Almanya'da Münih Penzberg Camii'nin Makedon kökenli imamı Benjamin idriz, ''Grüss Gott, Herr imam'' (Selamün Aleyküm Sayın imam) adlı bir kitap yayınlayarak ''islam'ı Atatürk'ün özgürleştirdiğini'' savundu. idriz, ''Türkiye, laik ve özgür demokrasisiyle modern islam'ın yüzüdür.'' dedi.
ALMANYA'da ''Euro islam'ın temsilcisi olarak tanımlanan Penzberg Camii'nin Makedon kökenli imamı Benjamin idriz, ''Grüss Gott, Herr imam'' (Selamün Aleyküm Sayın imam) adlı bir kitap yayınlayarak ''islamı Atatürk'ün özgürleştirdiğini ve islam'da reform araştırmaları merkezinin de Ankara ilahiyat Fakültesi olduğunu'' savundu. idriz'in islam üzerine Almanca yazdığı kitabın tanıtımı için Münih Völkerkunde Müzesi'nde yaptığı toplantı dinleyici akınına uğradı. Gazeteci Jutta Höcht Stöhr'ün yönettiği panelde konuşan idriz, ''islam Atatürk'le özgürlüğüne kavuştu. Türkiye laik ve özgür demokrasisiyle modern islam'ın yüzüdür. Ankara ilahiyat Fakültesi bugün islam'a modern bir yorum kazandıran, reform yanlısı araştırmaların merkezi konumunda. Ankara ilahiyat Fakültesi hocaları bugün Avrupa'da tanınan ve sevilen bilimadamları. Almanya'da göçmen Müslümanlar'ın ezici çoğunluğunun Türkiye ve Bosna'dan olmasına sevinmeliyiz'' dedi.
Nisa Suresi örneği
Kuran-ı Kerim'deki Nisa Suresi 4/34 ayette dövme anlamına gelen darebe fiilinin kadını dövmek olarak yorumlandığına da değinen Benjamin idriz, ''Ankara'daki ilahiyatçılar bu konuyu aydınlığa kavuşturdu. Darebe fiili aynı zamanda Arapça'da ayrılık anlamına geliyor. Nisa Suresi'ni anlaşmazlık durumunda bir süre ayrı yaşayın olarak yorumladılar.'' dedi. idriz, Müslümanlar'ın şeriat ve cihadı kötüye kullanıldığını savunarak, şeriata dayandırılan el, kol kesmek gibi kuralları ''ilkel metodlar'' olarak niteledi. idriz, töre cinayeti ve zorla evliliklerin de sadece çağın, aynı zamanda Kuran'ın da çok gerisinde olduğunu söyledi. Diederichs Yayınevi'nin bastığı kitabın tanıtımına Alman Katolikleri Merkez Konseyi Başkanı Alois Glück katıldı.
Türk kökenli Makedon
ALMANYA'da islam'ın modern yüzü olarak görülen Benjamin idriz, Türk kökenli Makedon. Penzberg Camii imamı Benjamin idriz, Milli Görüş yöneticileriyle telefon görüşmesi yaptığı gerekçesiyle Alman istihbarat teşkilatıın yakın takibe aldığı isimler arasında yer alıyor. idriz'in, Münih'te içinde imam yetiştiren bir okulun da bulunduğu minareli cami projesi, Bavyera eyaletindeki tüm siyasi partilerden destek görüyor.
Türk Hava Yolları, iktidara muhalif gazeteleri uçaklarında dağıtmıyormuş.
Memlekette kaç gazete çıkıyor? Otuz beş. Kaç gazete muhalefet yapıyor? Dört.
El insaf yani!
THY, cila keli bu medyada biten dört kıl'ı dağıtsa ne olur, dağıtmasa ne olur, ''dağınık kalsın''diyor herhal...
Neyse ki memlekette demokrasi var.
iTÜ'nün iki yıl önceki açılış törenine katılan Başbakan Erdoğan'ı, sadece laf atarak protesto eden üniversite öğrencileri 15 ay hapisle cezalandırıldı. Önceki gün Haşim Kılıç'a yumurta atan Anadolu Üniversitesi öğrencilerine, korumaların verdiği ''taekwondo'' dersinin ardından demokrasi öğretecek hapis cezası da iki yıl sonra.
