Marmara üniversitesi hukuk fakültesi öğrencileri tarafından çıkarılmış olan an itibariyle 15 kasımda ikinci sayısının çıkacağını öğrendiğim insan hakları bülteni. dergi ekibi kulüp kurma girişimi içerisindeymiş.
detaylı bilgi için: ikarusdergi.blogspot.com ve facebook.com/ikarusdergi
aristoteles'in öğretisini öğrettiği okuldur. günümüzdeki lise kavramı da adını buradan almaktadır. liseler ve liseliler düşünüldüğünde aristodan günümüze çok şey değişmiştir.
Bir dolunay akşamında, yeni türkünün 'dolunay' ı ile kendini arayan uçurtmacı'nın halidir.
Anlatılamayanlar hep olmuştur,
anlatılamayanların adamıdır uçurtmacı,
misyonu gereği, en absürdü olmalıdır.
ama saklanması gereken sırlar
ağır gelmektedir.
üstelik sırların tek sahibi kendisidir.
sırların efendisi olma yolunda
hızla ilerlerken
bu çöküş niye sözlük,
bu ihtiyaç niye,
uçurtmacı dediğin güçlü olacak!
güçsüz kaldım be sözlük...
uslamar parkında yalnız yürüyordum. elimde bir şişe vardı, içindeki içeceğin ne olduğunu anlamazdınız. ben, su diye içiyordum da insanlar garipsiyordu biraz. insanlar beni hep garipsemişlerdi zaten... garipsedikleri anları seviyordum, birbirlerini fark etmediklerinden daha iyiydi beni garipsemeleri...
uslamar parkı'nda yalnız yürüyordum. elimde bir şişe vardı, kafamda düşünce yoktu. insanları seyrediyordum. bir hikaye vardı ortada, bense o hikayenin yabancısıydım. günlerden pazardı sanırım. bunu takvimi iyi takip ettiğimden söylemiyorum. çünkü o gün park kalabalıktı. pazar günü olduğunu parkın kalabalık olmasından anlardım...
günlerden pazardı, annenin biri çocuğunu gezdiriyor, bir yandan da güzel havanın tadını çıkarıyordu. iki arkadaş, birbirlerine bir şeyler anlatıp gülüyorlardı. başka bir 'köşe'de iki sevgili -görseniz siz de sevgili sanırdınız- birbirlerine gülümsüyorlardı. insanların mutlu olduğu sınırlı anlardandı... mutlu olunması gereken anlardı.
'düşünceler bizi kendimizden alır. aslında olmadığımız benliğimize giderken yalnızlığa doğru kovalanırız. bu yüzden kaçarız düşündükçe. ne sanırsın.. arkadaşlığı en büyük maneviyatta arayıp da cismani dünyada hissedebilmek yalnızca. bu, bunun sonucudur. bir de arada böyle mehtabı izlerim. kendi hayatımı görebildiğim tek yer burası bu yüzden. gerçek olmayan bir yansımanın, sadece gözlerime hitap edebilen başka bir yansıması. varlığımı en kolay sorgulayabildiğim yer burası sanırım bu yüzden. neyin yansıması olduğumu düşünmekle geçiyor ömrüm. neyin aldatmacasıyım diye düşünürken, kendimi olmak istediğim kişinin en kötü huylarını bürünmüş şekilde buluyorum. anladın mı?''
ilk defa, ön yargısızca dinlediği kumsaldaki sarhoş adamı, bir an için anladığını sandı sanmasına da, anladım demeye gücü yetmedi. oysa ki mehtap onun için dünyanın en güzel görüntüsüydü. bir an için aykırı olduğunu düşündü, yanındaki sarhoş adamın. sonra hayatında sorduğu en anlamlı soruyu sordu kendince 'aykırı olmak mı? kime ve neye aykırı?'.. kendi düşüncelerinde boğuldu, uzun süre nefes almayı unuttu, düşünceler düşünceleri ve anılarından oluşan bir tutam kanıtları doğurdu doğurmasına da, nefes almak aklına geldiği zaman, düşüncelerini öldürdüğünü bilemezdi...
iddialaşıyorduk denizle,
huzursuzdu, gitmemi istiyordu rüzgar..
rüzgar;
şu geldiği yönden alan ismini,
gittiği yön umursanmayan çoğu zaman,
ve her zamanki gibi adını bilmediğim...
yani bildiğimiz rüzgar;
bazı insanlar gibi,
geldiği yerden alan ismini,
kaderleri hiç umursanmayan,
ve adını bilmediğimiz..
ama aslında,
bildiğimiz insan!
