5
Işık kör edicidir, diyorlar,
Özgürlük patlayıcı.
Lambamızı bozan da,
Özgürlüğe kundak sokan da onlar.
Uzandık mı patlasın istiyorlar,
Yaktık mı tutuşalım.
Mayın tarlaları var,
Karanlıkta duruyor ekmekle su.
6
Elleri var özgürlüğün,
Gözleri, ayakları;
Silmek için kanlı teri,
Bakmak için yarınlara,
Eşitliğe doğru giden.
7
Ben kafes, sen sarmaşık;
Dolan dolanabildiğin kadar!
8
Özgürlük sevgisi bu,
insan kapılmaya görsün bir kez;
Bir urba ki eskimez,
Bir düş ki gerçekten daha doğru.
9
Yiğit sürücüleri tarihsel akışın,
işçiler, evren kovanının arıları;
Bir kara somunun çevresinde döndükçe
Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler.
O somunla doğrulur uykusundan akıl,
Ağarır o somunla bitmeyen gecemiz;
O güneşle bağımsızlığa erer kişi.
10
Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek.
Gel yurdumun insanı görün artık,
Özgürlüğün kapısında dal gibi;
Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!
Sonra o gider sesini yıkardı
Telefonda saatlerce seviştiğinden
O diye biri vardı galiba
Ağzı da iyice vardı galiba
Gece çiçeklerinden bir orman
Pejmürde atlar pahasına
Bira içerken saçları uzun
Parmakları korkunç ve kalabalık
Bir gece Aksaray'da hiç unutmam
Yüzümü ellemisti galiba
Denize doğru gittikçe artan
Bir yüz benim yüzümdü olsa olsa
Yakasında kocaman bir düğme
Sevinci bitiştirince acıya
Ayıran kuşkuyu inançtan
Yağmurun yağması iyidir
Bir çerkez mızıkası gibi rengarenk
iki adet kuş çantasında
güneş hızla duruyor
biriyim yolculardan
eski bir gökyüzünden başka alana
iki büyük çantam var
kocaman bir ek gibi şaşkınlığıma.
ve olmakta olmanin sallantılı alanı
kuşlar boşluk boşluk uçtukça
bir şey hızla duruyor
bir uçak sanki bin uçak
bir gün öğleden sonra her gün öğleden sonra
edip cansever şiiri :
Her şey o kadar anlamsızdı ki, yaz
Bunu bir daha pekiştirdi
Avuçlarımı sıcak tutar, bulundururdum
Sevgisiz ve gereksiz kalmak icin
öyle, kendime yorgun hazırlamışlar beni.
şehir ki aydınlıktan görünmeyen birini
Açılmış iskambiller gibi bilerken
Orada, içimde şimdi
Dört güneş bir arada
Gozlerimde hiç bitmeyen bir deli.
Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgârın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayakbileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin
Bu böyle çözülü göğsün, enine boyuna dudakların
Sabahlara kadar ki büyük gözlerin böyle
Bu dal gibiliğin, saçların, kırmızı ağzın
Bu üstünde onca seviştiğimiz yatak sonra
Sonra bu benim anı artığı eski yüzüm
Tüylerin, tay boynun, küçücük çocuk ellerin
Böyle yukarıdan aşağı gidiyorum seni
Karışıyor, korkunç, ellerimiz ayaklarımız
Bu gökyüzü
Her gün böyle değildir Saint-Antoine'nın üstünde
Belli sevişme vakti
işte pencereler ilk kollarını açtı
Karıncalar yuvalarından çıktı
Yosunlar uyandı
Gerildikçe gerildi gökyüzü
Dikiş diken kız penceresinde ilk kez mutlu
Denize bakan evler kahveler ilk kez mutlu
Hiç korkmamalı artık Lambodis
Eleni hiç korkmamalı
Bütün güvercinler havalandı kimse korku nedir bilmiyecek
Herşeyin uyandığı bir saatte
Aşk başlayacak
Herşey duracak
Bir kızın elleri elbisesine uzanmışken duracak
Saint-Antoine ilk sandukasından çıkıp deniz kıyısı bir yere
gidecek
Onunla tüm sandukalar, evliya resimleri, isa'nın kendisi
arkasından gelecek
Herşey yerini aşka bırakacak
Sandalya aşka
Pencere aşka
Saint-Antoine'ın tavanı bir başka tavana doğru yürüyecek
Kapı bir başka kapıya doğru
Hiçbir şey küçüleyim demiyecek
Daha bir büyüdüğünü göreceğiz gökyüzünün
Daha bir mavi denizi
Gözlerden gözlere bir esmerlik halinde o aşk gidecek
En güzel şarkılarla şimdi istanbul'a gelen o
Şimdi herhangi bir yerde kızın elleri ağzı onun için büyüyor
Bir çocuk annesinin memesini onun için bırakmıyor
Saint-Antoine'ın güvercinleri
Onun için havada
Şiirde bu düzen kaygusu onun için
Bu gökyüzünün başka anlamı olamaz.
