalanma olarak anlayabiliriz.
bu peşrev biraz uzun oldu ama şimdi şairin yalnızlığı ve kaçışına girebiliriz.
şair nereden niye ve neye kaçmaktadır. Yaşadığı günden, Gelenekten, toplum değerlerinden bütün gücüyle Çocukluğa, Aşka/kadına, Ölümden/ölüme, Hayal ülkelerine ve tabiki toplumdan umutsuzluğu sebebiyle yalnızlığa kaçmaktadır.
Kendisine "Bakma fakirmisim, kimsesizmisim" der ve "Yalnız bende degil yalnızlık hali" diyerek teselli olur. ve yalnızlıgın şiirini yazmadan da olmaz elbette..
--spoiler--
Bilmezler yalnız yaşamıyanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
insan nasıl konuşur kendisiyle,
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret Bilmezler.
çok afedersiniz ama şimdi bu bile adamın amk yetmez mi?
döneminde kendisi ve şiirini inkar eden kadar takdir edende vardır. hatta sık sık bu konuda fikir değiştirenler görülür.
--spoiler--
Garibim;
Ne bir güzel var avutacak gönlümü
Bu şehirde,
Ne de bir tanıdık çehre;
Bir tren sesi duymaya göreyim
iki gözüm
iki çeşme
--spoiler--
Tren Sesi
Zaman zaman yalnızlık, sikayet edilen bir olgudan daha çok ozlem duyulan bir kavram olur. Orhan Veli, insanın gölgesinden bile ayrı yaşacağı bir yer aradıgını soyleyerek yalnızlık ozlemini, kinayeli bir istekle çarpıcı hale getirir.
--spoiler--
Bıktım usandım sürüklemekten onu.
Senelerdir, ayaklarımın ucunda;
Bu dünyada biraz da yaşayalım,
O tek başına,
Ben tek başıma
sık sık çocukluguna kaçar, geçim sıkıntısı çekmediği bir dönem malesef yok gibidir.
--spoiler--
Küçüktüm, küçücüktüm
Oltayı attım denize
Bir üşüşüverdi balıklar
Denizi gördüm.
Bir uçurtma yaptım, telli duvaklı
Kuyruğu ebemkuşağı renginde
Bir salıverdim gökyüzüne
Gökyüzünü gördüm
Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım;
Para kazanmak gerekti;
Girdim insanların içine
insanları gördüm
Ne yardan geçerim, ne serden
Ne denizlerden ne gökyüzünden ama
Bırakmıyor son gördüğüm,
Bırakmıyor geçim derdi
deniz, ağaç ve gökyüzü şiirinin önemli simgeleridir. deniz uzak diyarları, kaçısı, gökyüzü dinginligi, huzuru, ve ağaclar mutlulugu remeder.
--spoiler--
Gemliğe doğru Denizi göreceksin;
Sakın şaşırma
--spoiler--
--spoiler--
Deli eder insanı bu dünya, bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç
--spoiler--
--spoiler--
Denizlerimiz var, güneş içinde;
Ağaçlarımız var, yaprak içinde;
Sabah akşam gider gider geliriz
Denizlerimizle ağaçlarımız arasında,
Yokluk içinde.
--spoiler--
ve tabiki hep bir umut, kahreden o umut vay amk arkadaş öldüm bee.
Kendini mesut sanmak için; karşıda bir tablo gibi duran denizin mavilikleri arasında anlık mutluluklar peşinde koşarken
--spoiler--
Ama gene de,
Gene de güzel günler geçirebilirim;
Geçirebilirim bu mavilikte.
--spoiler--
kadınlar da olmasa "yaşamak kolay değil ya kardeşler ölmek de değil" amk diyip kafayı yiyebilirdi.
--spoiler--
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksekkaldırım'da, güpegündüz?
Melahât'ı almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Gûya bir de Galata'ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Muallâ'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikâyesi?
not1: uzun zamandır hakkında okuduğum bir şairdir. aslında çok farklı bildiğim bir şairmiş. hakkında inanna salome ile yaptığımız muhabbet esnasında böyle bir başlığın açılabileceğini düşündük.
biyolojide calıları sitematik olarak adlandırmak için kullanılır.
ikili adlandırmada canlının ismi ait olduğu cins + tür ismi ile ifade edilir.
