Facebook'ta uzun süredir takip ettiğim en kaliteli oluşumlardan biridir.
Hakkında bugün bir değerlendirme kaleme almıştım, şuraya da bırakayım:
--spoiler--
Gitgide bilgi çöplüğü haline gelen sanal mecrada doğru ve faydalı paylaşımlar yapan nadir sayfalardan birisi.
Ayrıca ilgi alanlarının belirli bir konuyla sınırlı olmaması ve kaliteli görselleriyle tarihi ilgi çekici hale getirmesi Tarih-i Kadim'i benim gözümde diğer bir çok sayfadan önde kılıyor.
ileride çok daha iyi işler yapacaklarına inanıyor ve başarılarının devamını diliyorum.
--spoiler--
en azından ülkeyi kitaba alıştırması bakımından şimdilik doğru bulduğum, ama okunacak kitap türlerinin hele de kişisel gelişim olarak sınırlandırılması oldukça yanlış olan uygulamadır.
sırf başka şehirde okumuş olmak için aslında memleketinde kazanabileceği bölümden pek bir farkı olmayan yerler yazıp pişman olan tanıdıklarım var.
hayata adım atmak da önemli tabi ki ama başka şehirde okumak ile doğrudan alakalı olduğunu düşünmüyorum. eğer karakterinizi oturtabilmişseniz her türlü atılabilirsiniz hayata zamanı gelince.
yani siz siz olun "başka şehir görmek lazım olm ya hayata atılırsın" diyen insanların gazına gelip tercih yapmayın.
skywalker fatih'in (bkz: skywalker the conqueror) "bu çocuk aynı sen amk" demesiyle keşfettiğim ve bilgi içeren üj bej entrysini artılamam üzerine aynı şekilde geri dönüş aldığım yazardır.
şöyle dolu şeyler yazın ciğerimi yiyin amk dedirtendir aynı zamanda.
Henüz beşte birini bile okumadım ama dayanamadım yazıyorum sözlük.
Her türk gencinin mutlaka okuması gereken atatürk eseridir.
Aslında çoğumuz eserin anlattığı döneme lisedeki inkılap tarihi derslerinden oldukça aşinayız fakat ana olayların dışında gelişen çok kritik durumların da olması ve bunları atatürk'ün bakış açısından okumak müthiş derecede keyifli. Bunun yanı sıra çok basit bazı olayların satır aralarında bile incelikler yakalanabiliyor eser boyunca. Mesela:
- Atatürk'ün daha samsuna çıkmadan evvel halkın gelenek ve uydurulmuş din yüzünden padişahsız bir kurtuluş hayal edemediğini fark etmesi ve nabza göre şerbet vererek yola devam etmeyi işin en başında kararlaştırması.
- Atatürk'ün hem durumun ehemmiyeti gereği hiçbir zaman tedbiri elden bırakmaması hem de durumun aciliyeti gereği ani ve etki kararlar alabilmesi. Yani bu iki duruşu gayet dengeli bir şekilde başarıyla gösterebilmesi.
- Kurtuluşu manda ve himayede görenlerin tezlerini çok zekice sorularla bir bir çürütmesi ve hepsinin içi boş retoriklerden ibaret olduğunu göstermesi.
- Komutanlar ve valiler arasındaki iletişime oldukça önem vermesi. Onlara sık sık milletin iradesinin önemini ve kurtuluş savaşı'nın kutsallığını hatırlatması.
- Kendisini durdurmak için bin bir türlü arayışa giren itilaf devletleri askerlerinin ve onların osmanlı içindeki yardakçılarının üzerine kararlılıkla gitmesi.
- Henüz düşmanla asıl çarpışmalar başlamadan önce bile hainleri yakalama konusunda askeri sevk ve idarede üstün başarı göstermesi.
- Mevcut durumdaki tüm karışıklığa ve tükenmişliğe rağmen neredeyse her yaptığı hareketin belirli bir program ve ideal dahilinde olması
gibi bir çok çıkarım yapılabilir eser hakkında.
