ibrahim Kaypakka'nın mücadele sirasinde türk solu ve diğer dergilerde yazmış olduğu ve parti kararlarındaki yazılarının toplandığı kitaptır.
"Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz.Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içersinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız.Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum.Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım.Ve sonuçta asla pişman değilim.Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım.Asla pişman değilim.Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım."
Mahir Çayan seven ve facebook'ta dolanan kişinin MAhir Çayan'ın fan safsatasına üye olması durumunda size gelen uyarımsı bişidir. iç acıtır adam mücadele etsin mücadelesi uğruna ölsün siz became a fan of mahir çayan! safsatasına katılın ne demeli içim sızladı saçma mı bilmiyorum ama öyle oldu işte!.
AKP-MHP ittifakının türbanı üniversitelerde serbest bırakmak için anayasa değişikliğini gündeme getirmeleriyle pekişen Sünni islamı yayma politikası, laik kesim tarafından "devletin dini olmaz" itirazıyla eleştirildi.
"Devletin dini olmaz" değerlendirmesi doğrudur, fakat Türkiye'de devletin dinciliğini AKP ile sınırlamak eksik ve yanlıştır. Çünkü, Türkiye'de devletin dini hemen her dönem olmuştur. AKP iktidarının yaptığı bunu, ABD'nin Ortadoğu'da kendisine biçtiği taşeronluk rolüne hizmet edecek ve kendi iktidarını pekiştirecek şekilde daha fazla öne çıkarmak ve geliştirmektir. Fakat, bu gerçek, AKP iktidarından önce devletin, laik bir devlet olduğu anlamına gelmez.
Türkiye'de devletin her zaman dini olmuştur. Bu din Sünniliktir. Devletin dini kullanması, salt eğitimle sınırlı kalmamıştır. Sünnilik yaşamın birçok alanında devlet tarafından desteklenmiş ve gelişmesine yardım edilmiş ve asıl önemlisi, toplumsal yaşam bu inanca göre şekillendirilmiştir.
Devletin resmi bir dininin olması, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar dayanır. Feodal devletin, burjuva demokratik devrimleriyle yıkarak kendi iktidarını kuran Avrupa kapitalist ülkelerinde, burjuvazi aynı zamanda dinin devletin üzerindeki egemenliğine de son verdi. Feodalizmde sistemin en etkili kurumu olan kiliselerin, kapitalizmle birlikte etkileri sınırlandı, egemenliklerini burjuvaziye kaptırdılar.
Fakat, Türkiye'de bu süreç burjuva demokratik devrimlerini yapan ülkelerden farklı yaşanmıştır.
Bu çatışma hiç kuşkusuz ülkemizde de Kurtuluş Savaşı'nı izleyen yıllarda küçük-burjuva diktatörlüğüyle feodal kesimler arasında da yaşanmıştır. Kemalist devrimler "yukarıdan aşağıya" geliştirilen devrimlerdir. Bu noktada da Kemalist iktidar, bir yandan dincilikle, dinciliğin kurumlarıyla çatışmış ama bir yandan da onları kullanmak istemişttir. Bu paradoks, neredeyse cumhuriyet tarihi boyunca süren bir paradoks olmaya devam etmiştir. iktidarlar da, tabandaki dinci gericilik de dini kullanmış, çatışma çeşitli dönemlerde öne çıkmış ve bugüne kadar da süregelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, "tekke ve zaviyelerin kapatılması", "ezanın Türkçe okunması" gibi, dinin etkisini sınırlayan kimi adımlar atılsa da, sonuca ulaştırılamadığı için, bunlar cumhuriyetin laik bir sistem olarak şekillenmesini sağlamaya yetmemiştir.
Sonraki dönemde de, yeni-sömürgecilik ilişkileri ile geliştirilen çarpık kapitalist yapı içinde, işbirlikçi tekelci burjuvazi, iktidarını feodalizmle paylaşmak zorunda kalmış, oligarşik yapı içinde, feodal unsurlar da iktidar gücü olarak yer almıştır. Feodalizmin tasfiye edilememesi, dinin de tasfiye edilememesi anlamına gelmektedir.
Anlattığımız bu süreç, ülkemizde devletin dininin olmasının nedenlerinden birisidir.
Diğer bir neden, oligarşinin Sünniliği, kendi iktidarını pekiştirmek için kullanmasıdır. Oligarşi, Sünniliği kullanarak diğer muhalif kesimleri baskı altında tutmuştur. Oligarşi Sünni tabandan iktidarına kitle desteği oluşturma politikası izlemiştir. Türkiye'de sınıflar mücadelesinin gelişmesi ile birlikte de, milliyetçiliğin, şovenizmin yanında Sünni dinciliği de özel olarak geliştirmiş, desteklemiş, sınıflar mücadelesinin karşısına çıkarmıştır.