örnek: zea(cins) mays(tür) (mısır bitkisi)
son dönemlerde varyete(tür altı sınıflandırma kategorisi) buna eklendigi görülebilir.
örnek: zea mays everta(varyete) (cin mısırı, patlatmalık mısır)
Zengin Ol Ya da Uğrunda Öl yeni insanın kendine biçtigi ideal budur. (Get Rich Or Die Tryin - 50 Cent filmi bile var)
nasıl olmasın kardeşim dünya nüfus gittikçe artıyor kaynaklar sınırlı mideyi doyurmak yetmez birde gözümüz gönlümüz doyacak. eee o zaman yan bastık hacı.
uyan genç dostum. uyan derin uykundan kulak kabart söylediklerime.. bu demokrasi, özgürlük, insan hakları olayı tam olarak nedir yav harbiden.
geçenlerde izdivaç programı izliyorum. yıllardır da izlerim. ama nedense bi kaç gün öncesine kısmetmiş birden aydınlandım. hayatın sırrını ararsan oyle gidip secret okuyayım yok ferrarisini satan ipneyi okiyim deme.
o ibne o kitaplardan sonra iki ferrari daha sattı lamborghini gallardo ya biniyor.
gel bende bütün sırlar. hem bedava. ne diyorduk izdivaç programı.
kadın: hos geldiniz.
adam: hos bulduk.
k:kendinizi tanıtırmısınız (mal beyanı ver hayvan)
a: 45 yasındayım. bir evlilik yaptım. kendi evim tükkanım var.(leasingle karı almaya geldim)
k:sigorta yatırıyonuz mu? ( essegi salam kazıga baglayalım da)
a: evet bagkur dan 6 sene sonra emekli olacam. (bu yasta cavusu tokatlamak koyuyo ondan seyettimdi)
k:guzel. sizin sormak istediginiz varmı? (gördüğün gibi mal bu.. var mı teknik şartnameye yönelik problem)
adam ne sorcak? zaten malı gormus gelmiş. bi sure muhabet uzuyor ve paravan açılıyor.
paravan açılmasıyla kadının uygun eş formulu trigger oluyor. (bak amk boylede entellektuel adamım. ingilizce bu boru değil aloooo) denklemin sol tarafı(ihtiyaçlar), beklentiyi(sağ tarafı) karşılıyosa bu iş olur.
mal varlığı x istenen yaşam tarzına uygunluk x yakışıklılık /(bölü) hanzoluk x tipsizlik >(büyük ise) hedeflenen erken emeklilik standardı yada amaçlanan hayat sigortası standardı
bu işlemi kadın kısmısı herifi gördügu andan itibaren 5 saniyede gerçekleştirir. sonra nabza göre şerbet verir.
şu ana kadar görmedim ama gelecek günlerde formulun pay kısmına penis boyu çarpanı girecektir yani en azından bence girmelidir. herşey tamamda geçtim bamyayı abini çükü var mı yok mu durumu nedir bilmeden olur mu?
belki o kısmı çay içelim aşamasında konusuyo olabilirler. gunahını almıyım şimdi.
lan tam ben olayı çözdüm bu kadar mı para oldu herşey derken.. alt yazıdan usame bin ladin öldürüldü geçiyor.
hemen bi haber kanalına geçelim bakalım ne oluyor.
spiker: şimdi konuyla ilgili olarak afganistana en yakın muhabirimize baglanıyoruz. hilmi diyarbakırda evet hilmi seni dinliyoruz. işte buna "bağlanmak" denir.
evet spiker bunu soylerken ekran "çift kutu" formatına dönecek. çoğu insan için bu ikiye bölünmüş ekrandır. hilmi abd askerlerinin gerçeklestidigi operasyonu anlatıyor.
ekranın sag tarafında spikerin oldugu bolumde şimdi arşivden komando görüntüleri veriliyor.
spikerin karsısındaki ısık yanana kadar arkasına yaslanıp çay içebilir.
ve hilmi anlattı sunucu cay içti ve sure doldu. bunu spikerin ekrana gelmesinden ve sık sık "evet" "evet" "hıhı" "hıhı" demesinden anlayabilirsiniz. (tamam hilmi sus artık amk)
şimdi kısa bi ara. reklamlar...