Taş atan çocukları bağışladılar ya, memlekette demokrasi var.
***
Tuncay Özkan üç yıldır, Mustafa Balbay iki yıldır tutuklu, hak hukuk bekliyor. Ama Hayata Dönüş Operasyonu'ndan on yıl sonra davasının başladığına bakılırsa, memlekette adalet bile var!
24 Kasım Öğretmenler Günü'nü, öğretmenlerin yüzde 79.7'si kredi borcunu anarak, yüzde 42'si ise olmayan şansını milli piyango, süper loto, şans topunda falan arayarak kutladı.
Kahvesi olan kahve, kahvesi olmayan bakla falı da baktırabilirdi. Ve hatta baklası olmayan, himmeti hökümetten hikmeti vilayetten sorulan ve dahi belediyelerin dağıttığı bedava mercimek falı açtırırdı!
Ne de olsa demokrasi var, memlekette.
Çorum, Edirne ve Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde bazı okullarda, kadrolu din kültürü ve ahlak öğretmeni bulunamadığı gerekçesiyle camilerde görevli imamlar ders veriyormuş...
Memlekette demokrasi var ya, öğretmenler şans oyunu oynadıkları için günahkâr sayıldılar, herhalde. Onlar da imam olsalardı! Camiden maaş, okuldan ücret alır, şanslarını piyangoda aramak zorunda kalmaz, onlar da kesede liberal, sabunda demokrat, geçinip giderlerdi.
***
Sadece bir ay önce, Aksaray'da ikiz kız kardeşi ve erkek arkadaşlarıyla arabasının içinde içki içen Hülya Duru, mahalleli bir demokrasi liberosu tarafından pompalı tüfekle öldürüldü.
Çünkü memlekette demokrasi var ve rakı şarap yerine üzüm; bira viski yerine arpa, burçak, yulaf falan yemek, daha demokrat... Hele ramazanda, çoğu mahal ve mahalle demokrasilerinde yememek ve içmemek, hayati anlamda liberal!
Zaten ramazan ya da değil, demokratik Türkiye'nin bazı mahal ve mahallelerinde el ele gezmek, öpüşmek falan da faşizm sayılıyor. Önce kötekle uslanmayan genç kız ve erkek faşistlerin tepelenmesi caiz olabiliyor.
Memlekette öyle bir demokrasi var ki, herkes çok nazik. Vitrinine saçlı kadın sureti koyan kadın kuaför, ''Edep yahu!'' diye nazikçe uyarılıyor. Aldırmayan, kaldırmayan, 2011 seçimlerinden sonra ya var, ya yok!
***
Memleket üniversitelerinde de demokrasi kol geziyor: YÖK, öğretim üyelerinin rektör seçimlerindeki tercih sıralamasını sallamıyor. Ama kafasını öne arkaya sallamaktan, beyni beyaz peynir kıvamı tutup yüzüne nur basan hocalar rektör atanıyor, çünkü demokrasi var...
Üst öğretimde demokrasi olunca, haliyle ''Vak Vak Ördek''lere bile dua ettiriliyor, alt öğretimde. izmir'de anasınıflara MEB tarafından dağıtılan kitapta, ördekler Allah'ın izniyle yüzüyor, kendilerini yüzecek biçimde yaratana şükrediyorlar...
Çünkü demokrasi var memlekette, şeytan Darwin'e karşı cihat var, evrim geçirmediğimiz zaten belli, aptal yaratıldığımıza inanmamak yasak!
Bu ülke telefonlarında demokrasi çipleri var. Bilgisayarlarımız, e-postalarımız demokrasinin yol geçen hanı. Adım başı demokrasi kameraları hiçbir muhalefeti gözden kaçırmıyor, her muhalif başına bir demokrat video düşüyor, icabında.