Kitabı tamamen bitirince daha uzun ve ayrıntılı bir entry yazacağım inşallah.
güzide sözlüğümüzün ikiyüzlülüğünün gözler önüne serilmesine vesile olmuş kızdır aynı zamanda.
bilgi içeren entrylerin değil de @1'e laf sokma derdinde olan @2'lerin artılandığı yer burası değil sanki. genelleme yaparak herkesi suçlama derdinde değilim ama bu olaydan sonra daha fazla öz eleştiri içeren entry olmasını beklerdim. kızın videolarına yorum yapanların yaşları küçük olsa da internet üzerinde az zaman geçirmedikleri belli ve biz yetişkin insanları örnek alıyorlar. sen laf sokarak prim yapmaya çalıştığında ve bunu başardığında onlar da laf sokmayı "coolluk" sanıyorlar.
tepkimizi gösterelim ama biraz da öz eleştiri yapalım. yoksa ileride bunun gibi daha çok olay göreceğiz maalesef.
"Madem Kuran apaçık neden farklı görüşler var?" sorusu üzerinden Kuran'ın apaçık olmadığını iddia etmek, "Madem Tanrı'nın varlığına deliller var neden bir sürü ateist var?" sorusu üzerinden Tanrı'nın varlığını çürütmeye benzer. Bu önerme ateistler için bir şey ifade etmez tabi ki ama Müslüman olup da Kuran'ın apaçık olmadığını iddia edenleri umarım düşündürür.
Birinin bilgisi azdır diğerinden farklı anlar. Ön yargısı vardır farklı anlar. Yanlış meal okur farklı anlar. Ayetlere bütüncül bakamaz farklı anlar. Algısı kısıtlıdır farklı anlar vs. Farklı yorumların olması kullanılan metodolojinin yanlışlığını değil olsa olsa metodolojinin kullanımının yanlış olduğunu ispatlayabilir.
"Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor, ve bu mavi noktaya, biricik yuvamıza." sözlerinin geçtiği carl sagan konuşmasıdır.
kendisi hakkında yorum yapmayacağım ama bu sözlerine katılmıyorum ve mantıklı bulmuyorum. çünkü kibrimizin ve bencilliğimizin üzerinde yaşadığımız gezegenin evrende bir hiç olmasıyla alakası yok. Bunu savunurken bir tek teist perspektiften yazmayacağım ama aklıma gelmişken onu da söyleyeyim kısaca. mesela en basitinden o evren o hiçlikte yaşayan insanların imtihanı için yaratılmışsa ve geri kalan sayısız galaksi ve yıldız da sadece yaratıcının sanatını göstermek içinse bu durumda dünyada yaptığımız şeyler daha da önem kazanmış olur zira artık bu davranışlar sonsuz yaşamımızı etkileyecektir.
tanrı'nın olup olmadığını bir kenara bıraksak da durum değişmiyor. tüm insanlık olarak çıkarımız için yaşadığımıza göre, her ne kadar bizim bu dünya'da yaptığımız onca savaş, zulüm, teknoloji vs. evren için neredeyse bir hiç olsa da ortalama 70 küsür yıl yaşayıp ölen varlıklar olarak bizim iç dünyamız için devasa öneme sahip. mesela çok sevdiğinizi birini küçük yaşta kaybederseniz hayatınızın geri kalanında muhtemelen onun izini taşıyacaksınızdır.
bence sagan'ın söylediği bu sözler insanı belki bir ihtimal nihilist yapabilir. ilk okuyuşunuzda yukarıda yazdıklarımla çeliştiğini düşünmüş olabilirsiniz ama nihilizm zaten bizim istek ve arzularımızın kainat için bir hiç olması ile alakalı değil yukarıda da dediğim gibi bizim iç dünyamızda ne derece etkili olduğudur. e bunu söyleyen adam da en nihayetinde bilim yapmaya devam ettiğine göre yani hayatını bir şeylere adadığına göre bu nihilizm ihtimali de bana uzak geliyor.
hülasa, carl sagan'ın popülist bir niyetle bunları söylediğini de düşünmüyorum tabi ama gerçek hayatta karşılık bulmayan söylemler olduğu da aşikar. bu durumu, elinde güç olmayan kesmin ahlaklı olduğunu zannederek kendini avutmasından ve eline güç geçiren çoğu kişinin neler yapabildiğine şahit olduğumuzda anlarız. zira adamlar kendi çıkarlarının kendileri için hala çok önemli olduğu gerçeğini unutacak kadar saf değiller maalesef.
(bkz: #31815800) yaptıklarını ve yapacaklarını anlatmış, "kadim" idealleriyle bana nostalji yaşatmış yazar kişisi.