kanal değiştirelim herkes izdivaç programı izleyen embesil değil ki kardeşim. kültür sanat programı müdavimleri var, sanatçıyla yapılan ropörtaj seven var. bende severim.
bak işte tuna kiremitçi çıkmış soruyorlar, anlatıyor.
eğer satılabilecek bir ürününüz yoksa yada bir ürün değilseniz kimse sizi televizyona çıkarmaz. okan bayülgen hariç değil.
tuna kiremitçi anlatıyor da anlatıyor. hastasıyız. o nasıl insanın içine işleyen sözler öyle, yazarla okur arasında bir kopruden bahsediyor. farklı kıtaları birlestiren, farklı kıtalardaki insanları birleştiren bir kopruden.
az kaldı açıyodum bi şişe köpek öldüren.
farklı kıtaları birbirine baglayan bir kitaptan bahsediyor yeni yazdıgı kitaptan. (oyle bedava bağlanmak var mı lan, uzak kıtaları birbirine baglamak icin cüzzi bir ücretle kitaba sahip olmanız gerekiyor)
kuraldır hiç sasmaz. yeni bir kitap bir albüm cıkmıssa bu yazarı için, sarkıcısı için en özeli, en özenilmişi, en sanatçıyı ifade edenidir.
(eee öncekilere de aynını diyodun hacı? evet hepsi çocuğum gibi de bu bi ayrı bu çok özel valla ehi ehe) bu albumde cok degerli insanlarla calıstım ve diyebilirim ki bu albumun yeri cok baska cok ozel bir album oldu.
(lan ne oldu anlamadım ekipcek seviserek mi yaptınız nası özel oldu)
şimdi reklamlar.. kendi cok ozel kişilginizi yansıtacak bir saat, sizi ifade eden bir jean alın diyecekler.
bu cok leziz az kalorili zamazingodan yerseniz aynı bu reklamdaki iki uzun sütun üzerinde arz-ı endam eden dilber gibi olabilirsiniz diyecekler. yerseniz. ki yersiniz.
bu programı kimler izlemiş olabilir?
bu işlerin de formulu vardır. programın, televizyonun dea sına bakılmalıdır. yani "dogrudan etki alanı" istanbul da ab grubunda kaç kişi izliyor bu programı..
trt gap ı izleyen adama armani parfum satamayacagını bilir bu zibidiler.
evet muhabirimiz libyadan bildiriyor toplam 1000 kişi öldü. şimdi reklamlar...
ırakda canlı bomba 50 kişi öldü. ırakda 1.5 milyon kişi bi kaç yılda öldü. şimdi reklamlar...
cok sıkıldım önümdeki sehpaya uzanıp bir cosmopolitan belki marie claire aldım. (evet okuyorum, en cok neden tahrik oldugumu yada beni çılgına çevirecek 19 hareketi öğreniyorum)
nedense bu dergiler bir şekilde içinde kaybolmanız için yapılmıştır. test yapıyorum. acaba yatakta nasıl bir partnersiniz?
30 soruda öğrenicem. oda ne 10. sorudan sonrası yok. carrera gözlükleri takmıs bir kadın ve bir erkek arka sayfada bana bakıyor. yan sayfada tatile gitmem gerektiği hatırlatılıyor.
sonraki sayfayı sonraki sayfayı ceviriyorum. gian franco, network, boat and yachting, bir parfüm ve türk havayollarını okuyorum.
ben ne okuyodum. en iyisi içindekiler kısmına bakıyım. içindekiler diye özel bi bölüm yok. içindekiler derginin ilk sayfaları içine serpiştirilmiş. evet buldum sayfa 65 te benim test. sayfaaa 45 53 yaklasmıs olmalıyım. ama sayfa 65 yok, sayfalarda numara yok.
her 10 15 sayfada bir numaraya denk geliyorum. pff amaan en iyisi dergide reklamını gordugum aftershave balsamı alıyım zaten elizabeth gibisi var mı?
bu hırdavatın hepsini satın almamız gerekiyor. bunu ne pahasına olursa olsun yapmalıyız. insanlık idealimizim gelecegi buna bağlı en azından toplumda kabul gören insan olmak. bu mamüller sayesinde sevilen bir mamül olma şansımız var.
