tanzamanitanyeri
1463 (heykeli dikilesice)
sekizinci nesil yazar 17 takipçi 95.76 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    sarılışmak

    1.
  1. sarılma eyleminin, iki kişinin isteği doğrultusunda başlaması.
    0 ...
  2. bidroop

    1.
  3. bidroop com

    1.
  4. internetten para kazandıran site.

    davetiye arayanlara kod: Slo3aEnz

    http://www.bidroop.com
    0 ...
  5. rıhtım dergisi

    41.
  6. ateş ve fırtına

    1.
  7. **
    Ateşin sönmesi için fırtına; yanmaması için ise yağmur yeterlidir.

    ***

    Tebessümleri hiç uzak değildi, aynı ağacın meyvesi onlar. Aynı gölgeye mi düşeceklerdi koparılmadan, düştükleri yerde mi çürüyeceklerdi, farklı kişiler mi basıp ezecekti onları yoksa.

    Bu, bir aşk günlüğü; ben, kalemden akan kelimelerde gizliyim, belki de değilim. 9 Mayıs 2001’de döküldüm ilk kez bu satırlara: “Bugün fark ettim onu sevdiğimi. Güzel bir gün…”

    Taraf tutuyorum her defasında. iki tarafa da yaranmak yerine, tek taraflı bir acı bırakıyorum insanlarda. Bağımlılık yaratıyorum; nefret etseler dahi, ihtiyaç duyuyorlar bana. Frank ile tanıştığımızda yüzü gülüyordu, alıştı, sonra nefret etti. O da yenik düşecek ve ihtiyaç duyacak bana, biliyorum.

    ---1---

    Bir farklılık arayıp, sabah kahvaltısını dışarıda yapmaya karar verdi Frank. Kuruyan göllerin ihtiyacını gideriyordu yağmur; unutulmayacak kokuları insanlardan insanlara taşıyordu rüzgar; Frank, şemsiyesiz ve kokusuz çıktı dışarı. Yağmur kokusuyla girdi pastaneye, kendine iki kişilik bir masa buldu. Kahvaltısını yaparken masasına bir yabancı oturdu. Pastanede boş masa olmadığından dolayı katlandı bu duruma, biraz da yeni biriyle tanışma heyecanıyla. Adela Heaven kitabından bir an olsun ayırmadı gözünü, çayını yudumlarken bile. Frank, kızın şemsiyesini alıp uzaklaştı.

    Wind ile her zaman gittikleri yere, deniz kenarına gitti. Yaşlı bir adamla lafladıktan sonra denizde taş sektirmeye çalıştı. Tanıdık bir koku seslendi kalbine, arkasını dönünce karşılaştı Wind ve arkadaşı ile. Deniz kenarı, artık ‘onların’ yeri olmuştu. Kısa bir sohbetten sonra, onları yalnız, şemsiyeyi sahipsiz, kendini yağmura bıraktı Frank.

    2 Kasım 2003’te günlüğünün 33. sayfasına tarih attı, 3 satır yazdı, kalan boş sayfaları yırttı.

    ***

    5 Ağustos 2001

    - Hep aynısı oluyor, kime güvensem boşa vakit harcamış oluyorum. Güvenmeyince de olmuyor ki.
    - Seni mutsuz edenler için üzülüyor olman tuhaf. Çok çabuk güveniyorsun sen insanlara. Kimle tanışsan ömür boyu yanında olacak sanıyorsun.
    - Ömür boyu yanımda olacak birini arıyorum çünkü.
    - Yanlış insanlara denk gelmişsin demek ki.
    - Sen hiç doğru insana denk geldin mi?
    - Evet, bir kere.
    - Ne oldu?
    - Ne zaman yanında olsam, başkasının yanında buldum onu.
    - Farkında değildi yani?
    - Bilmiyorum. Keşke bilsem…

    Kısa bir sessizlikten sonra 20-30 metre ilerideki bankta oturan kız, Wind’in dikkatini çekti.