Daha neler neler, ne demokratlıklar var da, yerim yetmiyor, sıralamaya.
son günlerin belki de en önemli konusu olma özelliğini taşıyan füzel kalkanı projesinin arkasındaki ilginç ve düşündürücü durumu anlatan başlıktır.
son 3 yıldır amerika öyle ya da böyle iran'ın çevresini füze kalkanı ile donatmak istiyor ve bu çevre milletlerinin ne yazık ki gözünden kaçıyor.
bugün nato ile ülkemizde kurulmasına karar verilen füze kalkanının aslında bir zafer mi yoksa bir yenilgi mi olduğu iç siyasetin partizanları tarafından heyecanla dillendiriliyor.
oysa söz konusu dış siyaset olduğunda bir bütün olmak gerektiği su götürmez bir gerçektir.
şimdi gelelim işil ilginç yönlerine.
amerika kuveyt'e füze kalkanı satıyor.
sebebi ise iran'dan gelecek bir tehdir.
bakın 13 ağustos 2010 tarihli sabah gazetesinin haberi.
hem de tarihinin en büyük silah anlaşması olacak bu anlaşma.
oluyor mu?
birilerinin hayal etikleri gerçekleşiyor mu?
elbette hayır.
ancak hemen bir yıl sonra yani 2010'un kasım ayında bir yıl önce türkiye'ye öyle ya da böyle satılıp yerleştirilemeyen füze kalkanı nato eli ile hallediliyor ve türkiye'ye füze kalkanı kurulması kararı alınıyor.
peki fıransa cumhurbaşkanı ne diyor?
''kediye kedi derim.''
yani açık açık iran'ı hedef gösteriyor.
amerika'nın bu ısrarcılığının altında bir şey yattığı kesin.
hatta birbirinin ezeli düşmanı olan rusya ve amerika'nın füze kalkanı söz konusu olduğunda anlaşmaya varması ve avrupa devletlerinin de buna ortam hazırlaması manidardır.
insanı ilişkiden soğutan sevgilidir.
sürekli bir laf sokmalar, yanlış anlamalar, bir ifade fazlalığı, bir anlam eksikliğidir gider.
ne yapacağını şaşırır insan.
ne söylese, ne yapsa yetmez tavır yapan sevgiliye.
sürekli bir kaşınma halidir huzura karşı.
arka arkaya sıralanan bir kaç basit nedenden sonra ona söylenebilecek tek söz hem kırmamak için, hem de biraz daha uzatmamak için ''bilmiyorum'' olur.
''sen haklısın'' olur.
''iyi geceler'' olur.
ama o bir türlü tatmin olmaz.
Atatürk'ü öyle çok sevdi ki, kulluktan yurttaşlığa taşıdığı, tebaadan cumhura çıkardığı bu ulus, öldüğünde kimselere ağlamadığı kadar ağladı.
Hele onun devrimlerine eşlik ve yazdığı tarihe tanıklık eden ilk Cumhuriyet kuşağı, atasının dedesinin hiçbir sultanın mevtasına bağlamadığı kadar karalar bağladı.
O gün bugün, tam 72 yıldır yastayız.
Bir ulusun, ömürler boyu tuttuğu yasın uzunluğuna şaşacak gafillere verebilecek tek yanıtımız var: Atatürk'ün yokluğundan duyulan acıyı kuşaktan kuşağa aktaran Cumhuriyet, yokluğundan doğan boşluğu da sürdürdü. Atatürk'ün yerini doldurmak zaten zordu, ardından gelenler kendi çapsızlıkları anlaşılmasın diye yerini boş bırakmak, hatta boşluğu iyice derinleştirmek ve kimseye doldurtmamak için de gereken önlemleri aldılar.
***
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, içini boşalttılar, o zarif ve yakışıklı adamı ucubeye çeviren heykeller yaptılar, canlısına hakaret, suretine ihanet eden irkiltici ve korkunç putlarla donattılar ülkeyi.
Birini vatan savunmasında feda ettiği gözlerinde Akdeniz'in mavisini, beyninde Ege güneşini taşıyan bir güzel insanı, patates burunlu, çalı süpürgesi kaşlı beton kalıplara döküp, yas karasına boyadılar!
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, onu Meclis'te konuşurken gösteren ve gerçek sesini içeren en önemli belgesel filmler, ikitelli'de bir manavda bulundu!
