imdi Mevcut inanışın Kuran’da olduğunu söylediği şeylere göre akla uymayan bazı sorular.
Eğer tanrı sonsuz güce sahipse insanı niye yarattı. Biz bir eğlence miyiz?
insanlara sormadan onları yaratarak, onlara kurallar koyarak, onları bazı şeylere zorlama ve sonra uymayanları cezalandırmak ne kadar mantıklı?
En çok 100 yıl yaşayabilecek insanın yanlışlarına (yanlış oldukları da tartışmalı) ilelebet ceza orantısız güç kullanımı değil mi? Bu soruyu daha genişletmek mümkün. Sadece ibadet edip kimseye faydası olmayan insanlara karşın; Edison, Tesla, Einstein gibi insanlığa çok büyük hizmetler sunan insanların, ilelebet cezalandırılmaları reva mı? Neden, sonsuz güce sahip bir güç “ateş” gibi akıl almaz bir şeyi cezalandırma mekanizması olarak kullanıyor? Bu gün insanlar çok daha mantıklı cezalandırma yöntemleri uyguluyor. Bu kadar insafsız ve insanlık dışı cezalandırma niye?
Neden insanları uyarmak için peygamberler seçmek durumunda kalmıştır. Kendisinin herkese ulaşmaya gücü yetmiyor mu?
Neden Ademin cennetten kovulmasına müsaade etti? Neden şeytanın Ademi kandırmasını engellemedi? Cennete meyve koyup, sonra “bundan yemek yasak” demek bir tuzak değil mi?
Neden Tekâmül Kuran’da önemle işlenen bir konu iken mevcut inanışta hiç yer bulmaz?
önemli konulardan biri de klonlanan cenine ruhun bağlanıp bağlanmayacağı sorusudur. Bu durumu anlayabilmek için önce normal süreci incelemek gerekir.
Anne karnına düşen bir bebek bir müddet sonra ruha kavuşur. Bu sürenin ne kadar olduğunu bilmiyorum ama doğumdan önce ile bir yaşına kadar bir süre içerisinde bu olayın gerçekleşmesi gerekir. Aslında anne karnında bu işlemin oluştuğunu düşünüyorum. Ruh bebeğe bağlandıktan sonra onun gözleriyle görüp onun kulaklarıyla duyacaktır ve bedenini kumanda etmeyi öğrenmeye başlayacaktır. Ruhun bedene bağlandığı anı ceninin rüya görmeye başladığı an olarak tespit etme imkanı var. Çünkü rüya ruhun getirisidir ve anne karnındaki bebekler bile rüya görürler.
Aslında bir eninin rüyasında ne göreceği bir muamma gibi dursa da geçmiş hayatını henüz unutmadığı için ondan esinlenerek rüyalar görebilir.
Bir ceninin rüya görmeye başladığı anı tespit ederek, ruhun giriş anı saptanabilirse de tüm ceninlerde aynı zamanda olmayabilir. Bu biraz da ruhun bedenin kontrolünü ne kadar zamanda ele geçireceğine bağlıdır. Çünkü bu süreç tahmin edilenden zordur. Öncelikle ruh beyin hemen her bölümüne nüfuz etmeli ve onun tüm almaçlarını kontrol edebilecek hale gelmelidir. Daha sonra bu kontrol sistemini kullanarak yürümek, konuşmak gibi işlemleri yerine getirmesi gerekecektir. Ve bu işlemler olurken bir taraftan da hafızasını kaybetmeye başlar. Bedeni kontrol altına almak ile hafıza kaybı birbirine paralel gider. Belki de aralarında bir bağ vardır. Yani beden kontrolünü sağlamak hafızayı otomatikmen silmek demektir.
Ruh kontrolü yavaş yavaş ele geçirmeye başlar. Bu epey bir süre alır ama sanırım ilk öğrenilen şey gülmektir. Bebek bilinçsizce gülmeye çalışabilir. Bazen başarır bazen gülüş yarım kalır. Ebeveynler tepki verdikçe bu eylemlerde uzmanlaşır. Yalnız ağlama eyleminin başlarda içgüdüsel olduğunu düşünüyorum. Daha sonra onun da ruh tarafından kontrol edildiğini zannediyorum.
Bu süreçler gelişirken bebekler şartlanmadıkları için bizim algımızın dışında olan şeyleri algılayabilirler. Özellikle rüyaları çok daha kontrolsuzdur. Ölmüş bir ebeveyn rüyada bebeğe çok daha rahat görünebilir. Bebeklerin melekleri görebildiği düşünülür. Büyükler şartlanmışlıkları yüzünden bu yeteneği kaybeder.
