en azından ramazan ayında kerhanesini kapatması gereken işletmecidir. çünkü o mübarek ayda kazandığı paradan hayır gelmez. milleti cinsel sekse teşvik eder.
öncelikle bir adet elf prensesi ki öylesi bulunamayacağı için çakma bir elf prensesi bulunur, sonra 4 yıl birlikte olunur, sonunda da evlenme teklif edilir, ahan da videosu:
"ya bu gece gel ya da gelir ecel"in yıllardır bir yanlış anlaşılmaya kurban gitmiş versiyonudur, artık o dönemlerde nasıl ergensek, nasıl bir abazaysak.. tövbe tövbe ramazan ramazan.. hoş deliye her gün ramazan.
wechat günümüz dünyasının vazgeçilmez iletişim kanallarından birisi haline geldi ve üyeleri gün be gün artmakta, malum ülkemizde de dünyada üretilen her popüler yazılım anında yaygınlaştığı için uludağ sözlük yazarları wechat ağı neden olmasın demek istiyor insan. fırsat bu fırsat büyük bir medeni cesaret örneği göstererek wechat kimliğimi hemen sizinle paylaşarak oluşumu başlatıyorum, pamuk eller klavyeye:
Türkçe meali bir elin copu var iki elin bir copu ve bir biber gazı var olan ünlü vecizemiz, açıkça anlaşıldığı üzere bir biber gazı + bir cop la yapılabilecek şeyler sadece bir copla yapılacaklardan çok daha şiddetlidir.
Türkçesi sakla samanı gelir zamanı olan ünlü atasözümüz, bu atasözümüzün vurgusu you had keep your Money or any other belongings, for sure a time that you can use those will come inşallah.
Dönüşüm sancıları en sonunda bir sonuca varmıştı, gürbüz bir isyana gebe halk, sonunda aşkımızın meyvesini doğurmuştu istanbul'un bağrına. O, sağlıklı, karakaşlı, kara gözlü, bembeyaz tenli ve apalak bir isyandı. Burada kopan ipin kalıntıları diğer illere de çarçabuk yayılmış ve birike birike orada da yeni ipler oluşturmuş ve inceldikleri yerden kopmuşlardı bu ipler de.
Bu isyanın belki de en hissedilmediği, en softa, en ücra ve belki de en sessiz yerinde oturuyordu Samet. Bir Türk Bayrağı'yla aşağı inse bağırsa, bir ışığı söndürüp yaksa ya da kötü ruhları kovmak adına tava çalsa da nafile olacaktı. Denememişti ki Samet, nereden biliyordu?... Biliyordu içinden bir yerlerden. Herkes belki balkona çıkacaktı, garip garip bakacaklardı uzun uzun, belki biri ikisi küfredecekti ve sonra içeriye, sımsıcak yuvalarına geri döneceklerdi.
Samet bu günlerin şerefine yakışır bir şiir yazmalıydı, onun işi buydu, şiir yazmak. Bu şiiri yazacaktı yazmasına, bir de televizyon kanallarında yankılatacaktı üstelik. Uğraştı, didindi ve yazdı; şöyle yazmıştı Ahmet:
Savunmasız çıktılar yola birer birer
Korkusuzca savundular vatanı
Oldular onar onar, yüzer yüzer, biner biner
Sipersiz bir geceye göz açtılar
Açtırmadıkları gözlerin yaşları
Ve karanlıktı tek sığınakları.
Arkalarına bakmadan dümdüz gittiler
Kıyameti duyan herkes de ayaklandı.
Sevdiler teker teker, sövdüler, eğlendiler
Kanatsız bir kuşa yuva yaptılar
Direnişin kanıydı, bu yola akıttıkları.
Samet, sonsuz bir inançla ve kendisine sonsuz, uçsuz bucaksız bir güvenle şiirini böyle yazmıştı. Telefon açtı yine şiir yazan bir dostuna, şairin şaire dostluğu olmazdı ya:
Samet: Cem, ben Samet, dostum harika bir şiir yazdım, direnişi canlı gösteren bütün kanallara göndereceğim.
Cem: Ooh, muhteşem, ben de yazdım bir tane, Youtube'a koyacağım ben de.
Samet: Haydi be okusana şimdi.
Cem: Önce sen oku.
Samet: Tamam, peki: "Savunmasız çıktılar yola birer birer... Direnişin kanıydı bu yola akıttıkları."
Cem: Muazzam olmuş dostum, şimdi sen asıl benimkini dinle: "Vatanın dört bir yanından/ Doğuyor güneşler, ay - yıldızlı geceler/ Güzel şeyler olacak, gelecek güzel günler/ Yeni umutlar sağılıyor anavatanın memesinden. Bir milyon kahraman doğuyor her yerden/ istanbul'a ayak basılıyor ama bu sefer/ Bu Mevlana'nın torunları ne de güzel eyler/ Kapkara bulutlar dağılıyor anavatanın üzerinden."