o insanlar ki,
bildiğimiz rüzgar gibi,
farketmediğimiz,
farketmedikçe kuvvetlenen rüzgar gibi,
biz umursamadıkça,
içimizdeki insanı kemiren.
bir edip şiiri,
edepsiz bir hayatı anlatan,
bir edip şiiri.
okuyabilmek hala mümkünken hani,
o şiirin yazıldığı anı hayal edebilmek,
- ki muhtemelen denize bakıp, balık tutmaya çalışan insanlara yazılmıştır-
çünkü en edepsiz edip şiirleri, kaybetmek üzerine yazılmıştır.
ama hayat anlamsızdır.
bu kadar anlamsızlığın içinde,
kaybetmenin anlamını,
kaybetmeden sorgulamak,
ne çeşit bir ağıttır?
ki ben insansam,
geleceği tezahür etmeye çalışan tek varlığım,
ama geleceği de bilemem oysa hiçbir zaman.
yine de bir ağıt içimde,
gözümün önünde eriyip gidene mi,
kendime mi,
elimizde kalan,
acının tezahür meselesi...
şşşşşt! sus konuşma dedi!
konuşmuyordum ki. ıslık çalıyordum.
dalge geçtim biraz kendimce.
tiktaktiktaktiktaktiktak!!!
noldu! zaman geçti.
çokmu geçti!
yeterince geç.
ama erken değil onu biliyorum.
geriye alsaktı zamanı,
kalsaktı,
sonra durdursaktı..
yavaş yavaş sarsaktı,
sonra yine geriye sarsaktı.
silsekti hata bazılarını.
bazılarını, hangilerini mesela,
bazı tiktakları..
ama geriye sarsaktı.
değişirmiydi,
bir daha geriye sarmak istermiydik?
ama nasıl geri sarcaktık.
bu soruyu çözsem.
nasıl
buldum buldum!
bakşimdi.
katkitkatkitkatkitkatkitkatkitkatkitkatkit
sakın tersten okuma !oldu mu?
olmadı dimi.
hem ben!
niye uğraşıyorum ki bunlarla.
o benle uğraşıyor!
ihtiyaten, budaklandırıyorum geçmişimi. seçtiğim anılarda kayboluyorum. önemsizleştikçe anılarım, geçmişe kapak atmşım gibi, küçülüyorum. mücadelem ise, başladığım yerde bitmiş gibi gözüküyor. bitmiş mücadelemin, fikri güncellemelerini tekrar eden her gece, biraz daha üşeniyorum tutkuma. bir mikrop gibi, kuluçkada tutkularım. bölündükçe çoğalıyorlar. yaşama amacım onları yaşamak mı peki? düşündükçe bölünüyorum. artık iki kişi gibiyim. çoğalmak neyse ne, azalmak zor. uyan uçurtmacı, keşke deme vakti
adam 'güzeldi' diye hatırlıyordu. kadınları onları gördüğü anlarla birlikte hatırlar, her anı başına bir isimle anardı. hiçbirisi onun için bir resim ifade etmezdi. kısa birer film gibi her 24 kareden bir anlam çıkartır, o anlamlar üzerinde kafa yorardı. resimler eskileştikçe, aradaki kareler yok oldukça sanki içinden birşeyler kaybeder gibi, bozulan bir domino etkisini tamir eder gibi, panik ve sinirli bir şekilde düşüncelere dalardı.
o eski resmi gördüğünde de 'güzeldi' diye hatırladı. bir okul sırasının solunda sırtını duvara ve kolunu cama dayamış, gizli mesajlar içerisinde bakışlarıyla birlikte hatırladı onu. bir şeyler söylemeye çalışan bakışları ve başka şeyler söyleyen konuşmaları adamı etkilemişti. konuşurken oynatmadığı yüz kası yoktu. konuşurken bakışları sabit bir yere bakardı. yada adamla konuşurken öyle bakardı. fazla iri olmayan gözlerini ve suratının genişliğini hatırlayabiliyordu. kendinden emindi. zekiydi. hep en iyisi olmuştu. bu onu adam için tek yapan birkaç özelliğinden biriydi. asla söylenmemiş sözler vardı sanki aralarında artık söylenmesi gereken. ikisi de biliyordu ne söyleneceğini de sanki hiç söylenmemesi bilinmiyor kılacaktı o kelimeleri...
