günler ayları, aylar yılları kovaladı ama bekleyişlerim nafile artık. sanırım ömrümün sonuna kadar tek başıma nasıl yaşayacağımı planlamanın vakti geldi, bir seneyi daha devirdim öyle ya da böyle.
hayatıma giren kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmedi, ketum biriyim, hayatıma insanları almaya çekiniyorum, aldıklarım da beni daha diplere çekti, karanlık ve derin bir kuyunun içerisinde hapsoldum, göğe bakıyorum belki sen gelir de elini uzatır ve çıkarırsın beni buradan diye,
olmayacak biliyorum, aslında ben şimdiden sana aşık oldum, hayal ettiğin ve gerçekte hiç var olmayan birine aşık olmak ne kadar umutsuz bir durum biliyor musun?
saçma sapan insanlarla uğraşmaktan, dertlerini anlattığında üstünkörü dinleyip geçiştiren insanlara çaresizce tutunmaktan, dört duvar arasında kalıp yalnızlıkla sonu gelmeyen bir muharebede savaşmaktan, elindekileri kaybetmemek için her gün kalktığında şükretmekten, her nefes alışında acaba karşıma çıkacak mısın diye ümit etmekten yoruldum, bıktım.
çok istediği bir oyuncağı günün birinde elde etme umudu taşıyan çocuk kadar çocuksu şimdi duygularım, gelme, istemem derim ama keşke çıksan karşıma.
hiç tanımadığım, hiç görmediğim birini özlemek ne kadar sükût-u hayâl kalıyor, duygusal şarkıları dinlemekten nasıl imtina ediyor insan bir bilsen...
aklıma gelen tüm kötü şeyleri saçma sapan kelimeler üreterek def etmeye çalışıyorum ve sanırım deliriyorum artık.
sen gelirsen eğer,
bu deliliğimden kurtar beni,
ben yine şair olur, adına kitaplar yazarım, her gün masallar anlatırım sana, şiirler okurum, bende olan ve belki de senin en çok seveceğin şeyi, sevgimi veririm, elimde kalan yegâne şeyi paylaşırım seninle.
çaresizliktir,
içinden çıkılması için birine ihtiyaç duymanızın çaresizliğidir yetememek.
etrafındaki insanları bırakıp kendine bile yetememe duygusudur, sadece seni anlayan, seni tanıyan yalnızlık olur, etrafında olup biten keşmekeşi gözlersin sadece.
alper atalan çok güzel anlatmıştır "çok kısa bişi anlatıcam" kitabında bunu;
"Bahar sanırsın baharı. Naftalinsiz hırkanın altından kısa kolluyla çağırır kırağı bulanmış toprağın kokusu, araba kaportalarına kemik ısıtmaya çıkmış kedi enikleri gerinir yaz çeyreği güneşe, yırtık perdenin savurduğu yüklü dallar vurur prematüre açmış erik çiçeğine. Vaktindedir kısa kollu. Vaktindedir kedi. Vaktindedir erik. Ama kıpır kıpırdır bahar, turfanda bir ayrılık kadar. Çağla badem kadar. Giremezsin eve, kapının önü tutulmuş. Bir ergen çift, ayrılmaya
karar verememiş de şehrin en büyük sevda muhasebesini senin apartmanının kapısı önüne yığmışçasına. Ayıramazsın ayaklarınla ayrılığı. Dönersin yine bakkala. Elinde biraz önce aldığın ekmek. Sucuk tavada, yumurtalar kırılmadan torbada, kuru dört zeytin tanesi yarı limonla tazelenmeyi beklerken. Bahane lazım. Yüreklerindeki son köze çaresizce üfleyen çifte zaman yaratmak. Kapı eşiğine el ele dertop olmuş, “Bir şey söyle, tek bir şey söyle gitmiyim!” diyerek
birbirlerinin gözlerindeki inci tanelerine parmak uçlarıyla dokunanlara tehir yaratmak. Hepsi lazım. Belki gazete. Belki sabahın körüne patlamış mısır. Onu da bakkalın raflarından bulmak lazım. Bakkalın “Ne o? Gene ne unuttun da döndün?” alay sorgusuna da meal vermemek için belki bir sokak daha lazım. Terlikleri süre süre, naftalinsiz hırkaya sarıla sarıla, geç kalmış bahara suskun bir kuytu lazım. O sokağın başında, eski evin bahçesindeki kameriyenin altında
eski bir ayrılık. Aslında hatırlamamak lazım.