Bu gerçekler ışığında düşünüldüğünde, dinciliğin Türkiye'de salt AKP gibi dinci iktidarlar tarafından geliştirilmediği, bunun bir devlet politikası olarak süreklilik gösterdiği görülecektir. Zaten açıkça görüleceği gibi, din, devlet yapısı içinde Diyanet ‹şleri Başkanlığı şeklinde kurumlaşmıştır. Diyanet ‹şleri, "devletle din işlerinin ayrılması"nı değil, tam aksine iç içe geçmesini ifade eden bir kurumdur.
Bu yanıyla değerlendirildiğinde, laikçilerin "AKP politikalarının laik devletin yapısını bozduğu" şeklinde değerlendirmeleri gerçeği ifade etmemektedir. Böyle yansıtmak isteyenlerin bir kısmı devleti çözümleyemeyenler, bir kısmı da devletin mevcut yapısından rahatsızlık duymayıp, sadece dinciliğin AKP'nin iktidarını güçlendirecek şekilde kullanılmasına itiraz edenlerdir. Dinin başka türlü kullanılmasına itirazları yoktur.
Laik devletlerin yapısı böyle olamaz. Elbette, laik devlet demek, kişilerin inanç özgürlüğünün yasaklanması demek değildir. Fakat laik devlet, farklı dini inançlar arasında ayrım yapan, birini benimseyip diğerlerini dışlayan, birini destekleyip diğerlerini baskı altına alan bir devlet de olamaz. Böyle yapan devletin dini var demektir.
Yine laik devlet, toplumun dinin etkisi altında, geri bıraktırılmasına karşı programlı bir şekilde mücadele eder. Toplumsal yapıyı dinin etkisi altından kurtarıp, en genel anlamda da olsa bilime yönlendirir. Tekrar belirtirsek, bu süreci baskı ile değil, uzun vadeli bir eğitim ve toplumsal yapıda yaratacağı dönüşümle sonuca ulaştırır.
Fakat açıktır ki, Türkiye'de AKP iktidarından önce de böyle bir politika olmamıştır. AKP iktidarının bu noktada yaptığı dinciliği daha fazla geliştirmek, devlet kurumlarında ve toplumda daha fazla egemen hale getirmektir.
Bu Düzeni Laik Olarak
Tanımlayanlar, Gerçekte
Laikliği Savunamazlar
"Devletin dini var mıdır, yok mudur, Türkiye Cumhuriyeti laik midir değil midir?" tartışmasını, anayasa üzerinden, milletvekillerinin mecliste ettikleri "Laik cumhuriyete bağlı kalacağım" yeminleri üzerinden değerlendirmeye çalışanlar da, soruna biçimsel yaklaşmaktadırlar.
Evet, anayasalar bir devletin yapısını ifade eden yazılı belgelerdir. Fakat, bu demek değildir ki, anayasalarda ne yazıyorsa devletin yapısı da bire bir odur. Örneğin, anayasada "yönetim biçimi demokrasidir" diye yazabilir, fakat devletin niteliği faşist olabilir. Bunun gibi anayasada laik diye yazar, fakat devletin niteliğinde dincilik olabilir.
Laik düşünceyi savunan veya savunduğunu söyleyen kimi kesimlerin, AKP'nin dinciliği geliştirmeye yönelik politikalarına karşı gösterdikleri tepki, bu yanıyla da etkisiz kalmaktadır.
Çünkü, devletin dinciliğini AKP ile başlatıp, mevcut devletin yapısını laik diye tanımlamak, bu kesimleri, devletin dini kullanmasının tüm biçimlerine ve kurumlarına karşı mücadele etmekten de alıkoymaktadır. Örneğin, bu kesimler, bugün MHP'nin türbana destek vermesi, ordunun etkili bir tepki göstermemesi örneklerinde olduğu gibi, laikliği savunmasını bekledikleri çeşitli kesimlerin tavrına şaşırmaktadırlar.