birde hiç birşey alamayanlar var lan. benim bi alıs verişte harcadıgımı bir ayda ancak kazananlar hani akşam bi sekilde yemek yapıp televizyon izleyenler.
geçenlerde öğrendim hapishanede televizyon varmış.
bu insanları dısarıda stres altında yaşamaya mecbur kılan nedir? içeride televizyon ve yemek var hemde bedava. en azından ben sadece bu iki şeye çalışmadan kavuşmak için içeride yatmaya hazır insanlar tanıyorum. şimdi yer kalmadı ama bu işte bi yanlışlık var gibi...
hayatım karizmayı beslemekle geçti amk. siz beslemeyin diye yazıyorum. doymak bilmez bu mendebur, zerre de yardım etmez ha.
ilk aşık olduğumda ortaokuldaydım. orta iki adı intay okulun.(ne aşkı lan daha kamışa su yürümemiş aşkdan bahsediyon diycekler olabilir. o vakit o şartlar altında bundan daha ötesi yasanır mı pezevenk diyveririm.) bir kız var orta bire gidiyo, o kadar beyaz tenli ki yada başka bi sebepten şakaklarından geçen büyük bir iki damar dışardan görülebiliyor. sarı saçları var. okulun en temiz en güzel kızı olduğuna kanaat getirmişim. bi alt katta ortabirler. her tenefüs assa iniyorum. görmezsem ölecem, görünce kaçacak delik arıyorum. valla lan ole sakasından değil kızı görür görmez topukluyorum üstkata doğru. ağır ağır assa inip yerini tespit edip izliyorum. belli etmemek için mi artık, belli etsem ne bok yiycemi bilmediğimden mi bilinmez kızla göz göze gelmemek için götümü yırttım iki sene. karşılıklı geldiğimiz oldu, ansızın arkamdan cıktıgı falan kızlar tuvaletine girdiğimi hatırlıyorum. o zamanlar kızlar tuvaletine girmek; ole pardon yanlıs oldu dencek sey değil haa.. hareme destursuz girmek gibi ağır cezalık suclardan. cıglık kıyamet koptu. iki ay boyunca herkes beni parmağıyla gösterip işte kızlar tuvaletine dalan sapık bu dedi. iki ders boyunca bilal götü aynı cumleyi kurdu. " uygunsuz kızlar tuvaletine girdi ehiehi ehi ehi" karizmayı çizdirdiğimiz böyle anlar olsada allaha şükür bi kıza açılıpta içimizde patladığı olmadı.(kafamı s.kiyim) kızlara karşı kuyruğu hep dik tutmayı bildik azizim. kimseye uygunsuz bana teklif ettide ben kabul etmedim dedirtmedik evelallah.
lise ikideyim. pendik lisesi. bi kız var paso dersten izin alıp alıp çıkıyor. hakkında hamile oldugu dedikodusu var. tabi o dönemler türlü fantaziler kuruyoz. bacak sekillerinden bu kız vermiştir vermemiştir çözmek üzereyiz. kafasını siktiğimin bülent ine göre eger bacagın arkası bole bombleliyse kesin vermiştir. eee bu kızda tarife uyuyo oyleyse kesin hamile bu midesi ondan bulanıyo. tarife uymayan da yok zaten hepsi yollu bunların fikrindeyiz. yine böyle aksam olsada uyurken turlu fantazilere girsek diye beklediğimiz bi gün. tevfik durmuş diye bi kimyacı derse gircek tenefusteyiz. asitlerin tesir değeri diye bi değer var. lisede tek öğrendiğim şeydir. td= tevfik durmuş= tesir değeri ( ne yersiz bilgi bu amk. neyse illaki yazıya didaktik bi esinti katacam yoksa boş adam sanırlar ezikliği var bende)
bu hamile demet geldi (sağ işaret parmağı ağzında, sol eli sol göğsünde kırmızı çerçeveli gözlerinin üstünden bakarak ehheh yuh amk) uygunsuz dedi. söle canım dedim. bi elim sırada digeri belimde pencereden ufka bakıyorum karizmanın o zamanki ifadesi bu. (ya o sıralar yeni patlamış, cok meshur mustafa sandal klibindeki gibi şınav çekecen tenefuslerde ya ufka bakacan kızların gozunde karizmanın resmi budur) ulan o sıra benden hamile kalabilir tedirginliği dahil bi dünya sey geciyo aklımdan. hamile kalmasa da bende bi ipnelik peydahlanır ne biliyim. uzak duruyorum kıza. kız ne dese beğenirsin.