– Elimi bırakır mısın lütfen!
– Bırakmam. Şimdi bırakırsam, bir daha tutamam.
– Neden uzatıyosun anlamıyorum? Konuşalım diyosun, konuşuyoruz. Buluşalım diyosun buluşuyoruz. Belli ki bitti yani. Neden anlamıyosun?
– Geliyosun ama buluşmaya.
– Gelicem tabii. Ben senle arkadaş kalmak istiyorum o yüzden.
– Arkadaş diil. Arkadaş deme. Ben seni hâlâ...
– Lütfen sus! Lütfen sus! O kelimeyi söyleme. Zorlaştırıyosun bak her şeyi. Bitti diyelim bitsin ya. Bu kadar mı zor yani?
– Zor.
Anıların içinde ayrılığın rengi karardıkça, o son sözler, son görüntüler nakış nakış hafızadan söküldükçe, hatta “lazım”lar da birikip kaçacak sokaklar daraldıkça kaçmak lazım. Benzincinin oralardan kaptırıp zihindeki ıssızlığa, parkın içindeki çay ocağının bodur hasır taburesine. Çay.
Demsiz, suyu yeni çekilmiş. Mısır patlağını açıp serçelere. Ekmek ucunu banıp sigara altlığına. Tavadaki sucuğa da torbasındaki yumurtalara da kendine lanet okutmadan başka bir anılara. Bu değil olsun, başka bir park. Yerini bir bölü beş binlik tüm ölçeklerden silmiş olsan da kapıdaki ergen çiftin inci taneleri gibi döküle döküle şimdi aklına. Bu değil, olsun ama işte yine o park. Kozalakları yeşil, ağlayan gözleri kara kömür kızılı. Parkın tüm çamları kanıt. Uğuldayan rüzgâra
hıçkırık. Sonun ilk sözü tanık.
– Dur, son bir şey daha söyliyim öyle git.
– Bitmez yalnız bu son bi şey söyliyimler.
– Kabalaşsaydın bi de. Böyle mi hatırlamak istiyorsun aramızdaki son şeyi?
– Son şey diye bi şey yok ki kızım. Film diil bu! Yarın bir gün finalini hatırlamıycaz yani. Aklımızda en güzel ne kaldıysa onlar kalıcak geriye.
– Ne yani ben şimdi seni öpsem. Son öptüğüm kalmıycak mı aklında?
– Bu söylediğin de film. Sorun da bu zaten. Bize bi şey kalmadığı için, film gibi dizi gibi yaşamaya çalıştığın için oldu bütün bunlar.
– Öpmemden korkuyorsun sen. Ayrılmaktan korkuyorsun aslında. Kalamıyosun da gidemiyosun da. Asıl film dediğin bu. Sensin o film.
Çay soğuktu da mı içtin bitti öyle, yoksa yandığını mı fark edemedin yine? Aldırmazsın paranın üstünü. Yokuşu çıkarken içi jelatin kaplı pırıl pırıl mısır patlağı poşeti aklında.
“Serçeler korkmuyor mu ya, parıltıdan?” diye bir şeyler esirir düşüncelerine. Kaçamazsın bilirsin ayrılıktan. Yine gelir dolanır o sözler, muhasebesi bitmez. Her anıda bir kez daha ayrılırsın kendinden. Her ayrılıkta bir kez daha bölünür, ufalırsın kalbinden. Bir cesaret, imtinaya kurban. Ne olacaksa olsun ergen çiftin de aşkı. Kör kasap satırı gibi geçmek varsa da içlerinden, kapı eşiğindeki demir paspasın üzerine yığıp basmak varsa da üzerlerine. Bu seferlik böyle olsun. Dayanamazsın çünkü artık kendinden ayrı kalmanın kaderine.