Normal doğum süreci yaşayan bir bebekteki bu durum klonlanmış bir bebekte de aynı olabilir mi? Bence olabilir. Çünkü rahmin dışında döllenen tüp bebeklerde de bir farklılık gözükmez. Hatta anne karnında değil de onun özelliklerini taklit eden bir makine olsa bile sonuç değişmeyecektir.
Klonlama tamamen madde bedenle ilgilidir. Bir klon iki ayrı bireyin değil tek bir bireyin DNA’sını içerir. Buda klonlandığı kişiye benzemesi demektir. Yani bedensel olarak ona benzer ama içine üflenen ruh ayrı olacağından benzerlik şekilde kalır. Kişilerin karakterini, zekasını belirleyen şey ruhudur. Onun için klonlanan kişi tamamen ayrı kişi olacaktır.
Bir dönemler bir koyun klonlanmıştı. Koyun Doli… Fakat DNAsının alındığı koyunun yaşından yaşamaya devam ettiği söylenmişti. Yani uzun yaşamamıştı. O sorunu çözüp çözmediklerini bilmiyorum. Henüz insan klonlandığını duymadım. Zaten pek çok insan etik bulmayacağı için büyük sansasyona sebep olacaktır. Onun için açıkça kimsenin cesaret edeceğini sanmam ama gizli kapılar arkasında olanlardan da haberimiz yok…
ibali Sigara Fabrikası, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki işçi hareketlerinde de önemli bir yere sahiptir. 1970’li yılların sonunda işçi direnişleri ile ünlenen Adana Sigara ve istanbul Maltepe sigara fabrikalarının rolü, o yıllarda Cibali işçileri tarafından oynanır.
Fabrika, Cibali, Fener, Fatih ve civarında oturan halkın, özellikle kadın işgücünün (üstelik kadının çalışmasına pek hoş gözle bakılmadığı yıllarda) çalışma yaşamına girmesine öncülük eder. işçi ücretleri de o yıllarda orta halli bir yaşam kurmak için yeterlidir.
Öğle yemeği verilmesi, sağlık sorunlarına çözüm bulunması, acil parasal ihtiyaçlara cevap vermek üzere “işçi Taavvün Sandığı”nın kurulması fabrika çalışanlarının önemli sosyal haklarındandır.
Taavvün Sandığı, 1950’li yıllarda yerini Sigorta Kurumu’na bırakır. Diğer bir deyişle şimdiki Sigorta Kurumu, (önce SSK, sonra SGK) Cibali’deki bu sandığa dayanmaktadır.
Fabrikanın, yine işçi hakları çerçevesinde kazanılmış bir başka özelliği ise içinde bir çocuk kreşinin bulunmasıdır. “Cibali Kreşi”, işçi hakları çerçevesinde kazanılmış ancak fabrika yönetimi için de övünç kaynağı olan bir sosyal motiftir. Fabrikadaki bu kreşin Türkiye’deki ilk kreş uygulaması olduğu söylenmektedir.
1948 yılında “iktisadi Yürüyüş” dergisinde yeralan bir yazıda “bu fabrikanın içtimai yardım ve çocuk kreşi memleketteki şöhretini muhafaza etmektedir. 16 yataklı reviri, eczanesi, laboratuarı ve her sahada mütehassıs doktorları ile Cibali işletmesi yıllardan beri buraya emek veren müdür Sami Sunal’a ve arkadaşlarına manevi bir haz bahşedecek bir haldedir” denmektedir.
Pek çok tarihi olaya tanıklık eden, çok sayıda sosyal hakka imza atan Haliç’teki bu ihtişamlı bina ve işçileri edebiyatımızdaki yerini, birçok aşkın tanığı ve sahibi olarak ta almıştır.
Rizeli bir berber olduğu anı defterinden anlaşılan Aşık Çakır Çavuş, istanbul’dan ayrılıp giderken yanında yol arkadaşı olarak Cibalili bir kadını da götürür. Bununla ilgili üç parça manzum hatıratından biri Cibali üzerinedir ve bir bölümünde şöyle der:
Cibâli’nin dilberi
Tütün sarar elleri
Şekli beşerde peri
Gör Rizeli berberi
Mahmut Yesari’ye ait Çulluk isimli roman da Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışan bir genç kızı anlatır. Bu romandan etkilenen Bora Ayanoğlu da “Fabrika Kızı” şarkısını yazar ve besteler. Ancak bir başka rivayete göre Ayanoğlu bu şarkıyı, fabrikada çalışan Mahtume isimli, oldukça hoş ve alımlı bir kızdan etkilenerek yazmıştır.