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, kalıbını boşaltmakla kalmayıp, sesini ''incelttiler''! Yıllardır kuşkulanırdım, bunca sigara içen birinden böyle ses çıkamayacağından. Haklıymışım. Prof. Dr. Sami Şekeroğlu, 1975 yılında sebze meyve almaya gittiği manavda bulmasaydı o filmleri, hâlâ bilmeyecektik, Atatürk&'ün sesiyle de kalıbına uygun ve yorgun bir bariton olduğunu.
Öyle çok sevdiler ki Atatürk'ü, ölüsünü yaşatacağız diye betona döküp diktiler, asıl diri tutulması, kuşaktan kuşağa aktarılması gereken dehasını, devinimi savunan düşüncelerini derin dondurucuya gömdüler.
***
Böyle böyle, öyle çok sevdirdiler ki Atatürk&'ü, putlarından gına getirtip, ilericiliğinden gericilik damıttılar, çocuklarından düşman yarattılar.
Öyle zorla sevdirdiler ki, çok sevenlerin yerini alamadıkları için korudukları boşluğu düşmanlarıyla doldu: Onun, devletle büyüsün diye ektirdiği ağaçları kestirdiler, ormanları ve Hazine arazilerini talan ettiler. Kurdurduğu çiftlikleri kuruttular, yerli tarımı, hayvancılığı bitirdiler. Ya da ''mangal alanı''na dönüştürdüler. Devlet işletmelerini, fabrikalarını, madenlerini, işçileri ve bankalarını memurlarıyla birlikte, haraç mezat sattılar.
Bu ülkede, kurduğu devlet Savarona'yı satacak ve satın alan yurttaşı, onun adıyla bütünleşmiş bu gemiyi, abazan Arap şeyhlerine ''love boat''olarak kiralayacak kadar çok sevildi Atatürk.
***
Biz cumhuriyetçiler de öyle çok sevdik ki Atatürk'ü, suretini yakamıza taktık, boynumuza astık: Onun ölümüyle dirilen, karanlıkla birlikte Cumhuriyet'in kanını içmeye kalkan mürtecileri, sarmısak koçanıyla vampir savar gibi, Atatürk sureti gösterince kaçarlar, sandık.
Öyle çok sevdik ki Atatürk'ü, ölümsüz kılacağız, anısını yaşatacağız diye boşluğunu doldurmadık. Eserinin üstüne bir taş da biz koymadık, yaktığı meşaleyi ileriye taşıyabilecek, gelecek kuşaklara ''umut'' olabilecek bir amaç, bir erek, bir adam yaratamadık.
Biz Atatürkçüler, yüzde yetmişi otuz yaştan genç bu topluma parlak gelecek diye geçmişin aydınlığını sunabiliyoruz, ancak... Cumhuriyeti korumak için şahlandığımızda bile umudu Anıtkabir'de arıyor, yön onun kurduğu TBMM olmalıyken, Anıtkabir&'e yürüyoruz. Yüzde yetmişi otuz yaştan genç bir halka, aydınlık gelecek, varılacak erek diye bir mezar anıtı gösteriyoruz!
Cumhuriyetin 87. yılında, içine düştüğü açmazı nasıl bir acz içinde seyrettiğimize bakılırsa, yani iyi ki bu kadar sevmişiz Atatürk'ü, diyeceği geliyor insanın. Ya bir de sevmeseydik?
Atatürk, devrimci bir dâhi, yenilikçi bir aydındı. Donuk ve köhne bir tapınmayı hiç hak etmiyor. Onu sevmek, yaptıklarını, yazdıklarını, okuduklarını anlamak ve boşluğunu doldurmaya çalışmaktan geçmeliydi.
Kısır sevgi, bazen ihanete eşdeğer sonuçlar verir ve nitekim, veriyor.
mine kırıkkanat'ın 27.04.2010 tarihinde vatan gazetesinde yazdığı köşe yazısında sözünü ettiği bir deyim.
---alıntı---
''Türk gibi kuvvetli'' deyişi gelirdi aklıma. Bir yabancı dostum, bu deyişin iri yarı adamlar için değil, tam tersine, cüssesinden umulmayacak kadar dayanıklı, ''ölmez otu'' çelimsizleri tarif ettiğini söylemişti, yıllar önce. ---alıntı---
neyde yenmesi diye cevaplanasıdır?
yani her şeyi kavga gürültü ile çözmeye çalışanların edebileceği laftır.