Bunun nedenlerinden biri de, devlet-din ilişkisinde yaptıkları sığ değerlendirmelerdir. Sistemin yapısını doğru tahlil etmiş olsalardı, geçmişten günümüze Sünniliğin devlet dini olarak nasıl sahiplenildiğini, dinin düzen tarafından nasıl kullanıldığını, toplumsal yapıda nasıl örgütlendiğini, "yeşil kuşak" projelerinden günümüze kadar dinin emperyalizm tarafından nasıl kullanıldığını tahlil etmiş olsalardı, ortaya çıkan tavırlara şaşırmayacaklardı. Durum böyle olduğunda, bu kesimler laik bir sistemin savunucusu da olamamaktadırlar. Çünkü laiklik diye tanımladıkları sistem, dini Sünnilik olan bir sistem olmaktan öteye gidememektedir.
Çözüm, 12 Yıllık
Zorunlu Eğitim Mi?
Mevcut sistemin dışında düşünemeyen, dolayısıyla AKP'nin türban üzerinden geliştirdiği politikaya karşı politika üretemeyen anlayışın bir biçimi de, reformist sol cephede görülmektedir.
Bu kesimlerin temsilcilerinden ÖDP anlayışı, "12 yıllık temel bilimsel eğitim zorunlu kılınmalı" düşüncesiyle AKP'nin eğitimde dinciliği geliştirme anlayışının karşısına alternatif ürettiğini iddia etmektedir.
Hatırlanacaktır, laikçi kesim geçmişte 8 yıllık eğitime de çok büyük misyon yüklemişti. Şubat 1997 MGK toplantısında "8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim" kararı alınmış ve Anasol-D hükümeti o zaman bunu "cumhuriyet tarihinin en büyük devrimlerinden birisi" olarak değerlendirmişti. Fakat, görüldü ki, kendi başına 8 yıllık eğitim, ne dinciliğin gelişmesine engel oldu, ne de toplumda bilinç seviyesini yükseltti. Farklı olması da düşünülemez. Eğitimin muhtevasından bağımsız olarak, 8 yıllık eğitim ya da 12 yıllık eğitim, dinci eğitimin alternatifi değildir. Ancak eğitimin muhtevasının değişmesi ile birlikte, zorunlu eğitimin süresi de, bir anlam ifade edecektir. Eğitimin muhtevası ise, sistemin yapısından bağımsız olarak düşünülemez.
Devrimciliğe yeni adım atmış bir devrimcinin ilk okuduğu kitaplar, ilk aldığı seminerler çoğunlukla diyalektik üzerine, devlet, faşizm, emperyalizm üzerinedir.
Diyalektiğin "5 maddesi", devletin tanımı, emperyalizmin 3 temel karakteristik özelliği gibi bilgiler, bu ilk sürecin en fazla tekrarlanan tanım ve formülasyonları arasındadır. Böyle olması da doğaldır; çünkü bu sözü edilenler, Marksizm-Leninizm'in "abece"sini oluştururlar.
Ne yazık ki, solun önemli bir kesiminde bunlar unutulmuş durumdadır. Alfabe unutulur mu diyeceksiniz? Doğru, zaten çarpıklık da burada. Okumayı öğrenmişler, Marksizm-Leninizm'i hatmetmişler, teori yapmayı öğrenmişler, ama bu arada alfabeyi unutmuşlar!
Keşke bu ezberleri unutmasaydı kimse. "Ezberleri bozacağız" diye diye, işin en temelindeki kuralları, teorileri, ilkeleri iğdiş etmeye girişmeselerdi. O zaman ortalıkta devlete, emperyalizme ilişkin bu kadar çarpık teoriler, düşünceler ve politikalar olmazdı kuşkusuz!
Devrimci teorinin iğdiş edilmesinin bugün özellikle güncel olanı, bilindiği gibi, emperyalizme dair çarpıklıklar ve çarpıtmalardır. Çarpıklık, Amerika'nın Ortadoğu'ya müdahaleleriyle birlikte açığa çıkmıştır. Sol adına, yurtseverlik adına, hatta sosyalistlik adına öyle politikalar savunuldu ki, bu noktada "emperyalizm nedir, temel karakteristik özellikleri hangileridir, neyi amaçlar, amaçlarına nasıl ulaşır..." gibi soruları tartışmak, yani işin alfabesini tartışmak, kaçınılmaz hale geldi.
Emperyalizmi anlamamak, bugün sol adına politika yapan bir gücün başına gelebilecek en vahim durumdur dersek hiç de abartmış olmayız. Çünkü emperyalizmi anlamayanların, veya onun temel niteliklerini unutanların siyasi olarak doğru bir yerde bulunmaları, doğru politikalar geliştirmeleri imkansızdır. Bakın, "zordur" demiyoruz, zordan da öte imkansızdır.
Çünkü, bugün ilerici, devrimci, demokrat, sosyalist herkesin yeri, en başta emperyalizm karşısındaki tutumuyla belirlenir.