Çoğunluğu kadın olmak üzere kadınlı-erkekli çok sayıda işçinin çalıştığı, mimari yapısı, işçisi, sosyal olayları ve aşklarıyla hem şehir hem sanayi tarihimizde önemli bir yere sahip olan Cibali Tütün Fabrikası, 1992 yılında boşaltılır. Yaklaşık iki buçuk yıl sonra 1995’te Fatih Belediye Binası yapılmak istenir. Fakat bu girişim gerçekleşmez. Ardından Kadir Has Vakfı’na devredilir. Vakıf, binada restorasyon gerçekleştirdikten sonra 1997 itibariyle binayı Kadir Has Üniversitesi olarak kullanmaya başlar.
Günümüzde binaya girdiğinizde duvarlarında tütün üretimi dönemine ait fotoğraflar görebilirsiniz. Fabrika döneminden kalan demir yapı unsurları da önünüze çıkar. Bu demir sütunlar arasında o eski fotoğraflarda, tütün kokan elleri, tütün kokan duvarları, iş makinelerinin seslerini hissedebilir; romanlara, şiirlere ve şarkılara dökülmüş aşkları anabilirsiniz. Bu yazıyı okuduktan sonra Haliç’ten geçerken binaya bir kez daha bakın. Görkemi ve manzarasıyla size hala bir genç kız edasıyla göz kırptığını fark edeceksiniz.
2. sicim devriminden sonra sicim kuramına bağlantılı olarak M-Kuramı ortaya atılmıştır. Çok daha geniş alanları kapsayan kurama göre evren 11 boyuttan oluşuyor ve birbirinin içine kıvrılmış çok sayıda zar evrenler vardır. Yazı başlığının zamanda yolculuk olarak başlamasının nedeni de bu paralel evrenler. Çünkü zamanda yolculuğun bu paralel evrenlere yapılan ziyaretler olduğu iddia ediliyordu. Fakat zamanda yolculuk dışında çok daha gizemli bir evrenle karşı karşıyayız. Her ne kadar sicim/M Kuramı felsefe ile bilim arasında gidip gelse de ne kadar mükemmel ve sırlarla dolu bir evrende yaşadığımızın farkına varıyoruz. Her fırsatta yazdığım gibi -yine yazıyorum- ben fizikçi, ya da astronom değilim. Sadece bu harika parçacık âleminin düzenini ve uzayın gizemlerini, işleyişini okumayı çok seviyorum. Çünkü düşünce öyle geniş satıhlarda cereyan ediyor ki dizginlemek imkânsız. Düşünen varlıklar olarak bu özelliğimizin hakkını vermeliyiz ki, bu kusursuz kainat ve dolayısıyla bu düzen bunu gerektiriyor.
Genelde adventure tarzı oyunlarda olan klasik başlangıç. Elemanımız uyanır, etrafı bulanık görür, bir yandan da şu repliği sarfeder; "Ahhh, my headddd, where am I, what happened to me"
-Film oyunlarının neredeyse istisnasız, filmin oyununu da yapayim bir de oradan ekmek yiyeyim modda yapılması ve uyduruk olması.
-Dövüş oyunlarındaki kız karakterlerin ses tonlarının iğrençliği, hele Asyalı karakter ise çocuk gibi bağırır "Hiyahh heyahh heyyyaahhh hiii", daha bir dayak atasınız gelir. Kadına şiddete hayır.*
-Hepimizin başına gelmiştir, sağlık veren eşyaları, en güçlü silahları, mühimmatı son boss'a saklarsın. Son boss'da çeyreğini bile harcamadan oyunu bitirirsin, boşuna kasmışssındır tüm oyun boyunca.
-Quick save ile quickload tuşlarını karıştırma dramı
-Muhteşem bir demo girer, ağzın açık seyredersin, hatta dayanamayıp demoyu geçip oyuna girmek istersin. Fakat o ne, adamlar sadece demo yapmak için uğraşmıştır, oyun uyduruk ötesidir.
-Wow (world of war craft)'da çok başıma gelirdi ve genelde tüm MMORPG'lerde olur, sizin oyuna girmediğiniz gün, arkadaşınıza raid/dungeon'dan çok beklediğiniz bir eşya düşer.
-Karakter yaratma ekranında dakikalarca uğraşırsın, hah oldu dersin, ama oyuna girince pek bir ebleh çıkar o dakikalarca uğraştığın karakterin tipi.