Skywalker ile ilk kez bir forum üzerinden iletişim kurduk, orada tanıştık. Üniversiteye hazırlandığım için forumu bir süre bırakmıştım. Ardından geri döndüğümde bilgisi ve üslubuyla kendine yer edinebilmiş üyelerden biri haline geldiğini gördüm. Kendisini ilk zamanlar sadece takip ederdim ama benimle akran olduğunu öğrendikten sonra yazılarını daha bir dikkatli okumaya çalışmıştım. Zira bana kendi kendime “Ben de bu çocuk gibi olup ideallerimin peşinden koşabilirim.” dedirtmişti.
Skywalker bana hem umut hem de ilham vermişti. Bir gün bu elemandan sadece forum üzerinden değil şahsi olarak da yararlanmalıyım diye düşünerek özel mesaj yolladım, ben de onun gibi blog yazarlığı yapmak istiyordum. Zaten ilk konuşmalarımız bu konu üzerine oldu. Sağ olsun soğuk davranmadı ve bildiği hiçbir şeyi benden esirgemedi. Şu an o zamanki konuşmalarımızı ve yarı resmi üslubumuzu hatırladıkça gülüyoruz birlikte ama eğer o resmiyet olmasaydı muhtemelen birbirimizin derinliğinin farkına varamayıp ideallerimiz üzerinden bir arkadaşlık kuramayacaktık. Bu arada benim blog işi olmadı – çünkü bir yazı kaleme aldıktan sonra hem biraz hevesimi almıştım hem de blog yazarı olabilmem için 40 fırın ekmek yemem gerektiğini fark etmiştim - ama en azından güzel bir arkadaşlığın temeli atılmıştı.
Daha sonraları forumdaki diğer arkadaşlarla daha kişisel ortamlarda kaynaşma imkânı bulduk. Tıpkı Skywalker gibi iyi arkadaşlar bulmuştum. Bir süre sonra forumun o samimi ortamı kalmadı ama biz iletişimi hiçbir zaman koparmadık ve arkadaşlığımız devam etti, çünkü hem yaşlarımız birbirine yakındı hem de görüşlerimiz büyük oranda benzerlik gösteriyordu. Çevremizdeki yaşıtlarımızın boş beleşliğinden, nihilist tavırlarından, gereksiz dertlerinden ve yüzeysel hayat görüşlerinden ikimiz de bezmiştik ve bu yüzden birbirimize zor bulunan arkadaş gözüyle bakıyorduk. Farklı konularda birbirimize çok şey öğrettik ve arttırarak katmaya devam ediyoruz, umarım katmaya devam da ederiz.
Bu arada ayrıca belirtmekte fayda var, kendisinin benim bu sözlüğe yazar olmamda ısrarı olmuştur. Umarım ikimiz de ideallerimiz doğrultusunda güzel işler yaparız ve güzel anılanlardan oluruz.
"madem tanrı'nın varlığına kanıtların var neden o zaman herkes tanrı'ya inanmıyor?" sorusuyla ters köşe edilmeye çalışılan felsefeci.
son zamanlarda gözlemleyebildiğim kadarıyla hele de "Allah'ın Varlığının 12 Delili" kitabından sonra bu eleştiri daha sık dillendirilmeye başlandı. dün davut dağ isimli bir vatandaşın youtube'da "DAVUT DAĞ, ALLAH'IN iKi ŞÖVALYESi ! : CANER TASLAMAN, EMRE DORMAN" videosunda da aynı eleştirye denk geldikten sonra bu tarz eleştirilere cevap vermek istedim ve videonun altına yorum olarak şunları kaleme aldım:
"Sayın Davut Dağ,
Videonuzu izledim ve bazı düşüncelerine karşı eleştiride bulunacağım izninizle.