-benim bi arkadasım var hani tenefuslerde geliyo sınıfa adı burcu senden hoşlanıyomus, senle cıkmak istiyo kabul edermisin?
ulan alışmamıs gotte don durmaz diye boşa dememişler. o an hissettiğin duygu anne olacagını ogrenmek gibi bişey. hani butun duyguların karısımı diyolarya . öyle bişey. cumle biter bitmez, kalbimin vay amk ne duruyonuz lan calısın demesiynen vücudumdaki kan olanca gucuyle basıma toplandı yüz kızarması diye bişey var. ne yuzu ne kulagı hacı saçlarım siyahtan turuncuya dondu yemin ediyorum. kapıya cevirdim benim pancar suratı burcu kapıda.. ehhe uhu sey bi sn. gibi bişeyler dedim ve içimdeki usein bolt kontrolu ele aldı deli gibi kosmaya basladım dısarıya dogru. 10 sn sonra en ustt kattan bahceye inmiştim. direk bulenti buldum. olm dedim bole bole. hani hamile demet varya onun burcu diye arkadası var edebiyat bolumunde. hah iste o az once bana teklif etti.
ya vallahi bilmiyorum ne yapılacagını hacı. soruyorum ki akıl versin. tamam kocum git kızın yanına merhaba tanısalım de falan desin. o benden mal amk.
-valla mı lan sen ne yaptın
+direk senin yanına kostum moruk napiim
-ha ne biliyim kabul et bence
falan gibi bişiler dedi.
ben bekledim hacı. cevabımı öğrenmeye gelmelerini bekledim. gelmediler amk. bi ay sonra murat diye bi itin yanında gordum karıyı.
o gün yemin ettim. butun liseyi bole gecirmiycem dedim. sonuc fiyasko. özgür diye bi yüzsüzle ile tanısmamıs olsaydım. üniversiteye bi kızın eline bile dokunmadan baslamıs olacaktım. ha yanlıs anlasılmasın bi değişiklik yok özgüre rağmen ben karizmayı besledim. herif zorla maltepe kartal kayalıklarında karıyla kızla bulusturdu bizi o yani baska bişi değil.
üniversiteyi annemlerden uzakta farklı bi şehirde okuyacagım. olm uygunsuz siktin ortalıgın anasını sendeki bu karizmayla kul kole olcak butun anadolu kızları. kendi kendime söz verdim lise boşa geçmiş olabilir. cahildik. cocuktuk. en fazla ne yapılabilirse yaptık zaten kayalıklarda s.kecek değilsin ya elalemin karısını kızını normali buydu. ama üniversite oyle mi oğlum. tam bir orospu cocugu olacaksın. karizmanı, egonu, utanma duygunu s.kiyim! aş artık bunları dedim. olaya odaklandım. kadıkoy akmar pasajında ne kadar metal sweat tshirt varsa hepsini aldım ak. u2 nun jashua tree yazan bi tshirtü var favorim o. bunla ezicem taşrayı. (kafamı s.kiyim) okulun ilk gunu led zeppelin tshirtunu giymişim. ustundeki rahibin elindeki kandilde israil yıldızı varmış amk. hem metal tshirt hem rahip hem israil yıldızıyla anadolu yiğitlerinin ortasına girilir mi lan. toplandı gencler etrafıma dediler bi daha giyme karısmayız. tshirtun ustunde ne oldugunu o gun ogredim. eyvallah gardaş bu ev arkadasımın benimkiler daha gelmedi diyip kafa tokusturdum heriflerle.
neyse uzun etmiyim. kendimce okulun en karizmatik adamı oldum yemin ediyorum. yalakalık yapan karının kızın haddi hesabı yok. bi kız saati sorsa az ye kendine bi saat al diyorum. bir sene gecti ama yine bende tık yok. naber uygunsuz diyene öylesine soruyosan iyiyim sen nasılsın, ciddi ciddi soruyosan bombok babam para yollamamış diyorum. ben boyle bi masturbasyon cesidi hayatımda gormedim arkadas. kantinde kac karı kesti onun hesabındayım. bi karı bana baktımı siksen dönüp o tarafa bi daha bakmıyorum. arada baska biseye bakar gibi yapıp hala bakıyo mu lan diorum icimden. seval diye bi tip var elinde gitar olmadıgı halde gelip onumde gitar solo atıyo agzıyla. hıh diip gulup geciyorum. karizmaya gel.