Samet: Ahahahah, ulan Cem, ikimizin şiiri de beş kuruş etmez lan şöyle bir düşündüm de.
Cem: Hadi lan oradan, seninki kötü diye, benimki de öyle olmak zorunda mı?
Samet: Zorunda mıyım? Ahahah.
Cem: Parmaklıklar ardına düşmeden kapatalım şu telefonu. Ahahah!... Görüşürüz dostum.
Samet: Görüşürüz, Cem' im.
Samet de, Cem de direniş boyunca meydanlara gitmemişlerdi, korkutulmuşlardı korkan ailelerince, lakin içlerindeki ateşi şiirle, edebiyatla dışarı vurabiliyorlardı. Bu isyan en güzel isyandı onlara göre, en aktif direniş sanatla, şiir sanatıyla, şiir diliyle olmalıydı.
Bu iki umut kokulu yürek gibi yüz binlercesi, belki de milyonlarcası da evde pasif direnişini sürdürmekteydiler ve sürdüreceklerdir de. Kim bilir, bakarsınız canlarına bir gün öyle bir tak eder ki, kaybedecekleri hiçbir şey olmadığını düşünürler, onlar da sokaklara dökülür. işte o gün, dünya en güzel şenliği görsün de, özensin bizlere.
şu anda kanal 24 te yaptığı konuşmadır. 2 gram beyni vardı o da gitmiş anlaşılan, necatos şaşmazoles in konuşması gibi mütemadiyen saçmalamaktadır an be an.
Hayat mahsulü hayatımın, hayatınızın toplamından çıkan ürün, sonuçtur ki şöyledir:
Yazmak istediğinde bana, yaz özgürce
Ağlamasın bulutlar sen giderken arkandan
Toz grisi gökyüzünün gözleri dolu dolu
izliyor gidişini kuşlardan bir şemsiye.
Mektuplarca dökülür yalnızlığım peşinden
Sen ölü, ben melanet kuyusunda çürüyorum
Kör ettim gözlerimi sen kokan duvarlara
Lal ettim sözlerimi, üzmesinler seni diye.
Gelmek istediğinde bana, gel sebepsizce
Sarsılmasın deprem misali, güvenin sonradan
Gözlerin, fark etmediyse ayrılığı gecelerde, koyu koyu
Yalvaracak ayakların sana, getirecek seni yine.
ilmeklerce sökülür mahkumiyetim yüreğimden
Dün gibi, bugün de sıcaklığınla yürüyorum
Sen ettim sensizlikleri, zerk ettim damarlarıma
Çığlık ettim sessizlikleri, uçurdum göz yüzüne. **
aslında nereye gidersen git oraya beraberinde yalnızlığını da götürmektir, şehirler, ilçeler, köyler, kasabalar değişir ama siz değişmedikçe aynı yalnızlığınız devam eder. içinizde biraz yeni insanlar tanıma hevesi varken çerkezköy gibi bir yere gelirsiniz, ama otelinizin karşısında uğrak olmayan bir kafe dışında hiçbir ortamı yoktur. Sokaklarında dolaşırken herhangi bir arkadaş canlısına denk gelme ihtimaliniz hiç bilmediğiniz bir yerde dayak yeme ihtimalinizden çok çok daha düşüktür. Size kalakalan otelinizde kral tv eşliğinde mini bardan aldığınız biranızı yudumlarken sigaranızı tüttürmek ve uludağ sözlüğe bunu yazmak olacaktır.
Ahmet geçirdiği yine kötü bir gün sonrasında, alı al, moru mor bir halde kendini yatağa atmıştı; bütün gün boyunca muhatap olduğu insanlardan ve ağzı olup da konuşan her türlü yaratıktan, güneş altında mayışan kedi köpek bezginliğinde, bedenini ve ruhunu sıyırmış, gecenin serin karanlığına ve sessizliğine kendisini bırakmıştı.
Ahmet 16 yaşında, babasını küçükken kaybetmiş ve annesiyle yaşayan, kendisini yazıya çiziye adamış bir delikanlıydı; en samimi yoldaşı, en yakın dostu kalemiydi, o kalemi ne derse onu yapar, kendisini kalemine bırakır, o kalemi kullanmaz adeta kalem onun yeteneklerini kullanırdı ve ekip olarak her defasında orta yere harikalar çıkarırlardı.
Kalemi yine bir gece yarısında Ahmeti uykusundan uyandırdı ve kulaklarına işte şöyle bağırdı:
- Ahmeeeeeeeet! Lan uyuma oğlum kalk, aklıma süper bir hikâye geldi, bunu bir an önce yazmalısın, çabuk!
+ Yahu Canan, manyak mısın gece gece, sus, yat, uyu, bak yarın erken kalkmalıyım, uykumu bölme, kes!
- Ahmeeet! Deli misin sen? Kusura bakma ama bu ilhamı kaçıramam ben, şimdi bunu yazmazsan bütün geleceğin mahvolur, mahvolmazsa da kendi ellerimle mahvederim, kalk ulan ayı!