-Final fantasy tarzı oyunların trailerları, karanlık ekranda sadece tüyler/yapraklar dökülür, birşeyler yağar, piano tınısı girer, ince sesli bir asyalı hatun konuşmaya başlar. "Watashi wa bilmemne püsürpüsür", sonra müzik hızlanır dındıdıdndnrıdıdıdndnı, koca kılıçlı, silahlı elemanlar çıkar ortaya, "hiyaaaahhh" filan bağırış, dövüş, arada dev uzay gemisi, havada uçan yaratık filan. Herkesin tipi cillop gibi, cücük gibi çocuklar süpersonik dövüşüyor, herkes bir şey ustası, bir de arada kalan çıtkırıldım, başta konuşan hatun, gözlerinden düşen damlalar kristal gibi parlıyor filan.
-Öldü sanılan boss'un sadece bir parçasını kaybedip tekrar saldırması.
-Artık aşmaya başladılar bunu ama araba yarışı oyunlarındaki, arabanın sağa sola çarpmasına rağmen titanyumdan yapılma gibi hiç bozulmadan, ezilmeden devam etmesi.
-Etrafta sniper tüfeği varsa mutlaka sniperla vurulacak düşman da olması.
-Kırmızı renkli varillerin vurulmak için orada olması ve hep yanlarına düşman gelmesi. Hala öğrenemedi şu düşmanlar onları patlatıcağımızı.*
sega mega drive ve sega 16 bit oyun konsolunun cd ile çalışan konsolu olan sega satürn de farklı versionları çıkmış olan kimilerine göre iğrenç kimilerine göre ise tadından yenmeyecek olan fantastic adventure sega'nın oyunudur. Sega oynadığım dönemler olan 2005 - 2009 yılları arasında yaklaşık olarak 80 oyunun sonunu farklı zorluk düzeylerinde de olsa getirebildim. Benim için konsol oyunları müthiş bir tutkuydu, 1998 yılında terminatör bs500 as ile başlayan bu furya hala devam ediyor. Boogerman ise sega için söyleyecek olursak en iyi 10 oyun arasına girer. uzun yıllar boyunca oyunlarla bu kadar haşır neşir olmamın sonucu olarak; artık oyunlardaki karakterlerin güçlü ve zayıf yanlarını, hikayenin devamında neler olacağını, oyunun ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkan boss'ların zayıf yanlarını, savaşma ve mücadele şekillerine bakarak nasıl bir strateji kullanarak alt edilebileceği, birçok 8-bit ve 16-bit konsollarda bulunan macera oyunlarının aabrtısız %45 - 50 sinde görülen bir bossun alt edildikten sonra sıradan bir bölüm düşmanına ( stage or scene enemy ) dönüştüğüne kadar (özellikle macera - fantazi ve epik fantazi oyunlarında görülür.)birçok ince ayrıntıyı genç dimağımda barındırır hale gelmiştim. Tabi ki bu durum beni büyüyünce oyun yapımcısı olacağıma, olamasamda oyun senaristi ya da grafikleriyle uğraşan bir çalışan olacağıma kadar götürdüyse de ahhhh neyse... lütfen şu an moonlight sonata çalıyor.
Kıtlık Modu:insanoğlu ancak 100 sene gibi bir süredir her istediğinde yemek yiyebilecek bolluk ve teknolojiye sahip hale gelmiştir. Öncesindeki çok daha uzun süreçte ise yemek yiyebilmek rastlantısal veya avın başarılı geçmesi sonrasında gerçekleşen bir olaydı. Bu yüzdendir ki genetiğimiz uzun süreli açlık sonrası alınan besini iç güdüsel olarak depolamak eğilimindedir. Çünkü bir sonraki avın başarı ile sonuçlanacağının bir garantisi yoktu. Mağaradaki adam karın kaslarının görünürlüğü değil ne kadar çok yağ kazanabilir ne kadar uzun süreli açlığa dayanır hale gelirimin derdindeydi.
efsanevi anime Naruto'da uchiha klanından sassuke-kunun ezeli rakibi ve aynı zamanda ağabeyi olan uchiha itachi ile dövüşünde kullandığı; elektrik tekniklerinin çidoriden sonra en ileri derecesi ve atmosferden dehşetül vahşet oranda çakra çekebilen mükemmel bir elektrik elementi tekniğidir.
akordeon ile çalındığında kulağa çok daha hoş gelen bir çeşit italyan halk ezgisi. napoli yöresine aittir. bir italyan vatandaşının kendi tarlasında, harman yerinde çalışırken bir tarantulanın kendisni sokmasından sonra bu melodiyi çalıp oynamaya başlamıştır.