Barzani ve dostları, müttefikleri ve onları "anlayışla karşılamak gerektiği" teorisyenleri, emperyalizmin Irak'a özgürlük getirdiği teorisini yapıyorlar.
Bu "özgürlük" içinde de Kürtler "devletleşme yolunda" ilerleyebiliyorlar! Yani, Kürtler, bu işbirliğinden "fayda" sağlıyorlar.
Belki de kilit kelimelerden biri de bu: Fayda.
Doğrudur, Kuzey Irak'taki Kürtler açısından bir fayda görünüyor. Fakat;
Görünen bir başka gerçek; bu fayda, başka halkların zararınadır. Bu fayda, başka halkların katledilmesi pahasınadır.
Böyle bir faydacılık savunulabilir mi? Böyle bir anlayış, yurtseverlik, ilericilik olabilir mi? Böyle bir faydacılık Ulusların Kendi Kaderi diye meşrulaştırılabilir mi?
Emperyalizmi doğru anlamak gerekir. Anlamayanlar, emperyalizmden faydalanmak adına, emperyalizme yedeklenen bir çizgiye savrulurlar. Bunun tarihte birçok örneği olduğu gibi, Barzaniler, Talabaniler de aynı noktadadırlar.
Sağladıkları "fayda" karşılığında, boğazlarına kadar işbirlikçilik batağına, onunla birlikte emperyalizmin suç bataklığına gömülmüş durumdalar.
Emperyalizmi anlamamak işte budur. işbirlikçiliğin UKKTH olmayıp, sadece onları dünya halklarına karşı suç işleyen bir mekanizmanın dişlileri haline getirdiğini ne yazık ki, kendine sosyalist diyenler de görmemekte, veya pragmatik hesapları nedeniyle görmezlikten gelmektedirler. Ama gerçek durum budur.
Emperyalizme fırsatçı bakılamaz. Mevcut güç dengeleri içinde kimilerinin fırsat saydığı, emperyalizme hizmete dönüşür. Daha açık bir deyişle, emperyalizmi kullanayım diyenler, bir bakmışlar ki kullanılma konumuna savrulmuşlardır. Emperyalizmle işbirlikçiler arasındaki ilişkide kuralları belirleyen, çerçeveyi çizen emperyalizmdir. Başka türlü olması da zaten emperyalizmin doğasına uygun değildir. Dolayısıyla, emperyalizmi kullanamazsın, o seni kullanır.
işbirlikçiliğin teorisi yapılırken deniyor ki; emperyalizm özgürlük ve demokrasi getirecek. Hayır getiremez. Emperyalizmin getireceği tek şey sömürgeciliktir, yeni işgallerdir. Irak ortadadır.
işbirlikçi Eleştiremez; O Kendi Kendini Tavırsızlığa Mahkum Etmiştir!
Barzani'nin Kuzey Irak'a, PKK'ye yönelik son saldırılar karşısındaki tutumu da son derece öğreticidir. Türkiye'yi ve ABD'yi eleştiriyor. Nesini eleştiriyor? Ve daha doğru bir soruyla nasıl eleştirebilir?
Barzani, bombalanan bölgeye yaptığı ziyarette, Türkiye'nin saldırısı için "Saddam dönemi" benzetmesi yaparak, o zaman da böyleydi dedi.
Barzani, saldırıdaki sorumluluğunu örtbas etmek için yaptığı bu ziyarette, "Türkiye'yle bir anlaşma yapmadıklarını" vurguluyordu özellikle. Barzani'nin Türkiye'yle bir anlaşma yapıp yapmamasının ne önemi ve belirleyiciliği olabilir ki? Çünkü Türkiye, zaten Amerika'yla, yani Barzani'nin hamisiyle anlaşma yapmıştır; artık orada Barzaniler'e -işbirlikçi konumunda olduğu sürece- bir söz düşmez.
Dün Amerikan emperyalizminin bölgeye müdahale etmesine, Irak'ı işgal etmesine karşı olmayanlar, bugün de ABD'nin tüm politika ve uygulamalarını sineye çekmek durumundadırlar.
Barzani'nin, Talabani'nin durumuna bakalım; ne diyebilirler ABD'ye?.. Diyemezler, çünkü bütün varlık şartlarını ABD'ye bağlamışlardır. ABD "Irak'tan çekilme" konusunu gündemine aldığında, "aman gitme" diye ilk açıklama onlar tarafından yapılıyor. Bu durumdaki bir güç, nasıl ve hangi güçle karşı çıkacak?