+ Öf be öf, Allah seni kahretsin, kalktım, he, aklındaki şey neymiş bakalım, söyle de yazayım, ama sonra söz ver, zıbarıp uyuyacaksın!
Kaleminin adı Canandı, bu adı Ahmete kalemin kendisi söylemişti ya da Ahmet kalemine bu ismi vermişti, kim bilir? Ahmet kaleminin aklına gelenleri yazıyordu ya da aklına gelenleri kalemine yazdırıyordu, Ahmet hangisinin gerçek olduğundan emindi ama dışarıdan bakan birisi için bu gerçekliğe ulaşmak on bin parçalı bir bulmacayı bütün hale getirmek kadar zordu.
Ahmetin annesi Zeliha, çile yumağı dünyasında var olmaya çalışan, kasvet ve keder hislerinin yerine umudun gücüyle yoğurduğu sonsuz sevgi hissine sahip, yolun yarısına gelmiş, kömür karası, ova düzü saçları can alıcı Zeliha. işte bu Zeliha, Ahmetin ne durumda olduğunu çok iyi bilirdi, bilirdi de kimselere söyleyemezdi, Ahmet gün içinde bin bir ağızla sohbet eder, gerçek ötesi dünyasında bir maceradan öteki maceraya sürüklenirdi; gerçek dediği ve ermiş itikatı misali bir inançla savunduğu dünyada...
Ahmetin tedavi olması için paraya ihtiyacı vardı, o parayı da yazdığı ve çizdiği birbirinden yaratıcı eserlerle kazanıyordu, gün boyunca içinde yaşadığı hayali dünya, ona yeterince malzeme veriyordu, o da bu malzemeleri kullanarak harika çalışmalar oluşturuyordu. Bütün bu çalışmaların reklamını kendisi, satışını ise annesi yapıyordu; insanlar Ahmetin yazdığı hikâyeleri, şiirleri, yaptığı çizimleri çok seviyordu, aklında sokak ressamlığı da vardı aslında ama sağlık durumu elverişli olmadığı için annesi buna izin vermiyordu. Hastalığı öylesine kronikti ki ve ilaçları öylesine pahalıydı ki, alması ve düzenli kullanması, gerçekten içinde yaşadığı dünyanın hayalîliğinden daha hayaliydi.
Günler ayları, aylar ise yılları kovaladı, Ahmet 21 yaşına gelmişti artık, daha az macera ve daha az hayali mahlûkatla konuşuyordu, tedavi olması için gerekli ve delilik sınırlarında gezinen yaratıcılığı, tedavi oldukça kendisini terk ediyordu. kalemi Canan artık onunla daha az konuşuyordu ve bir şeyler yazması ya da çizmesi için daha az baskı yapıyordu, Ahmet artık yavaş yavaş kerametin kalemde değil kendisinde olduğunu anlıyordu; böylece yazı çizi işinin solgunlaşmaya başlayan büyüsü onu da bu işlerden soğutuyordu.
Ancak, Ahmet var olan gücüyle tamamen hastalığını kontrol altına almak için yazmaya ve çizmeye devam etmeliydi. Her gün kendisiyle en az bir iki kere konuşan kalemi, nam ı diğer Canan, bir gün kendisiyle hiç konuşmadı; nedenini merak eden Ahmet, kalemine kendisiyle neden konuşmadığı sordu ve kalem yine hiç konuşmadı. Ahmet delilikle dâhilik arasında ince bir çizgide kendisini kaybolmuş hissediyordu, o gün bütün bunların ardından ilacını almayı unutarak erkenden uyudu.
Ertesi gün uyandığında her tarafı kıpkırmızı kan içinde buldu, kalemi Canan, o gece insan suretine bürünmüş, önce Ahmetin ilaçlarının hepsini içmiş, bu şekilde kendisini öldüremeyeceğini anlayınca bileklerini kalemtıraşın yedek jiletleriyle kesmişti. en azından Ahmetin gördüğü bu manzaradan anladığı buydu, Ahmet korkmuştu, annesine seslendi, ses gelmeyince yatak odasına gitti ve annesini de kan revan içinde buldu, annesinin elinde bir bıçak, boynu kesik içindeydi, bu nasıl olabilirdi?
Ahmet artık bu dünyada bu şekilde yaşamaya devam edemezdi, onulmaz bir hastalığı vardı, biricik kalemi ve annesi intihar etmişti, nasıl yaşasındı? Odasına gitti, aynasına uzun uzun baktı, aynada Cananın ölmüş bedenini, sırlı camına sıçramış birkaç damlanın izin verdiği boşluktan görebiliyordu; Ahmet bu elem verici görüntüye dayanamayıp, aynayı tek yumrukta kırdı, kırılan parçalardan birini eline aldı ve ayakta öylece duruyordu ki Canan gözlerini aralayarak:
- Ahmet, herhalde ben öldükten sonra keyif içinde yaşamaya devam etmeyi düşünmüyorsun, şu elindeki aynayla seni bana kavuştur, haydi!