hatırlıyordu; her sınava farklı salonlarda giren iki öğrenciydiler. genç adam, kendi sınav yerinden önce onunkine bakardı. hiçbir sınava aynı salonda girememiş olmalarına rağmen, bir şekilde adam kızın yanına gitmek için bahaneler uydururdu. bir sınav günü kızı bulamadı, ne yaptıysa ona ulaşamadı. üzgün olduğunda kendine bir sıcak çikolata söylerdi genç adam. sıcak çikolatasını bitirdiğinde salona dönerken şöyle derin bir nefes aldı, gençliğinin tüm tazeliğiyle ve saflığıyla kızı düşündü. başını kaldırdığındaki anı içine silinmeyecekmiş gibi kazıdı.
kız hemcinslerinden daha uzun boyuyla koridorda tek başına sınav salonunu derinlemesine inceliyor birini arıyor gibiydi. o sınav salonu genç adamın gireceği salondu. aradığı kişiyi bulamayınca daha derin bakındı. hafifçe boynunu yukarı kaldırdı ve alt dudağını endişeyle büktü. aradığı kişiyi göremeyince kaşlarını hafif çatarak yüzünü şişirdi. iki elini başının üzerine koyup bir iç çekti. üzülmüş olduğu her halinden belliydi. ne olursa olsun güzeldi...
adam kare kare hatırlıyordu bu anları. hayatında hatırladığı en saf mutluluktu. yıllar sonra bile hatırlayacağından emindi. ancak bu anların ona bu sefer mutluluk yerine acı vereceğini o günlerde sezemezdi.
Fenerbahçe macından sonra, adnan polat'ın verdiği röportajda olması gereken incisiydi. Nitekim volkana atılan şişenin içinin neden boş olduğunu açıklayabilecek insanlardan birisiydi. buda böyle bir kötü entry işte. ama kabul edin başlık güzel.
bir istanbul anısı
uçurtmacı,'hava soğuk' dedi, hızlı adımlarla vapura doğru ilerlerken kendi kendine... kalabalık vapurun, konforsuz koltuklarında oturmaya yer arandı. zor da olsa boğaz manzarasını görebileceği sıcak bir yer bulabildi. karşısında muhtemelen işinden dönüyor olan, siyah parkalı kirli sakallı, her halinden anadolulu olduğu belli olan, iri yarı bir adam oturuyordu. cam köşesinde, takım elbiseli bir kadın, kulaklıklarıyla ortamdan çoktan ayrılmış, boğazı seyreder gibi yapıp, muhtemelen düşlerini gözden geçiriyordu. buraya kadar yolculuk i̇stanbul şartlarında olağandı. aniden, yaşları 9-10 olan iki küçük erkek çocuk yanına oturdu. öyle bir hızla koşarak gelmişlerdi ki, kulaklıklı bayanın bile dikkatini çekmişlerdi. karşıdaki adamsa hala donuk bakışlarla etrafını inceliyor, etrafında gelişen olayların farkında değilmişçesine, gözünü bile kırpmıyordu. uçurtmacı o an farketmişti, adamın yolculuğun başından beri televizyondaki haberleri izlediğini... eğer adamın baktığı yere bakmasaydıi uçurtmacı orda televizyon olduğundan bile haberdar olmazdı.
iki çocuk koşarak gelmiş olmalarından nefes nefese kalmış birbirlerine heyecanla birşeyler anlatıyorlardı. o derecesine tatlılardı ki, ne konuştuklarını duymayı isterdiniz. uçurtmacı da bu yüzden çocukların söylediklerine kulak kesildi ama konuştukları hiçbir şeyi anlamadı. kürtçe konuştuklarını düşündü çocukların. daha bir merak etti uçurtmacı ama ne kadar kulak kesilse de anlayamıyordu.
çocuklardan biri, yanlarında oturanın kendileriyle ilgilendiğini anlamış olacak ki, uçurtmacıya dönerek;
değil mi abi? diye sordu. uçurtmacı ne yapacağını şaşırdı. eli ayağına dolandı, böyle bir şeyi beklemiyordu. ama kendini biraz toparladıktan sonra, haklısın kardeşim. dedi. çocuklar gülümsediler. uçurtmacı gülümsedi;
ne yapıyorsunuz bu saatte yalnız başınıza? diye sordu.
abi, biz çengelköyde oturuyoruz aslında. gitar alcaktık, unkapanı diye bir yer varmış. oraya gitcektik ama bulamadık. şimdi de geri dönüyoruz. sen unkapanı nerede biliyor musun abi?
biliyorum tabii ki, keşke vapura binmeden önce karşılaşsaymışız, ben de gitar çalıyorum. sizin için iyi bir gitar seçerdik beraber...
yolculuk boyunca konuştular. çocuklar istanbulluymuş ama birinin ailesi batman, diğerinin ki de mardin'den göçmüşler. uçurtmacı, onlara gitar öğrenirken ne yapmaları gerektiğini dili döndüğünce anlattı. onlara ismini, telefon numarasını, hangi okula gittiğini yazan bir kağıt verdi. eğer canınız aramak isterse arayın olur mu? dedi... uçurtmacı der ki şimdilerde, aylar geçti ama bir kez bile aramadılar. umarım en güzel gitarı alabilmiş, en iyi şekilde öğrenmeye başlamışlardır.