Bir soyun kanı olmasın varsın
Damarlarımızdan akan
içimizde şu deli rüzgar bir havadan
Bir havadan bir havadan bir havadan
Bu yağmurla cömert, bu güneşle sıcak
Gönlümüzden bahar dolusu kopsun
iyilikler, hasretler kucak kucak
Bir havadan bir havadan bir havadan
Bu sudan, bu tattandır ikimizde de günah
Bütün içkiler gibi, zararı kadar leziz
Bir iklimin meyvasından koparılmış bir içkidir
Bütün bu kötülüklerimiz
Aramızda bir mavi sihir
Bir sıcak, sımsıcak bir deniz
Kıyısında birbirinden de güzel iki kardeş milletiz
Türkçenin ferah gönlünce küfretmiş, olmuşuz kanlı bıçaklı
Gene de sevdadır içimizde, bir havadan
Önce bir kahkaha çalınır kulağına
Sonra Rum şiveli Türkçeler
O, boğazdan bahseder; sen rakıyı hatırlarsın
Kardeş olduğunu sıla derdine düşünce anlarsın
kimseye karıştım m? hiç karışmadım
bu ki bana tuhaf sayılmadı
gozleyip sordum mu hiç? hayır sormadım
bu ki bana yalan sayılmadı
acımak işim miydi? hayır
bir evden olmak kötü müydü? hayır
zamana zamanla bakmak ne idi ki
baktım
tarlayi tarlayla ölçtüm
meyvayı meyvayla ölçtüm
denizi denizle ölçtüm
göğü gokle ölçtüm
zaten insanı insanla ölçtüm ki
buruk bir tat mı duydum
ve duydum
her şey ki bir yorumdu, sonuç degildi
sonuç ki zaten yoktu
edebiyatın 31 kuşağını kaleme aldığı can dündar yazısıdır :
"Geçenlerde Nazım'ın Memet Fuat'a yazdığı mektupları okurken (Adam, 1995) rastladım o ayrıntıya...
Mahpus şair, son fotoğraflarında zayıflamış gördüğü ve sık sık hastalanmasına üzüldüğü oğluna şöyle yazıyordu:
"Şimdi seninle baba oğul gibi değil, iki yaşıt arkadaş gibi konuşacağım:
"31 çektin mi çok? Bilhassa şimdi bundan sakın. Ben eminim -ki bu emniyetimi de seni tedavi eden doktorun, benim bir doktor arkadaşa verdiği teminattan alıyorum, his meselesi değil- bir yıl sonra sapasağlam olacaksın. O zaman da zamparalık yap, fakat öteki işi yapmışsan yapma..."
Okurken "Demek Nazım bile inanmış bu işin adamı verem ettiği safsatasına" diye düşündüm.
Bu tembihleme, bizim kuşakta bile yaygın olduğuna göre onların kuşakta kimbilir ne yaman bir ata mirasıydı.
Oğulların kamışına su yürüdü mü başlardı korkutmalar:
"Aman diyim, sakın elleme orana burada, ellerin titrer, rengin sararır, göz altların morarır, kör olursun Allah vermesin.."
Nazım yine cesaret edip konuşma imkanı da olmadığından- yazmış oğluna; çoğu baba açılamaz da...
Öcüler üreterek bir meçhulün endişe yüklü karanlıklarına salar oğlunu...