Ahmet, gözleri korkuyla fal taşı misali açılmış, bir elindeki kırık ayna parçasına, bir ayna parçasından yansıyan görüntüye, bir de Canana bakıyordu. Elindeki aynadan yansıyan görüntü konuşmaya başladı:
- Ahmet, sen hiçbir zaman güçlü biri olamadın ve bizi her zaman zayıflığa mahkûm ettin, şimdi elindekini al boynuna sapla, hem de hemen ve bu eziyetimize bir son ver! Haydi, şimdi!
Bir yandan Canan, diğer yandan aynadaki Ahmet konuşuyordu ve kendisini öldürmesini mütemadiyen Ahmete telkin ediyorlardı. Ayna ve kalem e, Ahmetin eli ve kolu da katılmıştı, Ahmet bu gürültüyü sırf daha fazla duymamak için elindeki aynayı hızlı bir şekilde şah damarına sapladı ve büyük bir acıyla yere yığıldı. Birkaç dakika sonra Ahmetin gözlerinin feri sönmüştü bile.
O günün tek gerçekliği Ahmetin ölümüydü. Zeliha, oğlunun ardından çok gözyaşı döktü, çok yas tuttu. Ahmetin gerçek olarak kabul ettiği şeyler annesi Zeliha için bu evrenin en büyük yalanlarıydı, belki de tam tersiydi, kim bilir?...
bir gün olur her insan söyler bu sözü, tıpkı benim söylediğim gibi, dibe çöküşlerin, üzerindeki buzdan tabakanın çözünmeyişinin kurbanı olur hayat sarhoşu kederli.
--spoiler--
süper bir sıçışın içindeyim, kanatlarım kopmuş, kanatsız sinekler gibi yerlerde sürünüyorum, nasıl ama!!!? çok güzel
bıktım artık sabretmekten, keşke sabretmekten daha güzel bir şey olsa, evet var bir şey, harekete geçmek ama nasıl? kanatları kırılmış bir sinek ancak yürüyebilir, yürürken de birisi yanlışlıkla mutlaka ezer; meşhur Murphy yasaları!
ha benim hiç mi suçum yok?
evet var, böyle bir işte çalışmak, maddi özgürlüğümü manevi özgürlüğüme dönüştürememek, başladığım birkaç işi yarıda bırakmak ya da bırakmak zorunda kalmak, her neyse! sonuç:
MUTSUZUM!
sadece mutsuz değilim aynı zamanda,
HUZURSUZUM da artık!
kim elimden tutacak şimdi, kim kaldıracak düştüğüm yerden? tabii ki benden başka kimse! tutunacağım ilk bulduğum demirden kazığa, ucu elimi delerken acıya aldırmadan kalkacağım gerisin gerisi!
Lanet gitsin!
hepimiz boktan hayatın BOKTAN oyuncularıyız VE BOKTAN bir şekilde boktan bir günde ya da gecede öleceğiz!!!
Kimsesizliğin şehrinde terk edilmiş bir ev, bu evi kim bilir hangi sıcak gülümsemelerin sahipleri kendi yalnızlığıyla baş başa bırakmıştı. Mamafih evin yalnızlığını ve uzun süren bakirliğini az sonra biri bozacaktı. Ayşe, uzun zamandır aradığı dört duvara kavuşmanın heyecanıyla yavaşça, işte bu evin eşiğinden içeri süzüldü; öyle sessiz, kuş tüyü adımlarla ilerliyordu ki, evin ahşap zeminine ayaklarının en sert dokunuşu tavşan uykusundakileri bile uyandıramazdı.
Ayşe evin her ücra köşesini titizlikle inceledi, arandı, tarandı, hiçbir canlı izine rastlamayınca bir oh çekerek eşyasıyla birlikte terk edilmiş evin divanına ayakkabılarıyla boylu boyunca uzandı. Rahatlamaya çalışıyordu ki tam, aklına erkek arkadaşı Timuçin geldi, onu hemen aramalı ve bu müjdeli haberi haberci güvercin edasıyla titrek bir heyecanla ulaştırmalıydı.
- Timuçin, jelibonum, sana bir sürprizim var, bil bakalım ne buldum?
+ Ya tatlım, bizim derdimiz başımızdan aşkın, Allah aşkına gereksiz bir şey için aradıysan, lütfen telefonu hemen kapat!
- Ama canımın içi, işte derdimize deva buldum, ev buldum ev, haydi toparlan gel, adresi veriyorum şimdi sana, yaz...