Sorunun temeli, emperyalizmin niteliklerini görmezden gelmektedir. Günümüzde, emperyalizme tavır almayan bir milliyetçiliğin, milliyetçilik olarak kalması bile mümkün değildir. Bu defalarca görüldü. Milliyetçi anlayışlar, Barzani, Talabani örneğinde, UÇK örneğinde görüldüğü gibi, başka halkların katledilmesinden, başka ülkelerin işgal edilmesinden kendisi için "fayda uman" bir işbirlikçiliğe dönüşmüştür. Milliyetçilik penceresinden veya pragmatizm penceresinden bakanlar orada belki "UKKTH"yi veya bir "zorunluluğu" gördüklerini söyleseler de açıkça görünen budur.
Ne emperyalizm değişmiştir, ne de işbirlikçilik. işbirlikçiysen, kuralına uyacaksın. işbirlikçilik, işbirliği yaptığın egemen gücün politikalarına boyun eğmektir, destek vermektir, en azından görmezden gelmektir.
Emperyalist, gerektiğinde katliam da yapacak; nitekim geçtiğimiz günlerde Kandil Dağları'nda yaptığı gibi. Ve işbirlikçi yine hiçbir şey diyemeyecek. Hem fiili olarak, hem siyasal açıdan deme hakkı da yoktur. Çünkü işbirlikçiliği kabul etmek, ona karşı "eleştiri hakkı"ndan da vazgeçmektir. Onun politikalarına baştan onay vermiş olmaktır.
Herkesin Emperyalizmi Kendine Göre mi?
"ABD ve müttefiklerinin müdahalesi ile 24 yıllık Saddam diktatörlüğü sona erdi. Saddamperestlerin başı sağ olsun. Kürdistanlıların da gözleri aydınlıkta olsun. Sömürgeci sistemin saç ayaklarından biri yıkıldı. Darısı sömürgeci sistemin diğer saçayaklarının başına!"
Kimin yazdığının değil, ne yazdığının önemli olduğu bu satırlar sömürgeci sistem konusunda ya tam bir cehaleti veya tam bir körlüğü yansıtıyor. Sömürgeci sistemi bilmiyor, emperyalizmi tanımıyor bu satırların yazarı. Çünkü bilse ve tanısa, yeryüzünde emperyalizmin tamamen dışında bir sömürgecilik sistemi olmadığını, olamayacağını da görecek.
O halde biraz Marksist-Leninist teorinin tarihinde dolaşalım.
Marksizm-Leninizm, ezilen halkların kurtuluş mücadelesinin bilimsel teorisidir. Bu teori içinde artı-değer teorisi, devlet ve devrim teorisi, ve de emperyalizm teorisi, önemli ve temel bir yere sahiptir. Emperyalizmi, yani tekelci kapitalizmi tüm yönleriyle inceleyip teorileştiren, temel özelliklerini ortaya koyan ise Lenin olmuştur.
Lenin, emperyalizm teorisini, "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" adlı kitabında kapsamlı bir şekilde ortaya koydu. Bu kitap, 1916'da yazıldı. Yani yaklaşık 90 yıl önce.
Lenin, emperyalizmi, "kapitalizmin son aşaması" ve "proletaryanın sosyal devriminin arifesi" olarak tanımladı. Ve yine Lenin gösterir ki, emperyalizm, aynı zamanda asalak ve can çekişen kapitalizm'dir.
Cinsel yaşamlarına renk getirmek isteyen bir çiftin elektrikli fantezisi ölümle sonlandı.
ABD'nin Pennsylvania eyaletinde, Lower Windsor kasabasında seks yaşamlarına renk getirmek isteyen bir çiftin elektrikli fantezisi ölümle sonlandı. 37 yaşındaki Tob Taylor ve eşi internette okudukları elektrikli seks fantezisini uygulamaya karar verdi. Taylor eşinin göğüs uçlarına taktığı elektrik kablolarını orgazm sırasında aktif hale getirir getirmez, karısı kalp krizi geçirdi.
OTOPSi RAPORU ORTAYA ÇIKARDI
Otopsi raporu Kristen Taylor'un ölüm nedenini ortaya çıkardı. Koca da fanteziyi itiraf etti. Soruşturma ekibinden bir yetkili "Adaleti yanıltmak ve işkence yapmak suçlarından mahkemeye çıkarılacak" dedi.
abi tarkan kaset çıkarmış.
öyle ya biliyorum.
nereden biliyonlan daha yeni çıktı piyasaya
ya ben onunla zaten görüşüyorum.
hade len...
ya neyse ben görüşüyorum benim kanka ya...
vayyy a.k.