Ergenlik çağında yeni yetmeyi bornoz cebinde çıplak hatunlarla banyoya seğirtirken gördü mü, ortalığa "Eliyle nikah eden mel'undur" yazılı kutsal metinler bırakır.
Lakin kasıklarda dolanan sıcak suyun basıncı, kör ya da verem olmayı göze aldıracak nispettedir.
O yüzden basınç bele, hayaller beyne üşüştü mü, mahalle büyüklerinden araklanmış dergilerin gizlendiği zulalar patlar okul pisuarlarında; cenabetliğin peşisıra derin bir suçluluk ve pişmanlık duygusunu da sürükleyerek...
* * *
Çetin Altan,"Kavak Yelleri ve Kasırgalar"da (inkılap, 2004, s. 58) o duyguyu harikulade anlatmıştır:
"(Okulda hocalar) kırmızı oklu göç haritasında atalarımızın dünyaya nasıl yayıldığını anlatadursun (biz), ellerimiz kısa pantolonlarımızın ceplerinde, bir karış açılmış ağzımızla yasaklı elmanın tadını keşfetme peşindeydik. En korktuğumuz şey de yakalanmaktı. Müdür yardımcıları bazen çocukların parmaklarını açtırarak ellerini öne doğru uzatırlar ve alt gözkapaklarını aşağıya çekerek içlerine bakarlardı. Bu test, öğrencilerin o suçu işleyip işlemediğinin testiydi. Yüreğimiz ağzımıza gelir, cinayet işlemişten bin beter bir azabın pençelerinde kıvranır, ama alışkanlığımızdan da vazgeçemezdik"
Bunun yarattığı tahribatı da “Aşk, Sanat ve Servet'te (inkılap, 1998. s. 168) özetleyecektir
Bizim kuşağımızın ilk gençliği, mastürbasyon suçluluğunun ezici baskısı altında geçti. Bu baskıların yarattığı içekapanıklık, pısırıklık, sıkıntı ve kaygı güveleri, yeryüzünde kimbilir kaç milyon insanın yaşam kıvancını kemirip bitirdi.
* * *
O suçluluk duygusu çocuk ruhlarda öyle derin yer etmiş olmalı ki, sonraları kağıt kaleme bulaşan hiç kimse, dokunmadan geçememiştir bu en mahrem noktaya...
Aziz Nesin'in anıları, bu itirafların en samimilerindendir (Yokuşun Başı, Tekin Yayınevi, ist. 1976):
Öğrencilik dönemimde istanbul'un renkli kişilerinden Doktor Lokman Hekim vardı. Yaşlı bir hekimdi. Gazetelerde sağlık bilgileri yazar, halkın kolay anlayacağı biçimde sağlık broşürleri yayınlardı. işte bu Lokman Hekim'in halk için yazdığı sağlık broşürlerinden biri sık sık gazetelerde, özellikle Cumhuriyet gazetesinde 31 çekmenin zararları diye ilan edilirdi. Türkçesini söylemenin kabalık olduğunu sananlar, kibarlaşmak için 31 çekmeye ya da abaza çekmeye bugün mastürbasyon dedikleri gibi eskiden de istimna bil-yed& derlerdi.
Bunun ne olduğunu, nasıl yapıldığını bilmiyordum, ama çok sık duyuyordum. Yapılmaması gereken, sağlığa çok zararlı bir şey olduğu kulaktan kulağa söylenir dururdu. Ama bir yıl sonra, bütün öğrencilik döneminde kimi öğretmenlerimiz ve eğitmenlerimiz, subaylarımız 31 çekmenin zararlarını bize aşırı abartarak anlatacaklardı; o denli aşırı ki, her oğlan çocuğu bunu doğal olarak yapıyor, yaptıktan sonra büyük günah işlediği ya da öleceği, aptal olacağı gibi korku psikozuna giriyordu;.
* * *
Ece Ayhan da vefatından yedi yıl önce Çanakkale'de Express dergisinin genç muhabirine (27 Mayıs 1995) "Ben ilk 31imi Jules Verne okurken çekmiştim" diyecek ve ekleyecekti:
Cemal Süreya da bir karikatüre çekmiştir. Yoksulluğa bak, o kadar yoksul ki, resim alacak parası bile yok.