Timuçin, bu güzel haberi bir içkiyle kutlamak gerektiğini düşündü, fakat cebinde pek fazla parası yoktu, hayatın zulmeden yüzü baht kapılarını on kapıkulu gücüyle yüzlerine kapatmıştı. Ne yapsın gariban şehrin gariban vatandaşı Timuçin, boşlukta sallanan bomboş cepleri yine Köpek - Öldüren' e talim olacaklarının haberini veriyordu. Olsundu, köpek öldüren olsundu, onları öldürmezdi, öldürmeye gücü yetemezdi, bu hayat öldürmemişti ya, bundan böyle hangi cüretkâr şarap onları öldürebilirdi. ilk bulduğu markete girdi, şarabını aldı, Ayşe' sinin verdiği adrese doğru kendini koyuverdi.
Timuçin, Ayşe' nin jelibonu, eve giderken bir yandan mütemadiyen sayıklıyordu; "Şu hayatta baht kapısı kapanmayacak, feleğin çarkı hep dönecek, şu feleğin çarkını döndürecek güç bende yok ki, hayatın bütün pisliğini üzerime aldım. Hangi cennet, hangi cehennem beni böyle kabul eder, feleğin çemberinden deliksiz geçmişim, bu kirlenmiş ve hiçbir yöne gitmeyen, çıkmazlarda kaybolan kaderimi hangi dua kurtarır!".
Timuçin bu düşüncelerle uzun bir müddet gitti, hedefe ezbere götüren ayaklarıyla evin ahşap kapısını usul usul tekmeledi. Kapıyı büyük ve on aile içtenliği kokan gülümsemesiyle açan Ayşe doğruca sevgilisinin boynuna sanki onu bir senedir görmemişçesine bir hasretle sarıldı. Dudaklar buluştu, Timuçin'in dudakları tüm sıkılığıyla Ayşe'yi tebrik etti, şarapları ve güzel bir yatakları bile vardı, mutlu olmamak elde miydi?
Mutlu olmamak elde miydi? Mutluluk bir saniyelik, bir anlık bir şey değil miydi? Ne gereği vardı mutluluğu bu kadar önemsemenin? Gelin de bunu Ayşe ile Timuçin'e anlatın anlatabilirseniz, huzurları yoktu, sadece ve sadece mutluluk peşindeydiler, anlık keyifler, gelip geçici hazlarla baharlar, yazlar kim bilir ne zaman gelir...
Bu sırada evin etrafında bir yerlerde onları bekleyen umulmadık bir tehlike ile karşı karşıyaydılar. Mahallenin muhbiri, bir numaralı gammazı Bekir, evi uzaktan takip altına almış, olan biteni başından beri izlemişti. Bekir'e göre bu işgaliye uzun sürmemeliydi, bu bahtsız bedavacıları tam da kendine yakışan şekilde ihbar etmeliydi. Bekir telefonuna sarıldı:
- Alo, iyi akşamlar amirim, size bir ihbarda bulunmak istiyorum. Malumunuz mahallemizde terkedilmiş bir ev var, iki genç az önce...
Bekir yapacağını yapmıştı, bir polis ekibi evin önünde dakikasında bitiverdi, Ayşe ile Timuçin'in az önce aralanmış şans kapılarını sımsıkı bir şekilde, bir daha hiç açılmamasını istercesine kapatmak için yedi uyurları bile uyandıracak gürültüyle evin ahşap kapısını yumruklamaya başladılar:
- Açın polis! Çıkın evden, kapıyı açın, evi boşaltın!
+ Timuçin, ne yapacağız, bu sefer çok kötü tökezledik sevgilim!
- Sakin ol, yapacak bir şey yok teslim olacağız, zaten biz açmasak kapıyı kıracaklar ve daha kötü olacak.
Uzun bir debdebe büyük bir sükûnetle sonlanmıştı, Ayşe ile Timuçin yüzlerinde bulut grisi bir belirsizlikle kapıyı açtılar. Bekir onların o hallerini uzaktan seyredip keyifleniyordu, sevinçten coşuyordu, iki insanın mutsuzluğundan, hayal kırıklığından koskoca bir yüzsüzlükle kendine pay biçiyordu.
Polisler, Timuçin ile Ayşe'yi içeride çok tutmadılar, bir süre sorgu, bir iki gece nezaret ve sonrasında bir gece vakti kedi yavrusu gibi boyunlarından tutup dışarı savurdular. Timuçin de Ayşe de hayatta birbirlerine tutunarak ilerlemeye çalışan insanlardı. Şimdi hangi kapıya gideceklerdi, hangi kapı sahibi onları buyur edecekti, nereye sığınacaklarını kendileri bile bilmezken bunu kestirmek çok zordu. Ayşe seri adımlarla yürümeye başladı, Timuçin de arkasından, gecenin karanlığında arabaların keskin farları da onların peşinden seğirtti.
müthiş ses, o ses türkiye'ye katılmıştır, onu insanlar youtube daki videolarından tanıdı, fazla yoruma gerek yok, youtube video kanalını izleyin sadece, yorum size kalmış.