çelimsiz türk ile kaslı kürt'ün aynı takımda olduklarının farkına ne zaman varıp ne zaman kendileri ile yarışmayı bırakacaklarını düşündürür?
ve işte internete sızdırılarak yapılmak istenen yapılmış ve kaynağı belirsiz bir şekilde atatürk'e ait olduğu idda edilen bir söz köşeden köşeye yayılmıştır.
neymiş? --- alıntı ---
Grace Ellison, Atatürk'ün bizzat kendisine ''Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum.'' dediğini Turkey Today adlı 1928 yılında yayınlanmış kitabında belirtiyor. --- alıntı ---
-muş.
dahası da yapılıp bu da yetmiyor ve bir başka yabancının yine grace ellison'u kaynak göstererek yazdığı bir kitap daha sonraları yine kaynak olarak gösteriliyor.
uludağ sözlüğün bir yazarı bir başlık açıyor ve 1926 doğumlu bir yazarın yazdığı kitabı 1928 yılında yapıldığını idda ettiği bir açıklamaya kaynak gösteriyor.
yani kitabın yazarının 2 yaşında olduğu bir zaman kitabın yazarı kaynak olabiliyor.
işte tüm bunlar bir yıpratma ve iftira kampanyasının ürünü olarak bir biri ardına sıralanıyor.
"benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. batıl inançlardan vazgeçilmelidir." atatürk - 1926
(kaynak: andrew mango - atatürk, modern türkiye'nin kurucusu sayfa: 447 )
beyanlarını vermiş bir liderin izinden gitmek islam ın şartlarına ters olduğu dolayısıyla doğru bir önerme olduğu iddia edilebilir.
#9412834 (infernal, 17.09.2010 16:59)
atatürk'ün, Grace Ellison'a türkçe verdiği demeç türkiye'de yayınlanıyor.
ancak gazeteci ingiltere'ye dönünce atatürk'ün sözlerini ingilizceye çevirip yazdığı bir kitaba ekliyor.
türkiye'de yayınlanıp da:
''benim baskıcı bir dinim yok (halifeliğe vurgu yapıyor.) bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. batıl inançlardan vazgeçilmelidir.''
açıklaması ile kurduğu devletin laik bir devlet olduğunu anlatmaya çalışan mustafa kemal'in söyleşisi daha sonra ingiltere de:
''I have no religion, and at times I wish all religions at the bottom of the sea. He is a weak ruler who needs religion to uphold his government; it is as if he would catch his people in a trap. My people are going to learn the principles of democracy, the dictates of truth and the teachings of science. Superstition must go. Let them worship as they will; every man can follow his own conscience, provided it does not interfere with sane reason or bid him against the liberty of his fellow-men.''
ingiltere'de yayınlanırken kullanılan ''I have no religion.'' daha sonra tekrar türkçe'ye çevirilip -ki türkçesi direk dinim yok demek.- atatürk'ün dinsiz olduğunu söylemek için kullanılıyor.
kaldı ki paragrafı dikkatli okuyan bir insan orada atatürk'ün kişisel din tercihini değil, aksine ülke yönetiminde din etkisini anlatmaya çalıştığını anlayacaktır.
çünkü kimse dini tercihini söylerken ''dini kullanan zayıf yöneticilerden, hükümetini ayakta turmak için dini kullanan insanlardan bahsetmez.
ölüm bir hatıra gibidir insanda;
kâh hatırlanır, kâh unutulur.
fakat bir gün, bir gün nihayet
gözle görülür, elle tutulur...
şimdi taştan çıkardığım ekmekle,
çorba içmedeyiz sıcak sıcak.
fakat yarın kim diyebilir ki turgut,
hatıra olmayacak?..
unutmak istiyorum zaman zaman,
ne yapsam, ne etsem olmuyor,
kabulleniyorum,
kabulleniyorum da -gelgelelim-
içim içimi yiyor...
nasıl ki unutamaz insan
bir kez gerçekten sevdi mi...