j.r.r tolkien ve c.s lewis gibi yazarlar sayesinde 1950'li yıllarda ilk meyvelerini vermiş görsel ve yazınsal sanatlarda kullanılan fantazi edebiyatının ikincil dünyayı anlatan bir alt türüdür.
siz banyoda suyu ayarlamaya çalışırken, evin diğer fertletince soğuk suyun açılmasıyla oluşuan durumdur. .kış aylarındaysanız pek itirza edilmez genelde hatta tatlı bir heyecanda verir.'' hohhş... yandım! iyymiş su kızgınmış '' dersiniz. misler gibi.
yıllardır bu ülkeye aynı tarz diziler neden sürülüyor diyerek veryansın ettirir. neden fringe' e , lost' a, masters of science fiction' a benzer dizimiz yok bir tane bile dersiniz.
cevabıda kendi kendinize verirsiniz aslında: ''bu ülkede bu tarz senaryolar tutmaz ekmek kazandırmaz anlayışı'' hakimdir senaristlerde/yapımcılarda.
bu ülkedeki diziler ancak, kim kiminle iş pişirmiş onun peşindedir. yazık!
bünyedeki ilk belirgin etkisi okuduğunu anlayamamaktır. kelimeler cümlenin içinde anlamını yitirir, bir bütün oluşturulamaz. için titrer, battaniyeye sarılmak bi nebze çare olur ama içerisi çok soğuksa ve binanın kuzey kısmındaysa çok gıcık bir hal alır bu eylem. çekilmez olur, ısınacak hiçbirşeyiniz yoktur * parmak uçları titrer, eldiven takılsa doğru düzgün kalem tutulamaz. zordur buz gibi odada çalışmak. zaten çalışmaya çalışırsınız. bu da zaman öldürmektir.
Almanya da doğup büyüdüğünüzün ve Alman kültürü ile yoğrulduğunuzun bir göstergesidir. Örnek verecek olursak Almanya'nın herhangi bir şehrinde bir bara girdiğinizde barmeden üç bira istemeyi işaret diliyle yapıyorsanız ve bunu yaparken de yüzük parmağınızı baş parmağınız yerine kullanıyorsanız yüzde 85 ve üzeri bir oran ile yabancı olduğunuzu tescillemiş olursunuz.
Düşük hızlı bir ateşli silah olan arkebüz, zırhlı düşman birliklerine karşı kullanılırdı. Zırh özellikle 1400 yılından 17.yüzyılın ortasına kadar Avrupa’da standart asker kıyafetine dahildi. Kaliteli zırhlar uzak mesafeden ateşlenen arkebüz mermilerini durdurabilirdi. Buna rağmen yakın mesafeden ağır süvari zırhlarını bile delebilirdi. Bu yüzden ateşli silah teknolojisi geliştikçe piyade askerlerinin kuşandığı zırhlar da zamanla ortadan kalkacaktır.
Askeri anlamda arkebüzün ateş gücü dönemsel ordulara büyük avantaj verse de arkebüzün etkisini artıran gelişme Hollanda ve Japonya askeri birliklerinin mükemmelleştirdiği (bkz: salvo ateşi) dir. Salvo ateşi taktiği sayesinde bir sıra oluşturan askerler sırayla düşmana cepheden ateş edip yerlerini arkadaki sıraya bırakacak şekilde dizilirler. Arka arkaya sıralanan askerlerin birbirlerinin ardından ateş etmesi taktiği ilk kez Aelian Tacticus tarafından önerilmiştir. Askerler bu taktiği alışıp atışlarını hızlı ve etkili şekilde yapmaya başlayınca arkebüzlü ordular savaş meydanlarında üstün gelmeye başlamıştır. Bu şekilde önce destek silahı olarak düşünülen arkebüz dönemsel orduların asıl silahı olmaya başlamıştır.
Arkebüz çakmak mekanizmasıyla ateşlenir. Öncüllerine göre daha uzun bir namluya sahiptir. 16. yüzyılla beraber ateşleme sistemi gelişmeye başlar. Bazı örneklerdeki genişletilmiş namlu ağzı doldurmayı kolaylaştırmak için yapılmıştır. Tüm arkebüzler el yapımı olduğu için ve yaygın şekilde üretildiği için standart bir örnek bulunmamaktadır.
Arkebüzün tetik mekanizması arbaletin tetik mekanizmasını andırır. Tetiğin çekilmesiyle beraber ateşleyici ileri sürülerek barutun alev alması ve silahın ateşlenmesi sağlanır. 16.yüzyılla beraber daha küçük ve hassas tetik yapısı geliştirilmeye başlanır. Fransız yapımı arkebüzlerde eski tarz tetikler 17.yüzyıla kadar geçerli olacaktır.