1950 yılının Türkiyesi, bütün dünyayı kasıp kavuran büyük bir kör döğüşünün yaralarını sarmaya çalışan, birbirlerine eskisinden daha da kenetlenmiş, yek vücut aşıklığında bir toplum görebiliyordunuz. işte o koskoca ulusta, çölde kum tanesi bir soba zanaatkarı; her gün var gücüyle, insanüstü, on efsanevi Thor kuvvetiyle ve az maliyetle kaliteli sobalar üretmeye çalışıyordu o yıllardır ekin biçmiş misali nasırlanmış elleriyle. O yıllarda soba, hele hele ki kalite kokan bir soba çok kıymetliydi, ekmeğe nimet deriz ya, çok emeği vardır çalışanların üstünde; işte bu ustanın bin bir zahmetle yaptığı sanat eserleri de birer nimetti karda kıyamette ısınma derdine düşmüş insanlar için.
Ustamızın adı Emekti, tam da bir emekçiye yakışan isme sahipti. Emek usta öyle güzel sobalar yapıyordu yapmasına lakin kendisini ve ailesini ısıtabilmek için ne yazık ki fazladan bir soba dahi yapıp, alıp da evine getiremiyordu. Kazandığı para ancak ailesinin doyumluğuna yetiyordu, müşterileri kıt kanaat geçinen insanlardı, bir soba alan ödemesini ancak bir senede tamamlayabiliyordu, evet koskoca bir sene, hatta bazıları iki, üç! Emek usta, müşterilerine nimet misali sobalarını satıyordu satmasına ama vaziyet ne yazık ki bundan ötesine geçemiyordu, Emek usta nın hayatı eksilerde, ailesiyle birlikte koskoca bir çığın altında, ağlıyordu her gün gizli gizli Emek usta.
Emek usta nın karısı Züleyha, güzeller güzeli Züleyha, ceylan gibi gözleri, bir bakış baktı mı insanı dipsiz uçurumlara sürükleyen, edası hoş, nazı niyazı latif bir düş Züleyha Bir gün aslanlar aslanı kocasına dedi ki:
- Emekim, yiğidim, bırak bu işi, son yaptığın sobayı evimize koyalım, gel benim amcamın kayınbiraderinden yardım isteyelim, belki senin için güzel bir iş düşünür.
+ Katiyen olmaz Züleyha, buna kesinlikle izin veremem, yıllarca kimseye minnet etmeden emeğimle, bileğimle çalıştım çabaladım, olmaz Züleyham olmaz.
Emek usta çok gururluydu, gururun karın doyurduğu seneler var mıydı? Bu sorunun cevabını ancak Emek ustanın kendisi verebilirdi, hala bulabilir miyiz Emek usta yı, kim bilir; böyle insanlar hala yok mudur? Gelgelelim Emek usta daha sonra ne yaptı düze çıkmak için, onu da Emek usta nın o yıllarda yazdığı bir mektubu paylaşarak aktaralım:
Züleyham, canım çocuklarım;
Ben büyük bir kusur işledim size karşı, size layıkıyla bakamadım, geçiminizi doğru düzgün sağlayamadığım gibi, soğukta etleriniz epil epil erimesin diye de yaptığım sobalardan bir tanesini dahi eve getiremedim. Bunun nedenini açıklamak benim için çok zor Şu an ki hissiyatımın ne kadar güneş tutulması karanlığı misali olduğunu bilseniz bana hak verir miydiniz bilemiyorum; ben seni aldattım Züleyham. Güzeller güzeli Züleyham, gözleri şafak aydınlığı, dipsiz kuyu, bakışı beni benden alan Züleyham. Çocuklarım, kıymetlilerim, evet, annenizi hem de hiç değmeyecek aşağılık bir sokak serserisiyle aldattım, rızkınızı o pespayeye yedirdim. Artık bunun utancıyla sizin yüzünüze bakamadığım için evi, yuvamı, eve zar zor getirdiğim rızkla yapılan sıcak çorbamı terk edip gidiyorum.
Mektup zarfının içinde bir miktar birikmişim var, onu da size bırakıyorum, sizi bir süre idare eder, memleketten kardeşlerime haber saldım, onlar size benim yokluğumu hissettirmeyecekler, Züleyha istersen al çocukları da yanına memlekete dön, orada yaşam daha kolay, hava daha temiz, insanlar daha naif, renkler daha bir canlı memleketimde.
Beni sorarsan, nereye gideceğimi ben bile bilmiyorum henüz.
Elveda,
Kocan Emek.
Emek karısına, ailesine böyle demek zorunda kalmıştı, aldattım demişti ki peşine düşmesinler diye, çünkü kendisiyle birlikte ailesini de yeni bir lağım çukuruna sürüklemek istemiyordu. Bıkmıştı bu yaşamdan Emek usta, geçim derdinden, ailenin, eşinin sorumluluğunu taşımak artık ağır geliyordu, o yüzden bu saklambaç oynar misali kaçışa meyletmişti.