ilk olarak şunu söylemeliyim ki, Caner Taslaman'ın Tanrı'nın varlığı ile ilgili sunmuş olduğu argümanların mantığını anlamadığınızı düşünmekteyim. Zira Taslaman'ın argümanlarında kullandığı yöntem kendi ifadesi ile yanlış hatırlamıyor isem "en iyi açıklama" yöntemidir. Yani Taslaman, öncelikle argüman ile ilgili bilimsel ve felsefik bilgileri verir, üzerine kendi yorumunu katar ve ardından eldeki bu verileri, teizmin natüralist-ateist felsefeden daha daha rasyonel bir şekilde yorumladığını ve temellendirdiğini söyler. Bu metodun bizleri "2+2=4" gibi kesin netlik içeren bir ifadeye götürmeyeceği çok açıktır. Zaten "Tanrı'nın varlığını kanıtlama" meselesinin özü, birden fazla argüman sunup (Mesela Taslaman kitabında 12 tane sunmuş.) hepsinde teizmin daha rasyonel olduğunu göstermektir. Bu argümanlar yeteri sayıya ulaştığı zaman Tanrı'nın varlığına inanmanın rasyonelliği de gün yüzüne çıkmış olur.
ikinci söyleyeceğim şey ise madem bu kadar delil var insanlar neden inanmıyor hezeyanınız hakkında olacak. Yukarıda da değindiğim gibi zaten bu argümanlar "2+2=4" formatında değil ve bu yüzden alternatif görüşleri değerlendirebilme, argümanlara bütüncül olarak bakabilme hatta (Bu benim kendi düşüncem.) Tanrı'nın yokluğunda hayatın ne kadar anlamsız olacağını anlayabilme gibi günümüz insanı için oldukça üst düzey zihinsel süreçler gerektirebiliyor. Sizin bahsettiğiniz insanların ne kadar bu tarife uyuyor orası size kalmış fakat yeterince zeki bir adamsanız ve yoldan çevireceğiniz çoğu ateistin örneğin, ontolojik argüman dediğiniz zaman amiyane tabirle söylüyorum yüzünüze mal mal bakacağını az çok tahmin edebiliyorsanız hele de bu eleştirinin üzerine düşüncenizin gayet saçma olduğunu anlayacak ve hatta "insanların çoğu iman etmez" diyen Kuran'a da uymadığının farkına varacaksınızdır."
tanrı'nın varlığı ile ilgili argümanların ve caner taslaman'ın izlediği metodun anlaşılmasında faydalı olacağını düşünüyorum acizane.
amerika’daki, yurt dışına yatırım yapabilecek kadar büyük çok uluslu şirketlerin – ki genelde enerji şirketleridir – ekonomi bölümlerinde yetkili mevkilerde bulunan ve görevleri gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarının o ülkenin halkı için değil kendi bağlı bulundukları çok uluslu şirketlerin, amerikan hükumetinin ve o ülkelere kredi vermiş olan bankaların (perkins kitabında bu 3’lüye kısaca şirketokrasi adını vermiş ben de yazının ilerleyen kısımlarında kullanacağım bu tabiri) çıkarları için kullanılmasını sağlayan eğitimli, birden fazla yabancı dil bilen, hitabet ve manipülasyon kabiliyetleri oldukça iyi olan modern zaman tetikçileridir.
John Perkins’in Bir Ekonomik Tetikçinin itirafları kitabında, nasıl ABD'nin kuklası olduğunun etraflıca anlatıldığı ülkedir.
Bu olayın tam olarak nasıl gerçekleştiğini bilmeden önce “ekonomik tetikçi” dediğimiz kavramın ne olduğunu ve hangi amaçlara hizmet ettiğini bilmekte yarar var.
Ekonomik tetikçi nedir?
Perkins’in kitabında çizdiği ekonomik tetikçi portresi aşağı yukarı şöyledir:
Amerika’daki, yurt dışına yatırım yapabilecek kadar büyük çok uluslu şirketlerin – ki genelde enerji şirketleridir – ekonomi bölümlerinde yetkili mevkilerde bulunan ve görevleri gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarının o ülkenin halkı için değil kendi bağlı bulundukları çok uluslu şirketlerin, Amerikan hükumetinin ve o ülkelere kredi vermiş olan bankaların (Perkins kitabında bu 3’lüye kısaca şirketokrasi adını vermiş ben de yazının ilerleyen kısımlarında kullanacağım bu tabiri) çıkarları için kullanılmasını sağlayan eğitimli, birden fazla yabancı dil bilen, hitabet ve manipülasyon kabiliyetleri oldukça iyi olan modern zaman tetikçileridir.