Çocuk çöktüğü yerde diz kapaklarına yüzünü yummuş, kız elleri cebinde söylenecekleri bitirmiş, cep telefonundan mesajlarını çek ederken dalarsın aralarına, “Pardon, afedersiniz. Geçebilir miyim?” O an ayağın takılır, en salak sevdaların en gudubet sakarlığında. Pattadanak düşersin aralarına.
“Abi, bi şey oldu mu? Kötü düştünüz yalnız”lara üstünü silkip zor bela atarsın kendini buz camlı kapının arkasına. Arkandan konuşurlar.
– Herif beyin üstü gidiyodu yalnız haaa!
– Gülmesene kızım, kızım gülme bak çıkmadı daha merdivenleri. Orda lan! Duycak!
– Aman bana ne be duyarsa duysun!
– Kızım varya çok güzel oluyosun lan gülünce.
– Sus yaaa...
– Susmam kızım. Güzelsin işte.
– Ya salak salak konuşma.
– Konuşurum.
– Konuşma!
– Baksana Ulaş’lar mesaj atmış, Firkete Cafe’delermiş. Gidelim mi yanlarına.
– Olabilir.
Böyle işte. Bahar sanırsın baharı. Turfanda bir ayrılık kadar."
gün sonunda kendini bıraktığın yataktır yalnızlık.
kalmamış takatinin yeniden birikmesine,
etrafına bakmaya itiraz eden gözlerinin dinlenmesine,
kulak zarlarını titreten tüm seslerin artık sustuğu an'a tanıklık etmene,
belki de hiç hatırlamayacağın rüyalar ve hayaller alemine dalmana ramak kalmasına,
ettiğin mücadelelerin, kavgaların ve savaşların beyninde yeniden tezahürünü bir süreliğine de olsa kapatmasına,
aldatılmaya, kandırılmana veya arkandan vurulma olasılığının o an'da olmadığını ve olmayacağını bilmene,
kimin iyi, kimin kötü olduğunu durup, geriye çekilip tüm o seslerden uzakta kendi kendine münazara etmene,
çıkar ve riya gütmeyen soğuk bir duvarın iç ısıtıcı sadeliğine kapılmana,
ihtiyacını duyduğun istirahatin ile vuslatının bitmesine vesiledir yalnızlık.
bu vesilelere hasıl olmasını istediğin; "herkesten uzak, her şeyden uzak, sadece sen ve ben" diyebileceğin ve güvende hissettiğin o yatağa yattığında, bu güveni paylaşmak istediğin kişiye ihtiyaç duymana ise sebeptir yalnızlık.
tüm dünyayı kasıp kavuran, last man standing anlayışıyla oynanan bir tür fps oyunu. bu tarz olmasa da 2016 yılında moda olan pokémon go oyununda olduğu gibi bir süre sonra arz/talep olayının azalacağı kanaatindeyim.
oyunu satın aldıktan sonra bir süre oynadım, malesef insanlar üzerindeki heyecan ve aksiyon etkisinin hiçbirini alamadım, bunun nedeni sanırım biraz da oyunun nasıl sona ereceği ile alakalı bilinçaltıma yerleşen bir olaydı.
bir tür serüven ve aksiyon karışımı olan bu oyunun fikir babası, bildiğim kadarıyla h1z1 adlı oyunun king of the kill adlı ek paketinden alınmış, oyunda son adam olarak hayatta kalmak veya partiniz ile beraber sona kalmak için uğraşıyorsunuz.
call of duty'nin lineer olmasından yakınan oyun dünyasının crysis ile bir nebze olsun hayıflanmasını gidermesinden sonra yine lineer konu odaklı bu oyuna hiçbir şey söylememesi ve oyun dünyasında oldukça reklamının yapılması enteresan olan diğer bir unsur.
maalesef sevemedim, oyun dünyasının bir anda değişen modasına ayak uydurmasını seyretmekten başka bir şey yapamayacağım sanırım.
güney afrika asıllı bir aileden gelen girişimci bir mühendis olan elon musk'ın bilişim dünyasında yeri olan ve sürekli konuşulan isimlere karşı bir alternatif olarak ortaya çıkması bir hayli zaman aldı.