Engin Günçe 31 konusunda tam bir uzmandı, "Sağ elinden sol eline alınca başkasının eline vermiş gibi oluyor" derdi. Sonra solaklara sağ elle, sağ elini kullananlara da sol eliyle çekmeyi önerirdi, alışılmadık bir eksende gitsin gelsin diye... Cemal Süreya da herkese hangi elle 31 çektiğini sorardı. Soracak tabii, biz 31 kuşağıyız. Tesadüf tevellüt de tutuyor zaten, 31 doğumluyuz. Sizin gibi doluya değil, hep boşa akıttık.
* * *
Ama edebiyat gösteriyor ki, 31 daha büyük rakamlarda doğan kuşaklarda da popülaritesini korumaktadır.
Geçen yıl çıkan Sağsağlim Kavuşsak; kitabında (Doğan Kitap, ist. 2004) Nedim Gürsel, ilkokul son sınıftayken geceleri yatakhanede yorganı başına çekip geç saatlere kadar organını okşadığını anlatıyordu.
Önceki yıl istanbul kitabında (Yapı Kredi, 2003) çocukluğunu kaleme alan Orhan Pamuk da cinselliği ilk keşfettiği yıllardan sertleşme anıları aktarmıştı.
Onun ilk sertleşmesi de (Jules Verne ilhamı kadar uzak), bir Kızılderili fotoğrafına bakarken olmuştu. ikincisi, ayısına "Seni yiyeceğim" derken... Üçüncüsü, dadısı onu küvette yıkarken...
* * *
Bugün 31 kuşağı emekliye ayrılırken,ihtiyaç fazlasını ;doluya akıtan gençler; artık kör olmaktan da korkmuyor, verem olmaktan da...
Lakin yine de istimna, baş ağrısı, yorgunluk, nazlanma tanımayan sadakati, her an hizmete hazır faaliyeti ve zaman ayarını el sahibine bırakan konforu ile erkeklerin ezeli aşkı ve kadınların biricik rakibi olmaya devam ediyor.
Neyse, nereden aklıma üşüştüğü meçhul bu mahrem konuyu göz kapak altlarımız kızarmadan- yine bir şairle, Necip Fazıl üstadın 1923 tarihli Hayal şiiriyle noktalayalım:
* * *
Bu akşam bir ateş duyup etimde
Kadın, kadın diye içimi oydum
Ruhuma bir serin yer istedim de,
Alnımı mermerin üstüne koydum.
Birden karanlıklar sökülüverdi,
Odama bir hayal dökülüverdi,
Karşımda gerindi, bükülüverdi,
Onu gözlerimle çırçıplak soydum.
Artık ben ne günah olsa işlerim,
Yumuşak yastığa geçti dişlerim,
Bir an kadar sürdü can verişlerim,
Ey kadın, bu akşam sana da doydum."
I
Bir çift Van sesi
Van'ın doğurgan sesi
Bin çift nar düşürülmüş gibi dalından
Bu onun sesi
Sessizce yağan karda nar sesi.
Su altında kanat çırpan üveyik
Her rengin başka rengi
Resmini kendi çizer
Düşünde kendini görür
Kıyılar onun itiş biçimi
Üveyiktir Van'da anmak anılmak
Üveyiktir sanrının üvey kardeşi.
Dağ yollarında yalnız gezen çeşmeler
Suyu eşkiya soluğu
Akışı aralıksız nal sesi
ilk kulak verişte duymanın uzak
Çok derin içi
Dağ yollarında yalnız gezen çeşmeler.
Asurlu sert hüznü onun
Bizans gözleri
Yuvarlar beyaz taşlar
içini açar bana
Açınca bana içini
Gündışı bir saattir, acı bir kış kavununda
Birikmiş gündüzlerdir
Ve gelen kimdir bilinmez
Oyunlarda ikinci
Oyunlarda üçüncü
Kişiler gibi
Söze pek karışmayan
Ya da
Çok eski bir haberci.
Kapamam gözlerimi, kapamam
Korkarım kapayınca bir başka şehirde uyursam
Yağarken yağan karda Doğu'nun
işleyen ezik sesi
Yağarken yağan karda
Çekip gider haberci.