Emek usta nın hikayesi de bu şekilde bilinmeze doğru giderek sonlanıyordu, arkasında gözü yaşlı bıraktığı ailesi ise ona hiç ama hiç nefret beslememişti, anlamışlardı asıl sebebini reislerinin kaçışının, gemiyi bu sefer ilk önce kaptan terk etmişti.
işte bir yeniyıl daha, 2013'e girdik, kıyamet de kopmadı, ee ne yapacağız şimdi, hiçbir şey değişmedi, hala yalnızız, kalbimiz bomboş!
karşılaştığım her sahte yüze, tiyatral yetenekten yoksun, enerji kadar mutlak sonsuz ve sıcak sevgimi sundum, doğrucu davut misali; lakin kasıldı kaldı karşımda hayat denen rengi beşere münhasır çark-ı felek, istesem de duyuramadım çığlıklarım sessiz kaldı birden. memleketsiz bir doğum yaşıyor babası meçhul yetim yüreğim, yetmiyor yetemiyor üstün sevgiler içini ısıtmaya ve fail-i malum kayboluşlarım yarınsız bir kaderin içine çekilip yargısız infaz ediliyor, "nerdesin?" diyorum meçhul ve çaresiz beklenen sevgiliye.
yılın son gecesi... daha önceleri bilmezdim gecelerin bu kadar yalnız ve poyraz soğuğu olduğunu,sisli ve "onsuz" bir manzara çeliyor mutluluğumu. "ölümcül dövüş" koydum içinde yaşadığım hayatın adını, türlü türlü kanlı nakavtlarla öldürüyorum içimdeki aşka dair hisleri bu gece. kazalarını tuttum tüm hissedemediğim duyguların, her şey geçip gitti de, bir sen gitmedin benden yalnızlık diyorum yine "elem" şarabımı yudumlarken. feri sönüyor git gide bakışlarımın, dimağımın güneşi battı çoktan, evlerine dönüyor düşüncelerim.
işte tam da bu noktada, her gördüğüm göze, yüze, dudağa, mutlu yıllar diliyorum, görmediklerime, göremediklerime de diliyorum, belki iyi dileklerim bir gün de olsa kalabalık hissetmemi sağlar diye. Ne mutlu size, ne mutlu bu güzel günü arkadaşlarıyla, dostlarıyla geçirenlere.
2013 yılı gibi her rakamı farklı 4 haneli bir sayı gibi kabul edin beni de, benim de her bir duygusu ayrı bir telaşta 4 kez üzülen ve sizleri düşünen bir yüreğim var. Mutlu yıllar!.
Avrupalıların Türkiye'yi hala osmanlı imparatorluğu zannetmesi, daha doğrusu kasten türkiye yerine osmanlı imparatorluğu olarak telaffuz etmesi, afedersiniz ama pezevenkler sevmiyorlar ya türkleri ve türkiye'yi, o yüzden alay ediyorlar akıllarınca.
Buna en son, facebook'taki arkadaş listemde bulunan ve türkiye'de firmam adına çalışan italyan monitörde rastladım; yok efendim, 21 aralık'ta hala türkiye'de olacakmış da, kıyamet kopacakmış, Osmanlı enkazı altında kalacakmış gavat, düşünceye bak, inandığın şeyi s... neyse, yok efendim, otelde asansörde Talibancı şarkısı gibi italyanları aşağılayıcı bir şarkı çalıyormuş, resepsiyonu uyarmış, onlar da özür dilemiş, falan filan, lan millet senin dilini mi biliyor, senin anası babası belli olmayan insanların pazarlamış o şarkıyı Türkiye'ye, biz de çalmışız, ben otelin yerinde olsam inadına bangır bangır çalarım, altına arkadaşları yorum yapıyorlar bir de, faşistler, keçiler, keçiler, keçiler diye!!!
Sonra yok efendim, herif beraber çalıştığı ustalardan memnun değilmiş de, onun için mutsuzmuş haspam, altına da yorum gecikmemiş arkadaşlarından, yok o türk ustalar kolay yönetilebilirmiş de acizlermiş de, o emekçi ustamın senin ciğeri beş para etmez teknisyeninden meslek, eğitim seviyesi olarak farkı ne acaba, neden bu kibirlilikler hor görmeler, bizim ki de bu yoruma cevap veriyor ki ne cevap, onaylıyor beyefendi, ses çıkartırsa o ustaların kibirleneceğini, sonra da diğerleriyle uğraşmak zorunda kalacağını söylüyor.
Beyefendi Türkiye'den sıkılmış, bir tutturmuş Osmanlı, Osmanlı imparatorluğu bilmem ne, bir önceki paylaşımında türk kebabını öven rezil, bir sonraki paylaşımında istakozun binbir versiyonda pişirilebileceğinden bahsedip, neden türkiye'de bulamadığından ve kebap yemekten gastritinin azdığından şikayet ediyor.