çocukken hayalini kurduğumuz düşüncelerin sadece hayalden ibaret olmadığını göstermek için pek çok girişimlerde bulunan musk'ın en büyük projesi tabi ki kurduğu spacex şirketindeki mars operasyonu oldu. insanlı hava aracı ile mars gezegenine seyahat etmeyi planlayan bir dizi proje ile ismini duyuran musk'ın en büyük hedefi, mars atmosferini insanların yaşayabileceği bir duruma getirmek ve burada kolonizasyonlar kurmak olduğunu söylemiştir.
tıpkı bir mass effect oyununda giyilen kıyafetleri andıran tasarımları bulunan uçuk mühendisin, benim dikkatimi en çok çeken hareketi ise openai şirketine yaptığı yatırımın sonucu oldu.
dota2 oyununun efsanesi dendi ile yapılan karşılıklı oyunda openai şirketinin tasarladığı botun dendi'yi kısa sürede bozguna uğratmasının ardından, oyun dünyasında yapay zekanın gelişimine dair en somut veriye ulaşmış olduk.
mark zuckerberg ile sıkı bir yarışa giren musk'ın gelecekte ne tür şeylere el atacağını da heyecanla izleyeceğim.
arthur conan doyle'ın yazmış olduğu hikaye serilerinin baş kahramanı.
agatha cristie'nin romanlarındaki soğuk ve öngörülebilir karakterlerinin aksine arthur conan doyle'ın karakterleri, okuyucuya biraz daha yakınlık gösterir ve tahmin edilemez hareketleri söz konusu hikayelerde vuku bulur.
vakalardaki ince ayrıntılardan, sonuca gidebilen, tümevarım yöntemini kullanmasının yanı sıra pratik zekasını da işleyebilen sherlock'un özellikle çağımızın hastalığı olan obsesif kompülsif bozukluk olan kişilere verdiği hayranlık ve mutluluk da ayrı bir önem arz ediyor hikayelerde.
hikayelerin ülkemizde neredeyse hiç tutulmamasının sebebi ise, otobüs yolculuğu esnasında durulan mola duraklarında satılan bahçe kitabı muamelesi görmesi olduğu kanaatindeyim. ülke insanımızın fiyat/kalite anlayışıyla baktığı kitaplardan ötürü pek rağbet alamaz bu hikaye serisi. polisiye konusunda oldukça güzel konu işleyen sherlock holmes'ün televizyon ve sinema dünyasındaki yeri ise kitaplarının aksine tüm dünyada bir hayli tutuldu. sinemalara 2 film olarak çıkan ve ikinci filmi pek beğenilmeyen sherlock holmes'ün, birleşik krallık yapımı olan mark gatiss'in uyarladığı dizide sherlock karakterini canlandıran benedict cumberbatch, bu ilgiyi iki katına çıkardı. halihazırda 4 sezon olan sherlock'un sezon başına üç bölüm çekilmesi, sevenleri tarafından üzüntü ve şikayete yol açsa da amerikan dizilerinin aksine uzun metrajından ötürü bu şikayetleri biraz olsun hafifletmiştir. sherlock'un yardımcısı dr. watson'ı canlandıran martin freeman ile beraber oldukça güzel bir çıkartan ikilinin maceralarının izlenmesi tarafımdan şiddetle önerilir.
umberto eco'nun ilk ve en meşhur romanı, gülün adı ismiyle türkçeye çevirilmiştir. romanın çıkmasıyla beraber kilisenin büyük eleştirilerine maruz kalmıştır. romanın akıcılığı edebiyat dünyasında oldukça tartışılır, konu arasında cümlelerin uzunluğu, okuyucunun takip mekanizmasını bir süre sonra kırar, ne okuduğunu unutturmaya kadar gider.
kitap dostlarının kütüphanesinde bulunması gereken eserlerden biridir. can yayınları'nın ciltsiz çıkardığı kitabı sahaflık değerindedir, her zaman alınasıdır.