Eski bir manastır çanı
Akşamları suya döker süsünü
Su altından çıkan üveyik
O da
Yağmurda yıkar yüzünü
Dağ başlarında yalnız gezen ormanlar
Dağıtır kamyonlara sisinden sıyrılarak
Günlerdir boşluğunda tuttuğu hüznü
Ve hüzündür kendiliğinden
Han havlularında ağır ağır
Yem kesen atların yükü
Toplanan pazarlarda, kapanan dükkânlarda
Bütün gün ip satanların, bakır satanların
Doluşup cami çeşmelerine
El yıkarken çığırdıkları türkü
Ve Tatvan'a giden vapur bir de
Ekler bütün hüzünlere
Bir sabah bir Van hüznünün özgünlüğünü.
Sabah değilim, akşam değilim
Sunaklarda ipince
Belirsiz bir çiziğim
Yüreğim kanda parlar
Kan kadar yerde parlar
Toprakla iç içeyim
Biri kazıp bozmasa
Alıp gitmese beni
Batmadan yakalanmış çok eski bir güneşim
Öyleyim
Yeraltında gözleri kör mozayık
Yeraltında yalnız gezen parmaklar
Binlerce dibek konuşur
Binlerce dibek parlar
Koşar buğday tozuna su altındaki üveyik
Bir çift Van sesi
Doğan güneşle bu, batan güneşin sesi.
Kapamam gözlerimi, kapamam
Korkarım kapayınca bir başka şehirde uyursam.
II
Kış bitecek birazdan, kışa geç kalma
Böyle diyordu savat ustası Hasan
Gelirken az tütün getir
Bir dağ keçisi parçala
Tuz bas düşümde gördüğüm kana, tuz bas
Ne derdi güz ortalarında baban sana
Dokunma Van'a
Van köylüsü kendini çavlan gibi üretir
Göl gibi dokur
Ve beklemesini bilir, burkulur
Eğiktir şimdi boynu, sen de eğiksin
O kadarını anlarım
Ben bu savatları bunun için işlerim
Üç beş kuruşa satarım
Gözümün yeşili üstünde kalır
Balkır güz kırmızısı eğiminde
Üveyikler kalkar her bir nakışından
Durur belleğimde konuk sayılır
Senin olsun şu eski mavzer
Biri armağan ettiydi babama
Okşadı sevdi yıllarca onu
Bir gün hiç konuşmadan
Uzattı verdi bana
işine yarar mı bilmem
Bildiğim bir şey varsa
Mavzerle denenmek ister dağlar
Hüzünle değil
Yık şapkanı arkaya
Bu da kundura
Çakal derisi bu da
Gerisi senin işin
Bir soru kendine sor, bir soru ona
Sakın sormadan vurma
Ölüm pusuda
Mahpusluk dersen
Pusuda
Ve yalnız kalma
Dün biri seni sordu, Van'a gelmiş
Görmek istemiş seni
Demek ki bir başka tutsak o da
Bir başka çekmiş
Bilirim acılar birbirine benzemez
Ama
Acılar nerde bütün, sen onu yokla
Çavlanı unutma, gölü unutma
Mavzerini ayarla
Hazır ol
Kış bitecek birazdan, kışa geç kalma.
III
Bir tarakla ya da bir iğneyle saçlarından
Tutturulmuş unutulmaya
Suçu vardı, ne miydi suçu
Suçları onların erkekleriyle
Yokluğu varlığa çevirmek suçu
Ve son kerteye gelmiş öfkenin cıvalanması
"Hayır, hiç yenilmedik, çekildik yalnız
Ve şimdi olduğumuz yerde
Ve ayaktayız"
Diyorlar ki, elbette doğru
Kim katılmak istemez onlara
Kim duymak istemez böyle bir suçu
Ah Van'ın sarı rüzgârı
Taşları şarap koyusu
Akşamı kiremit tozu
Hoşap Kalesi
Bağdat Oteli
Sınır türküsü
Bana bir resmini ver arkadaş
Ve söyle
Neresinden bulurum şu istanbul'u
Bulamam
Senin bakışın düzgün
Bizimki çatık
Ama anlaştık ya sen ona bak
Yolun düşerse gene uğra
Bizim gönlümüz kanmaz
Aşımız bitmez senin gibi konuğa
Üstelik daha bir pekişiriz
işleriz yan yanyken başkalarına da
Tükenmez olur sevgimiz
iyi yolculuklar sana.
iyi geceler sana da
Oğlum motoru ısıt
iyi geceler Van
Yolumuz bir başka Van'a, Kars'a.