ya yanlıs anlama yanımdan adriana lima gecse gotu kalkar diye bakmıyorum hacı ole karizmayım yani. hatta mumkunse iyice sallamıyo triplerine giriyorum.
kantine bi giriyorum dersin ki düğün salonunda düğün sahibi, her masada 10 dk oturuyorum. hiç bi derse girmiyorum. o zamanlar komik cocugum boş masaya otursam en kotu neslihan nihal sonay hemen damlar masaya. ahh sonay yuz yılın orospusu sonay.
hergun okuldan cıkınca deryalara gidiyorum. 3 kız kalıyolar super yemek yapıyolar. hergun onlarda yiyip dısarı cıkıyoruz. eve giren cıkanın haddi hesabı yok. bunlara herifin biri çakıyo gelip bende hungur hungur aglıyolar. alkol sınırı aşılıyor allahın emri. olmadık yavsamalar oluyo allahın emri. simdi kendimden utanıyorum ama. o halde bi kızı kullancak kadar hiç orospu cocugu olamadım. kesin hakkımda mal falan diyolar. malmıyım bilmem ama beslemiyceksin hacı karizma falan. bırak sana utanmaz bir orospu cocugu oldugunu soylesinler. dün cansuyla cıkıyodu bugun kızın en yakın arkadaşına asılıyo yüzsüz pezevenk desinler. mumkunse girdiğin ortamda ilk dakkadan çiz karizmayı öldür oracıkta aç köpeği.
arkadaslar içmeye cagırıyo.. uygunsuz içiyoz olm gitar falan sabaha kadar takılıyoz gel. ne gelcem amk calın soleyin sap sap diyorum. karı kızın olmadıgı bi ortama girmiyorum. olur mu lan bütün biyoloji bolumunun kızları gelecek olm hasan getiriyo. vay amk. tamam lan hoşaf yanlıs anlama gelirim de biraz işim var. ne işi hacı ya.. geç gidicem ortama amk. karizmanın dibine vurucam. herkesin tek tek yuzune bakıp selamlasıcam. espirilerle kulturle falan ortamda esicem. masturbasyona devam dibine kadar. siz hic boyle bi masturbasyon tarzı duydunuzmu bilmem ama ben bunun için yaşadım aklımı s.kiyim.
sırf bu yuzden kızların aşmış insanlar oldugunu dusunurum. ulan hele bir de guzelsen mal bile olsan her yerden sana bakıslar seni isteyen milyon tane erkek, allah aklına mukayyet olmayıda beraberinde veriyo demekki kadınlara. ole deme hacı bu her saniye ulan ben neyim tribi adamın aklını alır. helal olsun valla.
neyse hacı neticede karizmayı o kadar besledik buyuttuk ki. kendime ben bile ulasamıyorum amk. abazalıkla kazanova arasında araftayım. allahtan arkadaslar benim çizdiğim yolda gosterdigim hedefte yurumuyolar. serkan hele aklı fikri sonay. abi o kızı senin yanında gordukce bizim bolumdekiler kafayı yiyo amk karıyı goturuyon sanıyolar. valla yapsan kendim yapmıs kadar mutlu olcam diyo. ulan sonayda oyle ulasılmaz kız olsa rocco izleyen illa ki erkekte buyuk penis olacak diye bi motto edinmiş carmen electranın anadolu subesi. kimle ne bok yediyse aynen anlatıp. bir ay sonra bakire oldugunu savunan acayip bi kız. ayrıca polo cafede sarkı soyluyor aksamları super sesi var sonayın. los angeles confidentialda ki kim bassinger gibi paso bunu goturup getiriyorum bara cafeye. goren bodyguardı falan sanır.
neyse diğer seneleri anlatıp uzun etmiyim. neticede okul 7.5 senede bitti. hacı ben ettim sen etme sik karizmayı, olmaz olsun amk bi işe yaradıgını gormedim. varsa yoksa besleyeceksin. cok istiyosan bişey beslemek kedi besle hacı kedii.
oy kullanma hakkı elde etmiş güzide insanımız için muteber oy nasıl kullanılır, açıkladığımız kılavuzdur.