On Özbokuboncuklular gücünde küfredesim var bunlara ama küfretmekle de çözüme ulaşamayacağımı bildiğim için, bundan sonra tamamen kendi hallerine bırakacağım piçleri, kendi kendilerine dönsünler memleketlerine. Ben hiçbir milleti hor ve hakir görmem, ne olursa olsun, düşmanlık da beslemem ama adamlar resmen bize hala düşmanlar, sanki dil bilmiyoruz, bütün kepazelikleri ayan beyan ortada, neyin kafasını yaşıyorlarsa artık..
Belki de bir daha hiç yazılmayacak bir hikayedir kim bilir?... Hikayenin hikayesidir bu, portakalın suyunun suyu gibi, bilindik hikayelerin tanıdık bir dille yazılmış sıradan bir versiyonudur:
Günün birinde kalabalık bir şehirde, genç bir şarkıcı yaşarmış, ekmeğini barlarda, özel gecelerde, partilerde şarkı söylerek çıkartırmış, arada bir kendi sözlerini, kendi sözlerine bestelerini de yaparmış, üretmek onun yaşam kaynağıymış, ürettikçe var olur, yaşamına anlam katar, yaşamına anlam kattıkça da, hayatın anlamını, özünü bulmaya yaklaştığını hissedermiş; ama gelin görün ki onu gerçekten tanıyan, onu gerçekten seven bir tek Allah'ın kulu yokmuş.
Tamam belki, onunla vakit geçirmek hoşmuş, onu mutlu edenler oluyormuş zaman zaman, bazıları yüzüne gülüp arkadan beceriyor, bazıları en ufak yanlışında yüzüne çemkiriyor, bazıları da ona duydukları saygıdan ve korkudan ne yaparsa yapsın ses çıkartamıyorlarmış. Şarkıcının istediği bu değilmiş ama, o sadece gerçekten sevilmek, sevildiği için saygı görmek, ilişkilerini bu sevginin ışığı altında beslemek, ilerletmek ve daim kılmak istiyormuş hep.
Şarkıcının bilmediği bir şey varmış oysa ki; o da kimsenin kimseyi sevmek zorunda olmadığı ve herkesin kendisini sevemeyeceği gerçeğiymiş, hoş belki de içinde bir yerlerde bu bilgiye sahipmiş ama o hiç gerçek, saf, menfaatsiz sevgiyi tatmamış ki
Şarkıcı çevresinden göremediği sevgi hissini, ailesindeki çatlamaya başlamış güven ve sevgi saygı duygularıyla iyice kaybetmeye başlamış, artık kendisi de kimseye güvenemez, kimseyi sevemez olmuş. Oysa o kadar tanıdıkmış ki ona sevecen, sempatik ve güvenilir olmak, kendisinde olan değerleri ailesinde bile bulamamaya başlayınca bu sefer kendisi de freni boşalmış kamyon gibi her şeye, herkese bodoslama dalmaya başlamış
Şarkıcı için artık başkalarının duyguları önemli olmamaya başlamış, bestelerini artık sevdikleri için değil özlem duyduğu sevme ve sevilme duygularına atfen ve hayal ettiği ideal sevgililerine yapar hale gelmiş.
Şarkıcı öyle böyle değil, büsbüyük ve besbelli bir boşluk içerisinde kaybolup gidiyormuş, bu gidişe kim dur diyebilirmiş ki, sadece işiyle ilgilenen ruhsuz bir adamı kim ne yapsın ki. Bilinçaltında onu rahatsız eden onca hayalkırıklığı, onca onulmaz pişmanlıklar, yaralar, yaralılar varmış ki, şarkıcı artık üretmekte bile zorluklar çekmeye başlamış bir zaman sonra. Şarkıcı vermiş kendini alkole, vermiş kendini cıgaraya, vermiş kendini, vermiş de vermiş
Gel zaman git zaman derken, şarkıcının karşısına bir sevgili çıkmış, sevgili içinde sevgi denen şeyi barındıran insan, yüreğinde sevgi olan insan, yani sevgili Geçmişteki balon sevgileri unutturacak bir sevgili Almış o sevgiliyi şarkıcı, bağrına basmış, «nerelerdeydin bunca zamandır, o kadar ziyan oldum ki, o kadar harcadım ki kendimi yokluğunda, ama seni seveceğim, söz veriyorum, pişman olmayacaksın beni bulduğuna», demiş.
Şarkıcıya mutlu bir son yazıldı, ama şimdilik, ileride ne olacağı ne biteceği belli olmaz, ailesiyle arası şimdilik yine aynı, çevresi yine aynı kokuşmuş çevre, bir tek hiç kavuşamadığı sevgiye kavuştu, acaba bu kendisini içine düştüğü ve kaybolduğu, koyu, dipsiz ve kurak kuyudan kurtarmaya yetecek midir?...
Bilinmezliklerle dolu şu hayatta, şartlarımızı değiştirmek bazen elimizde bazen de değil, değiştirmek elimizde olan şartlar için Tanrı bize cesaret, değiştiremediklerimiz için metanet, değiştirebileceğimiz halde değiştirmeye cesaretimiz olmayan şartlar için de selamet versin.