.......
senin anlıyacağın elâgözlüm şimdiden
alıştırıyorum kendimi
***
işte ben hep böyle garip mahzun,
bir şey beklermişçesine yaşıyorum.
bazan öyle günlerim oluyor ki, elâgözlüm,
ne oldu, nasıl bitti şaşıyorum..
bazı bilmem, gün nasıl başladığında,
kayıp kayıp gidiyor dünya bıkkın bakışlarımdan.
yaşıyorum, yaşıyorum da bitmiyor,
bir tutam sakız oluyor ağzımda zaman..
yaşamak ne kadar çekilmez gelse de arasıra,
bu görmek, bu sevmek, bu aziz sıcaklık tende.
bu bir nimet, bu bir nimet, bu elâgözlüm,
bu yaşamak bir şiir, harikulâde.
sen ki, saçından tırnağına kadar
bir hürriyete bedelsin,
bu ılık saçlar, bu gözler; fakat her şeyden önce
yaşadığın için güzelsin..
işte böyle yeşil bulutlar misali senelerce,
oradan oraya elinde kaderin.
kimbilir kaç kere üstünden geçtim,
şarkılar söyledim karşısında
bir gün bana mezar olacak yerin..
gerçi şimdi çağımız değilse de elâgözlüm,
bu bir kötü tecelli ki, nasıl diyeyim.
bir gün bir kara gölge görürsen gözlerimde
akşamsa beni uyut..
.......
bir nefis sabahsa eğer, ölümü
ellerin ellerimde bekleyeyim.
deniz som'un ''Geri Kalmışlığın Kısa Tarihi'' alt başlığı ile çıkardığı kitabının adı.
kitap karşılaştırmalı tarih anlayışı ile batının rönesansı yaşadığı yıllarda uyuyan bir ümmeti anlatıyor.
not: ümmet dedik çünkü cumhuriyet'ten önce millet yoktu. ümmet vardı.
kitabın arka kapağında da şöyle yazar ayrıca:
italya da başlayan ve güzel sanatların her dalında filiz veren yeniden doğuş, köklerini antik çağın uygarlıklarında aramıştır. O uygarlıkların ilk yeşerdiği topraklar ise Anadoludur ve ne yazık ki Avrupadaki Rönesans ve Reform sürecinden Anadoludaki insanlar nasibini alamamıştır.
Anadoluda Rönesans ve Reform hareketlerini ancak 20. yüzyılın başında Kemal Atatürkün önderliğinde Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile başlamıştır. Fakat, Atatürk sonrasında Türkiyeyi Ortaçağ karanlığına doğru sürükleme çabaları, dini siyasete alet edenlerin temel politikasını oluşturmuştur ve bu politika günümüzde de geçerlidir.
fethullahçı ve bölücü olan kimselerin kişiliklerinde olan bozukluktur.
bu kimseler zaman ile taraf okuyarak egolarını demokratiklik ve özgürlükçülük iddaları ile tatmin ederler.
aslında bu kişilik bozukluğu okudukları, izledikleri ve inandıkları şeylerin sonucunda ortaya çıkar.
zaman gazetesi sözüm ona milliyetçi ve islamın değerlerine bağlı gibi görünüp gazetesindeki köşelerde her gün kürtçülük propagandası yapan en az 3 yazara yer verirken,
taraf gazetesi de sözüm ona sosyalistlerden solculardan oluşup sonradan yeşil puntolarla ''taraf'' yazınca birden bir kürtçülük, bir dinilik hasıl olmuştur içlerinde.
hele bir de star gazetesi okursa bu kişiler iyice hamdü senalara ulaşmış olurlar.
hamdü senalara ulaşan bu insanların kişiliklerinde yaşadıkları buhranların sonucunda oluşan kişilik bozukluğu onların ''başörtüsüz kadınların iyi anne olamadığı gerçeği'' gibi başlık saçmasına neden olmaktadır.
üniversitede tarih öğrenimi almadan, osmanlıca metinleri kendince çevirebildiğini fark edip kendi görüşlerini haklı çıkartabilmek için, yorum odaklı, tarihi saptırmaya yönelik hareketler ile sözde ''tarih'' yazmaya çalışan tiplerin yaptığı tarihçiliktir.