öncelikle tüm seçmenlerimizi tebrik ediyoruz. oy kullanma hakkınız vardır. bunu en dogru sekilde ele güne rezil olmadan kullanabilmenizi diliyor ve bu konuda yardımcı oluyoruz.
ilk kez oy kullanacak seçmen, ilk sözüm sana en dikkat etmesi gereken kişi sensin. seni manipule etmek icin bütün cevren, kitle iletişim araçları, sevdiğin kız, ailen gizliden ve açıktan üstüne oynayacaklar. aldanma. nereye oy atman gerektiğini ben soyluyorum işte. sıran geldiginde yanyana duran 3 4 gorevlinin oldugu odaya gir. kimligini goster sakin ol. listeden ismini arayıp bulacaklar. karsısına imza atacaksın. sakinligini koru bi yandaki abla (muhru hep ablalar verir) sana muhur ve secmen pusulası verecek. almam deme al ilerde kabine benzer bi yer göreceksin. gir. boş oy at.
unutma ilk oyunu kullanıyorsun. ilk oy çok onemlidir boş atılması bence farzdır. evet nolacak canım diyip verebilirsin ama teşbihte hata olmaz demişler bir benzetmeyle acıklayayım. ilk oy bekaretini vermek gibidir. ilk kime verdiğini asla unutmazsın. önemli olmasada unutmazsın. yıllarca seninle gelecek bu kararı biraz ertele ilk aklına girene verme. 4 sene beklesin önce emin ol.
ayrıca veriyim kurtulayım dersen de o kadar kolay değildir. muhru basıyım derken izi cıkmayacak, anlasılmaz diye yeniden yeniden basmaya calısacaksın. bakacaksın her yere murekkep bulasmıs, saymayacaklar. gururun kırılacak. en iyisimi bosver, temiz bir siktir cek hepsine.
tecrübeli seçmen ikiye ayrılır.
anadan babadan kalma partisi olanlar şanslı, antrenmanlı, motivedir. onlara dencek pek bişey yoktur. basarlar oyunu cıkıstada "muhru aldım bole gozune gozune vurdum" derler. gururludurlar. bu seçmen ne yaptıgından emindir. yıllardır denenmiş partileri vardır.
ama kararsızlar öyle mi? en dertlileri onlar bu memleketi nasıl kurtarsam kime versem de bu memleket kalkınsa, gürbüzleşmekte olan ülkeler statüsüne girse diye dertlenir dururlar. son güne kadar ikiz yataklarda saga sola döne döne dusunurler. işte bu kılavuz en cok bu akıl fikir sahibi, ileriyi geriyi hesabeden aydınlık insanların yarasına merhem olacaktır.
eyy kararsız kardeşim, oy vermekten emelin nedir? önce bunu tesbit etmelisin. birilerini iktidar etmek senin tarzın değil sen kime versem memlekette ne değişir bunu ölçmelisin..
iktidara vermek en kolayıdır. neticede bişey değişmez, umdugunu bulursun. ne kadar sevdigin sevmedigin yonu var hepsi devam eder. kötü de olsa kocandır elin adamı değildir.
muhalefete vermek zordur. birine versen ötekinin boynu bükük. birini iktidar ediyim desen digeri baraj altı kalır mazallah. bu noktada anketlere inanmak gerekir. ülkemde ysk bile tarhan erdem'in gözlerinin içine bakar. ysk yanılır tarhan erdem anketi zinhar yanılmaz. keşke 5 oyun olsa hepsine versen ama yok. oyleyse anketlere bakmak, sonrasında cebir ve hendese ilmine yelken açmak suretiyle dogru yolu kendin bulmaya çalışacaksın.
edit: baslıktaki "klavuz" yazısı "kılavuz" seklinde olacaktı. bu hatadan dolayı ozur diliyorum.
ahmet haşim'in neden gecenin şairi oldugundan tutda o dönemki edebiyat çevresindeki ahvale kadar cok geniş çerçevede ve harikulade bir dille yazılmıştır.
tabii ki haşimin eserlerinden de bol bol dem vurulmakta ve analiz edilmektedir. edebiyat severleri zevkten zevke daldırıp daldırıp cıkarır.