'gitmiycem ama hani olur da gidersem' yalanını söylemenin en kolay yolu. tadından yenesi bir tom waits şarkısı...
sözleri de şöyle;
and if i have to go, will you remember me?
will you find someone else, while i'm away?
there's nothing for me, in this world full of strangers
it's all someone else's idea
i don't belong here, and you can't go with me
you'll only slow me down
until i send for you, don't wear your hair that way
if you cannot be true, i'll understand
tell all the others, you'll hold in your arms
that i said i'd come back for you
i'll leave my jacket to keep you warm
that's all that i can do
and if i have to go, will you remember me?
will you find someone else, while i'm away?
21 temmuz 2010'da harbiye acık hava'da yapılmış olan muthiş konser.
jehan barbur'den erkan oğur'a mukemmel gece geciren insanların toplandığı konserdir.
kacıranlar uzulmelidir.
bense o konseri onunla izledim konseri. onunla dinledim ortaçgil'i. onunla ortaçgil dinlemek,
kendimi kendimle dinlemek gibiydi.
sahili ayın ışığı aydınlatırken yanınızda eksik olan kadın gibidir,
gecenin bir yarısı extranızı yudumlarken orhan atasoy şarkılarını dinleyememek,
çünkü kahretsin, siz tam buyumussunuzdur ve orhan atasoy tam o sırada hayata gözlerini yummuştur,
sanki uçurtmacıya, nöbeti sen devral der gibi..
bazı insanların kaderinde vardır yalnızlık. hayattaki butun enerjilerini başkalarından almalarına rağmen, hiçbir duygunun paylaşılmadıkça önemi olmayacağını düşünmelerine rağmen, yalnızdırlar. kendileri çalarlar, kendileri oynarlar.
m. ali şahinin vatanı milleti sakaryayı kurtarmak için sunduğu, harika , akıl ürünü öneri. *
ayrıca liderler birbirlerinin evlerine grup yapmaya gitsin
bir batak masası,
eşli,açık ihaleli,
durum 43-49,
ilk siz söyleyeceksiniz ihaleyi,
pas dediniz,
pas dedi sağınız,
eliniz boktan, eşiniz 8 dese batacaksınız belli,
kalp atışları hızlanır, sırttan akan terler, batarsanız çayları siz odeyecksinizdir,
kızarmaya başlarsınız, eşiniz çok ciddi: pas...
bir rahatlama, derin bir nefes, o da nesi, solunuzdaki de pas derse ihale size kalacak,
nefes alamıyorsunuz, terler , sıcak, eşinizle gözgöze gelemiyorsunuz bile, ya kalırsa,
ve o sözcük soldan da gelir: pas..
olamaz.. artı el size kalmıştır, o boktan ele hangi koz söylenir ki,
çayları ödeyeceksinizdir artık, s.ctınız. hangi kozu söylemeli, elde bir sinek astan başka hiçbirşey yok,
'ulan sinek mi desem' 'yok lan kupa diyim sinek yan olur' ikileminden sonra bir anda ağzınızdan okelime çıkar..
'kupa' kalp atışlarınız hızlanır , saatte 180, 190,...
masada herkes gergin.. kimse çayları odemek istememekte..
bir kişi hariç.. eşiniz.. o gülümsüyor.. hemde öyle bir gulumseme ki..
kağıtları açarken o mutlulukla 'rahat ol kankiii!' diyor..
o da ne kupa as papaz, maca as, sinek papaz..
'helal kankiii.. usta buraya 4 çay daha!'
Prof. Dr. Osman Altuğ hocanın, türkiyenin ekonomik durumunu anlatırken kullandığı terim. şöyle oluyor,
ülkemiz ekonomisi büyüyor, büyüyor ama kalkınamıyor. yani büyüyor ama kalkmıyor. yazık bize.
banliyönün dibinde olmasındna dolayı ulaşımını sevdiğim adliye. gitmek için vapur ve banliyö yapmamın yeterli olması güzel. öte yandan 6. icradaki amca müdüre kıl oluyorum orası ayrı.