    - Şuradaki kız da birini bekliyor galiba.
    - Sanmıyorum, birini bekliyor gibi bir havası yok.
    - Nereden anladın?
    - Ben seni hep parkın olduğu yönden beklerim. Çünkü ağaçları, gülen çocukları seviyorsun. Hep oradan gelirsin. Onun böyle bir beklentisi yok.
    - Arkadaşını değil de sevgilisini bekliyor olamaz mı, heyecanlı gibi.

    Yüzü asıldı Frank’ın. “Geç oldu, gidelim artık.” dedi.

    ***

    Bir kibrit çıkarttı, sürttü kutusuna, yanmadı. Bir diğerini denedi, yanmadı.

    ‘Eskisi kadar olmasa da, eskisi gibi yalnızım.’ dedi. Ben hep yanındaydım. Kalabalıkta kaybetmek üzere; yalnızlığının bir kenarında tuttu beni.

    Yazdı temiz sayfaya, aşk gelmişti ve kirlenmişti dünya.

    ---2---

    9 Mayıs 2001

    Bir insana ne zaman aşık oluruz? Ne zaman farkına varırız aşkın ya da nasıl anlarız aşık olduğumuzu? Önceden tanıdığımız kişilere farklı bir gözle bakmak mı yaratıyor bu duyguyu yoksa bu duyguyu hissedince mi farklı bir gözle bakıyoruz?

    Frank’a bakınca kahverengi olan gözleri, sahilsiz zamanlarda siyah oluyordu. Bakakaldıkça kendini kaybettiriyordu insana. Yavru bir köpek geldi yanlarına. Wind, kucağına alıp sevmeye başladı. Onu izliyordu diğeri. ince bir iple hayata tutunuyormuşçasına sarılıyordu köpeğe. Her zamankinden farklı görünüyordu, her zamanki gibi bakmıyordu Frank. Masumiyet mi sevimli kılıyordu onu bu kadar, bilmiyordu. Sonbaharın yaprakları gibi rüzgara ayak uyduruyordu saçları. Titreyen vücuduna aldırış etmeden parlıyordu gözleri. Büyük depremler yaşamışçasına çatlayan dudaklarına, kimse dokunmamıştı.

    “Uzun zamandır kimseye böyle sarılmamıştım” dedi Wind. “Oysa ki neredeyse haftanın her günü görüşüyoruz, beni görmüyor muydun?” diye sordu diğeri. Güldü Wind, köpeği yere bırakıp yavaşça sarıldı Frank’a. Kokusu rüzgara karıştı, döndü Frank’ın etrafında. Burunda tadıldı, vücuda girdi, kana karıştı, kalbe ulaştı.

    ***

    Pazar kahvaltısını dışarıda yapmak için evine en yakın olan pastaneyi tercih etti yine Frank. Her Pazar gibi, o gün de kalabalıktı. Garsondan, kendisine yer bulması için yardım istedi. iki kişilik masada yalnız oturan Heaven’i gördü sonra. izin isteyerek masasına oturdu. Heaven bir an olsun kaldırmadı başını kitaptan.

    “Ben seni kendim yaratmadım ya evlat! Bak, konuşuyoruz işte. insanlardan kaçmaktan vazgeç artık.”

    ----------------------

    2 Kasım 2003
    Sen yine geleceksin, gülümseyerek.
    Ve ben yine,
    inanacağım.

    ***

    (bkz: söykü dergisi sayı 23 kibrit)
    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.

    dipnot: yalnızlık fırtınasına başlarken bir yazım hatası yapmışım. ‘Deniz kenarı’ yerine ‘sahil kenarı’ yazmışım. ibret olsun diye o yazıyı değiştirmedim.
    3 ...
  8. tanzity

    1.
  9. hayal gerçekliği

    1.
  10. Yaşlandım artık, gidiyorum.
    Ve geçmişimin film kareleri etrafımda.
    O kavga edişimiz, terk edişin beni…
    Son kez terleyişimizin beraber, ortaya çıkardığı mucize;
    Sen terk ettikten sonra ölen içimde: bir ruh bir beden.
    Yaşlı halin bir de, yanımda sanki.
    Hepsi bir düş şimdi, anıydı eskiden.
    Doğduğum gibi, tek başıma yine ben.