öncelikle sansasyönel bir konu bulunur -ki bu genelde cumhuriyet tarihi ile atatürk'e saldırmak için veya osmanlı tarihi ile islam'ı yükseltmek! ve atatürk'ü yerebilmek! için yapılır.- sonra bu seçilen konu ile ilgili bir kaç kaynağa başvurulur -ki bu kaynaklar birinci dereceden kaynak olmayabilir de!- sonra kaynak adı verilen kendi işine yarayabilecek, görüşlerine göre şekillendirilebilecek bilgiler üstünden ''kendi tarih anlayışına göre'' tarih yazılır.
adlı internet sitesi var bu beyefendinin.
sayısız iddası, sayısız yazısı var.
ama tarih öğrenimi almamış, istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı okumuş bu güzide vatandaş hem kendi alanının dışında bir konda ''uzman'' vasfına erinerek hem de tarih yazdığını idda edip bir çok yazısında ''kaynak'' göstermeyerek ne denli tarihçi olduğunu ortaya koymaktadır.
mustafa armağan tipi tarihçilik özde değil, sözde tarihçiliktir. mustafa armağan tipi alternatif tarihçilik mesnetsizce bir şeyler söylemektir.
mustafa armağan tipi tarihçilik bir cemaatin yayın organında, oturma organından uydurdukları ile halkın kafasını karıştırmaktır.
not: yazıyı beğenmeyenler mustafa armağan'ın internet sitesinde öz geçmişi ve iddaları incelediklerinde idda edilen bir çok konunun kaynaksız eklendiğini, bir sayfanın üçte ikisinin yorum olduğunu daha iyi anlayacaklardır.
günler geçer, insanlar değişir, geceler olur,
gündüzler olur, yollar aşılır, dünya değişir,
hayat değişir, her şey değişir.
aslında değiştiğini sanar insan.
değişmemiştir oysa.
güller ağlamazdır asla.
dinlersiniz, ilk dinlediğiniz yaşta, ilk dinlediğiniz göz yaşında olursunuz birden.
sonra aklınıza gelir,
güller ağlamaz.
yaşları silersiniz gözlerinizden.
tekrar devam edersiniz,
her şeyin değiştiğini sanmaya.
tüm bunları yaşatan şarkının sözleri ise şöyledir:
bir bak kim gidiyor
bir bak hani o canından çok sevdiğin var ya
sonra belki de çok sonra
kim ağlar, kim güler sonunda
ben gidiyorum, sen hoşçakal
benim can canım güzel gül bahçem
ben ağlıyorum, sen sakın ağlama
bir ömür boyunca, o gül yüzün hep gülsün
çünkü güller ağlamaz canım
güllar ağlamaz
güller ağlamaz gülüm sen ağlama
ümit sayın'ın en iyilerinden biri.
ilk albümden, ilk gözağrısından.
biraz daha sakin, biraz daha çekingen bir ümit sayın var bu şarkıda.
''ufukta bir akşam geceye soyunuyor.'' söylemi ile insanı kendinden alıp başka yerlere götürüyor.
eskilerin bir başka olduğu hissine kapılıyor insan.
''bir gün daha yalnızlıkla, sensiz bitiyor, yine yağmurlarla, ayrılıkla ömür geçiyor.''
ümit sayın'ın eşsiz şarkılarından biri.
şarkının başlangıcından ihtibaren hayatla bir çekişme söz konusudur.
bir hesap sorma, bir kendine acıma, bir hırs ve bir yakarış barındırır şarkının sözleri.
her şeyin sonunda ise ''fani dünya'' sözü ile de bir yandan tüm olan biteni kabullenmeyi vurgular.
sözleri de şöyledir:
Ne verdin neler aldın dünya
Ne umdumda ne buldum dünya
Ne arzular ne hayalerim vardı
Soldu hepsi birer birer
Döküldü gönül dalımdan
Vuruldu hep ümitlerim
Bu hayat yolunda
Yalansın be dolansın
Adaletin buysa dünya
Gör artık neler ettin bana
Fani dünya
Yalansın be dolansın
Adaletin buysa dünya
Dur artık yeter zulmün bana
Fani dünya
Yaşam dedin boyun eğdim hep sana
A dünya oyun ettin hep sen bana