Kulağa komplo teorisi gibi gelen bu görevin nasıl geçekleştiğini de şöyle açıklayayım:
Gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler, yatırım ve kalkınma amaçlı projeler yapmaya karar verir ve bu projeleri gerçekleştirme görevi yukarıda saydığım türden şirketlere verilirse bu ekonomik tetikçiler devreye girip ülkeye yapılacak olan yatırımların getireceği büyüme rakamlarını ve GSMH’ye katkılarını şişirerek hükumet yetkililerini bu rakamlara inandırmaya çalışırlar.
Ülke gelişmemiş olduğundan bu projelerin hayata geçirilmesi için krediye ihtiyaç vardır ve hükumet bu krediyi şişirilmiş rakamları dikkate alarak Dünya Bankası, IMF ve çeşitli bankalardan temin eder. Proje tamamlandıktan sonra ilerleyen senelerde ülkenin ekonomisine beklenen katkıyı yapamayınca devlet kredileri ödeyemez hale gelir. Bu yüzden artık tavizlere açık bir konuma gelmiştir. Borçların kapanması için şirketokrasinin yardımına karşılık askeri destek, BM’de oy veya ülkenin verimli kaynaklarının çok uluslu şirketlere açılması gibi bedeller ödemek zorunda kalır.
Tabi işler her zaman böyle basit şekilde yürümeyebilir ve yatırım yapılmak istenen ülkelerin hükumetleri ekonomik tetikçilerin planlarının farkına varıp bu işe alet olmayı tercih etmeyebilirler. Bu durumda CIA - Perkins’in ifadesiyle çakallar - devreye girer. Üst düzey devlet adamları ve generaller şantaj ve rüşvetlerle satın alınmaya çalışılır. Bu taktiğin de işe yaramaması halinde iş suikast boyutuna bile varabilir. Yazının en başında adını zikrettiğim kitapta Jaime Roldos ve Omar Torrijos suikastlerinin bu hesaplaşmaların bir sonucu olduğu ayrıntılarıyla anlatılır.
Eğer suikast imkanı da ortadan kalkmışsa ve bahsi geçen ülke şirketokrasi için stratejik bir öneme sahipse son çare olarak darbe ve askeri operasyon seçenekleri devreye girer. Saddam Hüseyin’in başına gelenler de tamamen olmasa da bu sebebe dayanmaktadır.
Entrynin daha fazla uzamaması açısından Roldos, Torrijos ve Saddam olaylarının ayrıntılarını yazmıyorum, başka bir entryde zamanım olursa bahsedebilirim.
Bu uzunca giriş kısmından sonra Suudi Arabistan ABD ile nasıl bütünleşti tarihsel verilerle anlatmaya çalışacağım.
6 Ekim 1973 günü Mısır ve Suriye, israil’e karşı eş zamanlı bir savaş başlattı. Savaş esnasında Mısır Başkanı Enver Sedat Suudi Arabistan Kralı Faysal’dan israil’in müttefiki Amerika'nın ekonomisine darbe vurmak için petrol silahını kullanmasını istedi. 16 Ekim’de iran, Suudi Arabistan ve 5 körfez ülkesi petrolün liste fiyatına %70 zam yaptı. işi bununla da sınırlı bırakmayıp ABD üzerindeki baskıyı arttırmak isteyen Arap devletler Kuveyt'te bu konuyu değerlendirmek üzere toplandı. 17 Ekim’de petrol üretiminde %5’lik bir kesinti ve ABD karşısında politik başarıya ulaşıncaya kadar her ay %5’lik ilave bir kesinti yapılması kararı bu toplantının en önemli kararları arasındaydı. Bu kararlara kulak asmayan ABD Başkanı Nixon 19 Ekim’de israil'e 2.2 milyon dolarlık bir yardım göndermek istedi. Bunun üzerine ertesi gün Arap ülkeleri ABD’ye yapılan petrol sevkıyatına tam ambargo koyacaklarını açıkladılar.
18 Mart’ta sona eren ambargo kısa sürmüş ama etkisi son derece büyük olmuştu. 1 Ocak 1970’te 1.39 dolar olan petrolün varil fiyatı 1 Ocak 1974'te 8.32 dolara fırlamıştı. Bu ambargo aynı zamanda ABD ve Wall Street'i politikalarında ciddi değişiklikler yapmaya itti. Petrol kaynakları ABD'nin birinci önceliği haline geldi ve Suudi Arabistan'ın stratejik önemi kavrandı.