    ***

    Son günlerini yaşıyor Hatice. Hayat defterinde yazılı olan binlerce cümle, her gece uyumadan önce kurduğu hayaller, kalbinde iz bırakan kalpler, terk edilişler, yalnızlıklar… Hepsini geride bırakmaya hazırlanıyor. Aniden, habersiz gelen aşk gibi gelecek ölüm, biliyor. Yaklaştığının farkında, siyaha bürünen son tüneli görüyor uzakta, sonunda ışık olmayan. Güneş son kez doğacak onunla birlikte belki de.

    “istanbul’u görmek istiyorum.” diye söyleniyor.
    - Tamam, yarın gideriz.
    - Gitmek istemiyorum, görmek istiyorum.

    Akşama doğru Büyükada’nın sahiline iniyorlar, tek vücut olmuş bir hikayenin, iki kişilik yolculuğu. Her gün evinin penceresinden zar zor izleyebildiği güneş, tepesinde bu kez. Deniz kenarında bir banka oturmuş, istanbul’u izliyor Hatice. insan gürültüsü, martı çığlıkları, rüzgarın taşıdığı ayrılık göz yaşları… bir aşk kavgası eşlik ediyor dalga seslerine.

    - Sana tutunuyordum ben. Sev ya da sevme, ben de sevmiyorum zaten artık seni… Aşıktım kızım ben sana. Senin varlığına yaslanmıştım ben, seni görmek yetiyordu.
    - Buraya kadarmış demek ki.
    - Bu kadar kolay mı? Yaşadıklarımızın hiç mi…
    - Geçti gitti hepsi. Ben unuttum, sen de unut.

    Kızgındı Ekrem. Bu yüzden ‘sevmiyorum’ diyordu zaten. Başka bir şey söylemeden kalktı yerinden. Hızlıca, dalgınca, hiçbir şey düşünmüyormuşçasına yürümeye başladı. Sinirlerine hakim olamayıp sağa sola saldırdı, tekmeledi, yumrukladı. Yanında vızıldayan sineği kovmak isterken, yanından geçen çocuğa geldi yumruğu. Çocuk yere düştü, kafasını vurdu kaldırıma. Kırmızılaştı birden dünya, çok da beyaz değildi ya zaten. Oracıkta öldü çocuk. Bir aşk kızgınlığıydı bu, üç farklı hayatı yok eden.


    ***

    Birden fenalaştı Hatice, batarken güneş istanbul’un havasız duman sahasında. Anıları canlandı gözlerinde. Sevdiği adamla ayrılışını, büyüyen karnını, düşük yapmasını… Ekrem’i gördü yanında. Sahile beraber gelmemişler miydi zaten? “Nereye gitmişti, ne ara döndü. Neden vücudumu sarsan insanlar görmüyor, onun ölüşüme tebessüm eden yüzünü.” diye düşündü. Bir çocuk belirdi Ekrem’in yanında, “hoşgeldin anne.” dedi. Vücudunu sedyede götürdüler Hatice’nin, martılar eşlik etti çığlıklara. Bu; üç farklı hayatı birleştiren, bir ölüm haberiydi.

    ***

    Huzurlu bir hayatım vardı, birden girdi hayatıma.
    Sonra terk etti beni, bir umut bıraktı karnımda.
    Düştü o umut da.
    Şimdi başbaşayız yine;
    Bu sefer ben gidiyorum,
    Elveda.

    ***
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/486693/+

    (bkz: söykü dergisi sayı 21 ada)
    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.
    1 ...
  11. dünyanın en kısa aşk hikayesi

    1.
  12. Sen yine geleceksin, gülümseyerek.
    Ve ben yine,
    inanacağım.