O da var olanın ağır ağır yokluğu
Şurda bir gündüz kımıldamakta
Dağılmanın beyaz organı: tuz birikintileri
Gibi bir gündüz
Kalın kabuklarını kaldırır doğa.
Düşer bir balıkçının tersi olan şey
Kirli ağustos! beni ordan oraya götüren eşya
Aklımda üç beş otel ya kalır
Ya kalmaz üç beş otel aklımda
O da değil bir otelin kendisi
Yalnızlığın kahverengi organı: düş birikintisi
Bir de kahverengi alevlerden yapılma.
Başka değil, yokluğu görmek için
Kirli ağustos! gözkapaklarımı da yaktım sonunda.
Senin üstündedir
Ne varsa yalnızlık, fakirlik namına
Sevmek, yaşamak aşkına
Devam eden ve edecek olan adına
Nasırlı elden sarı yüzden yana
Yani ne varsa yorgun, fakir halkım adına
Senin üstünedir.
Sen âhı ekenin biçenin
Sen âhı taş kıranın, şarkı söyleyenin
Trenler ki senden geçer
Başı açık yalnayak halkım senden geçer
Türkülerin en hazinleri senin üzerinedir
Anamın, kardeşimin, kavmimin göz yaşı senin üzerinedir
Halkım arabacısı, köylüsü, ırgatıyla senindir
Ben bütün şiirlerimle halkımın.
O ovalar ne öyle, birbiri arkasına akıp durur?
O yorgun o soluk o namuslu yüzler o erkek bakışlar
O gökyüzü, sarı, kırmızı, mavi say sayabildiğin kadar
Ya o şehirler, vefakâr Antep, zalim istanbul, kanlı Zonguldak?
Köyler, bozkırlar, kasabalar?
insanlar ki çıkık elmacık kemikleri acayip elleri, ayaklarıyla
durmuşlar veya yürüyorlar
Zile'de kör bir adam gelip geçen trenlere türkü söylüyor
Sıvas'dan bıçak satıcılarının sesleri geliyor
Pis, fakir o canım Kürt köyleri arkalarını dağlara dayayıp
görünmez olmuşlar
Peşleri sıra tuz gölleri, nehirler gökyüzü kayıyor.
Sen bir kenara durmuş bakıyorsun
Dağlar senin önünde gelip durur
Yol senin serine görünür
Kötüsü sana vurur rüzgârın
Eğrisi sana yağar yağmurun
Ekmeğin karası sana düşer.
Sen şu koca Türkiye toprağı
Sen Yunus'un, Karacaoğlan'ın, Pir Sultan Abdal'ın vatanı
Sen kimsesizliğimizin, büyük yalnızlığımızın, alın terinin
memleketi
Gözümüzün içindeki sarılık
Avucumuzun içindeki yara
Sen her gün biraz daha bağlandığımız
Her gün bizi bağlayan hayata
Tuzu ekmeği şiirimizin
Sen çarık, potur, kuşak
Sen çavdar ekmeği, mısır ekmeği, buğday ekmeği
Dinlenmekten yorulmuş toprak, durgun sular, ihtiyar dağlar
Karakollar, hapishaneler, okullar
Yani yirmi milyonun kederi
Yani yirmi milyonun ümidi
Sen büyük kederimiz
Sen büyük ümidimiz
Düzülse sana düzülür destan
Yakılsa sana yakılır türkü
Ama şüphesiz en insancası işin
Devam etmektir yaşamaya.
bir adam kendi tiyatrosunda, tamam
bir köpek sokak değiştirdi, korkak
içi süt dolu bir lokanta, ve kapandı
ben ağzıma geleni söyledim, öyle
gene bir ağaç öttü, bu kaçıncı.
sevişsek olmaz mıydı, varan bir
elbette olurdu, bir kır çiçeği, bir bulut
bir gülüş kanamak üzere, ve gizli
ve çabuk tarafından bir şey, şarap
aşk gene kelime değiştirdi, vahşi.
güneşe çıktık, bunu unutma, varan iki
ne uzak bir sesimiz vardı, efsane
gelince ç ile geliyordu bir çay
oysa biz iki demiştik, varan üç
gözler ki demeye kalmadı, derin.
kim bilir ne seviştik ki saat kaç
elleri tetikte bütün gazetelerin.
Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Herşey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut dövüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
'Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı'
ister istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini
Örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında..
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...
Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
'Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
imdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ay ışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayak ucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri bonoları unutuyorum
ikramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
iyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
'Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum'
i am stunned, you caught me by suprise
was so damn wrong you outdid yourselves
beaten numb, i didnt see his sneaking round the corner
how could i?
there's no sight in my third eye
when i'm done i will hunt you down
one by one i'll blow you up to hell
for you faceless, nameless, cowards, cannot hide
the day you'll break me will arrive
strike from behind and knock me to the ground
kick me while i'm down
stab me in the back, you bastards
tear my heart out of my chest
i'll rise from the ashes from these ruins of mine from the rage
i'm right on your track you bastards
a dozen of eyes for an eye
vengeance is mine
i have dreams of hammering your skulls
fantasies of bashing in your brains
obsessively, i am watching, i am stalking, i am following
and then the massacre begins
strike from behind and knock me to the ground
kick me while i'm down
stab me in the back, you bastards
tear my heart out of my chest
i'll rise from the ashes from these ruins of mine from the rage
i'm right on your track you bastards
a dozen of eyes for an eye
vengeance is mine
oyuna devam
biz hiç yorulmadık
biz hiç yenilmedik
desem yalan
oyuna devam
biz hiç kaybolmadık
biz hiç kaybetmedik
desem yalan
oyuna devam
rakipler kaçak güreştiler
hepsinin yumrukları vardı
dünyayı değiştirmek için
verdiğimiz kırıntılardı
oyuna devam
biz hiç aldanmadık
biz hiç aldatmadık
desem yalan
oyuna devam
oyuna devam
biz hiç kaybolmadık
biz hiç kaybetmedik
desem yalan
oyuna devam
küçüktüm ufacıktım
şimdi büyüdüm çocuğum var
ben hep sorular sorardım
karşımda aynı sorular
oyuna devam
biz hiç kaybolmadık
biz hiç kaybetmedik
desem yalan
oyuna devam
yıl 1973
ve 11 eylül persembe
saat 13'de trt'de
sili'de askeri darbe.
yu es ey, si ay ey, ay ti ti sab lorenz...
arandı tarandı bulundu pinose
pinose'nin bıyığı daglıs
briyantinliydi saçları.
çarpısıyordu son resminde
salvatore allende
tüm dünyada ozaman
tek ülkeydi sili,
kendi kaderini çizebilmis
demokratik bir sili.
allende ve unitat popüler
herseyi bastan olusturmus
fabrikalar ve tarlalar
üretenlerin olmustu.
perralar gitarlarında
yeni türküler söylerken
yani devamlı devinen
cıvıl cıvıl cıvıl
bir sili.
dayanamadı buna bazıları,
bakır sirketi ve ay ti ti
henri kisincır görüldü
ayrıntılar tek tek görüsüldü.
yunaytıd pres,
esoseytıd pres,
tam vermediler haberleri,
neler oldu bilemedi kimse
kimse.
3,000 ölü dendi ilk gün,
100,000' buldu sonra,
savasıp öldü allende
intihar etti dedi cunta
cunta.
sonra bazı gazeteciler
kaçırdılar filmleri,
dünya gördü vahseti,
yardıma gidemedi kimse
kimse.
analar ağladı,
yürekler kan ağladı.
tüm dünyada gençler
yazdılar duvarlara.:
"sili'ye özgürlük"
"sili'ye özgürlük"
"el pueblo unido
jamas sera vencido"
şili'nin seçimle iktidara gelmiş sosyalist devlet başkanı. 11 eylül 1973'de gerçekleşen amerika destekli askeri darbe sonucunda allende hükümeti devrilmiştir. allende'nin ölümü "intihar etti" şeklinde duyurulmuştur.