Ambargonun ardından ABD ve Suudiler arasında müzakereler başladı ve Amerika petrolün sadece dolar karşılığında satılması ve bir daha petrol ambargosu olmamasına karşı Suudilere teknik destek, askeri teçhizat, eğitim ve Suudi Arabistan'ı kalkındıracak yatırımlar önerdi. Bu safhada ekonomik tetikçiler devreye girdi, vaadedilen projeler Amerika’ya bağlı çok uluslu şirketler tarafından hazırlandı. Fakat bu sefer ekonomik tetikçilerin görevi Suudi Arabistan'ı borç altına sokmak değil, petrodolarları ABD’ye geri döndürmek ve Suudi Arabistan’ın Orta Doğu’daki diğer ülkeler için model oluşturmasını sağlamaktı.
Yani aslında Perkins’in adına şirketokrası dediği oluşum bu krizden uzun vadede karlı çıkmayı başarmıştı. Üstelik şirketokrasinin bu hamleleri bambaşka bir sektörde daha kazanç kapısı açacaktı. Suudi Arabistan’ın bu hızlı gelişimi komşu ülkeler tarafından tehdit olarak görülecek ve Orta Doğu’da, askeri harcamaların payı bir hayli artacaktı. Bunun üzerine Suudi Arabistan ve ABD daha da yakınlaştı ve Suudi Hanedanlığı varlığının desteklenmesi karşılığında ABD’ye tam politik destek hatta gerektiğinde askeri destek verecekti. - Bu kısım Arap Baharı'nın Suudi Arabistan'a neden sıçramadığı ve günümüzde Işid'in en büyük destekçilerinden birinin Suudi Hanedanlığı olması konusunda ufuk açıcı olmuştur sanıyorum. -
Suudi Arabistan'ın kukla olma öyküsü özetle böyle. Aslında başlarken daha kısa olacağını düşünmüştüm ama meselenin daha iyi anlaşılması için ayrıntıları atlamak istemedim.
diyanet'in "bize kuran yeter" ifadesini anlayamadığının veya anlamak istemediğinin göstergesidir. ben ilkinin doğru olduğunu umarak şunları söylemek istiyorum.
kuran'ı okuyan ve anlayan birinin ben sünneti devre dışı bırakıyorum diyebilmesi mümkün değildir, zira kuran hz. Muhammed'in ve diğer tüm peygamberlerin bizim için güzel birer örnek olduklarını bildirir.
"Andolsun ki, Resûlullah'ta sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır." (Ahzab / 21)
"ibrahim'le, beraberinde olanlarda sizin için çok güzel bir örnek vardır..." (Mümtehine / 4)
diyanetin anlamadığı nokta şu; kuran yeter diyenlerin içinde çok büyük bir çoğunluk zaten sünneti reddetme gibi bir hata yapmamakta. eleştirilen nokta peygamberi sünnetinin, içine bir sürü uydurma rivayet karışmış ve çoğu kuran'la birbirleriyle ve akılla çelişen rivayetlere eşitlenmesi. ilk entryde zaten kuran'dan sonra en sahih kaynak denilen buhari'deki uydurma hadislerden bazıları verilmiş. bu yüzden daha fazla örnek verip uzatmak istemiyorum.
hal böyleyken bu uydurma hadisleri ayırmanın tek yolu Kuran'ın hakemliğine başvurmaktır.
"Allah size Kitap'ı ayrıntılı kılınmış bir halde indirmişken, Allah'ın dışında bir hakem mi arayayım?..." (En'am / 114)
işte bize Kuran yeter ifadesinin açıklaması budur ve uydurma hadislerle dejenere olmuş günümüz islam anlayışının tek panzehiridir. benim şahsi görüşüm bu gerçek özellikle ümmetin gençleri tarafından yavaş yavaş anlaşılmakta ve islam adına gelecek vaadeden bir görüntü çizmektedir. diyanet'in bu hutbesi bile aslında bu gerçeği kavrayanların gözardı edilemeyecek kadar bir çoğunluğa ulaştığının göstergesidir.
entryi caner taslaman'ın konu hakkındaki sözüyle bitirmek istiyorum:
"Güneş doğarken yarasalar kaçar. Bugün öğlen vaktinde kanat sesleri duyuldu."
eğer tüm insanlık tarihini konuşacaksak tabi ki de bilimdir. Şu an islam aleminin geri kalmış olması bu gerçeği değiştirmez canlar. sezar'ın hakkı sezar'a.