    (bkz: söykü dergisi sayı 20 temasız)
    5 ...
  13. subsidiyarite

    1.
  14. Hizmette Yerellik (Subsidiyarite) ilkesi, son zamanlarda en çok tartışılan yönetim prensiplerinden biridir. Hemen her yerde bireye fazla inisiyatif verilmesi arzusu, hem federal hem de üniter devletlerde desantralizasyon hareketinin temel gerekçesini oluşturur.

    Hizmette yerellik ilkesi, bireyi toplumun odak noktasına yerleştirir. Bu kavram, öz itibariyle “bir hizmeti en yakın birim yürütsün” anlayışına dayanır. ilkenin altında yatan temel düşünce, bireyden aileye, yerel toplumdan değişik büyüklükteki gruplara kadar değişen oluşumlara siyasal yetki ile müdahalenin, ancak bunların çeşitli gereksinimlerini karşılayamadıkları durumlar ile sınırlı olmasıdır.

    Başka bir anlatımla, bireylerin ya da alt idari birimlerin kendi girişimleri ve olanakları ile uygulayabilecekleri yetkilerin, kural olarak onlardan alınıp üst gruplara veya üst idari birimlere verilmemesidir. Söz konusu ilke, bireyin tek başına güç yetirebileceği işlere devletin müdahalede bulunmaması olarak da yorumlanır. Bu da ilkenin liberal devlet anlayışına yakın olduğunu gösterir.

    "ERYILMAZ, Bilal, Kamu Yönetimi, istanbul, 2010."
    0 ...
  15. umut tüccarları

    1.
  16. Kaleyi ya kuşatacaksın ya da içine sızacaksın. Ben ikisini de yaptım. Ne dışarı kaçabildi, ne de yardım isteyebildi. Bir kadını hiç bu kadar çaresiz görmemiştim. Bana güveniyordu, büyük hata! Hatalarından ders almalı insan. Ders alması için bir hata yapması gerekiyordu tabi. Bu benim suçum mu? Zorlamadım ben hiç kimseyi. Kendi rızasıyla oldu. Bıçakladım ama kendimi savunmak için. Üstüme saldırdı, aksini ispatlayamaz; bizden başka kimse yoktu.

    *10 Ekim 2013 - Mesafe*

    Yakalanıyordum az daha. Sınav için nota ihtiyacı vardı, takip ettim her zamanki gibi. Kağıdı hazırlamıştım zaten. Fotokopi odasına gitti Fidan’la beraber. Yasin’e Fidan’ı, Ahmet’e de Hazal’ı aramasını söyledim. Kalabalık olduğu için odanın dışarısında konuştular, ben de fotokopileri çeken çocukla konuştum ve kağıdı ona verdim. Sınav notlarının arasına atacaktı… “Yanından geçtiğim her gün seni daha çok özlüyorum” yazıyordu. Neyse, Fidan’ın konuşması kısa sürdü ama. Kağıdı verirken gördü beni, anladığını sandım. Sonra bir arkadaşı geldi yanına, hemen uzaklaştım oradan. Oyalanmak için bir arkadaşımı aradım. Fotokopi odasından çıkıp kantine geçtiler, ben de peşlerinden gidip yan masalarına oturdum. Beş dakika sonra kalkıp tost ve çay siparişi verdi Hazal, ben de çay istedim, yan yanaydık. Tepsi aldı masaya götürebilmek için. Siparişin hazırlanmasını beklerken Ahmet geldi, oyaladı onu. Bu sırada ben de ikinci kağıdı farklı bir tepsiye bantladım ve onun tepsisiyle değiştirdim. Çayımı alıp masama geçtim sonra. “Afiyet olsun” yazıyordu onda da. Basit şeyler bunlar ama kadınların hoşuna gidiyor böyle gizli hayranlıklar.

    *Doğu - 3 Ekim 2013*

    Bunaltıcı bir dersten sonra evine döndü Hazal. Yorgunluğunu atmak için duşa girdi gelir gelmez. Soğuk suyun altına bıraktı kendini; sıcağa karşı faşistçe bir eylemdi bu! Rahatlamış bir şekilde kabinden çıktı ve rahat bir şeyler giyindi üzerine. Hayır, erkek arkadaşı gelmeyecekti! Yoktu zaten öyle biri. Ev arkadaşının evde olmadığını fark edince merak etti, ev arkadaşı sonuçta. Telefonunu almak için çantasını açtı, kendisine ait olmayan bir kağıt parçasını gördü. ikiye katlanmıştı, bembeyaz ve satırsızdı. Zaten katlanmış olan kağıdı bir daha katladı, sonra “ne yapıyorum ya ben?” dedi kendi kendine. ilk defa geliyordu başına böyle bir şey, heyecanlanmıştı. Kağıdı açtı, yazıyı görünce şaşırdı önce. Kısa bir süre sonra, şaşkınlık ifadesi yerini tebessüme bıraktı.

    “Her şey çok güzel olacak.” -Y.

    Sadece “Y” yazıyordu imza olarak. “Adı Y ile başlayan kim vardı bizim sınıfta?” diye düşündü. Tam bu sırada ev arkadaşı geldi.
    -Fidan! Bizim sınıfta adı Y ile başlayan biri var mı?
    -Yasin var ama 3. Sınıf o, iki dersini yükseltmeye alıyor. Ne oldu ki?
    -Baksana şuna, çantamda buldum.
    -Ay kızım! Yasin mi yazmış, hoş çocuk aslında. Numarası var bende, vereyim istersen?
    -Hayır ya, o mu bilmiyorum. Yarın anlarız.


    *Umut – 4 Ekim 2013*

    Bir cümleydi sadece Hazal’ı uykusundan eden. Gökyüzü mavisi bir hayal; her şeyin çok güzel olabilme ihtimali. Karanlıklar içinde parlayan bir umut bu. Gece, kendini ifşa eden bir ışık gibi değil; nereden geldiği belli olmayan bir ses olabilir ancak. Korku salıyor biraz, küçük bir tıkırtıdan ibaret olduğunu biliyorsun ama; önemsiz bir tahta gıcırtısı, pencereyi saydamlaştıran bir rüzgar… Yastığı çevirdi Hazal, soğuk tarafında uykuya teslim oldu, dünya bir kez daha kendi etrafında dans etti ve sabah doğdu.

    Okula gitmek için hazırlandı uyanır uyanmaz, vazgeçemediği kahvaltısını yapmadı. Kırmızı yerine beyaz renkte oje sürdü, saçlarını toplamak yerine özgür bıraktı, kırmızı rujunu tercih etti, asık suratlı maskesini çıkardı; tebessüm belirdi yüzünde, ışık belirdi gözlerinde. Siyah mıydı gözleri, yoksa kahverengi mi? Ela belki de…

    Karşılıklı günaydınlaşmalardan sonra Yasin’in yanına oturdu iki kız. Ders başlamak üzere olduğu için dersten sonraya bıraktılar konuyu. Hoca derse ara verdikten sonra, kızlar kantinden yiyecek bir şeyler alıp sınıfa döndüler, Yasin ise tuvalete gitmişti, onlardan sonra geldi sınıfa. Ders tekrar başladı. Hazal, ders kitabının arasına, sayfayı kaybetmemek için kalemini koymuştu. Ders başladığında konuyu takip etmek için kitabı açtı tekrar ve yeni bir ipucu ile karşılaştı.

    “Her insan gizli bir aşığı olsun ister.”

    imza yoktu bu sefer ama aynı kişiden olduğu belliydi. Yasin de gördü bu notu, şaşkın şaşkın baktı üçü de.

    *Anlam - 5 Ekim 2013*

    Haftasonu alışverişi için evin yakınlarındaki markete gitti Hazal. Rutin öğrenci listesi; çubuk makarna, mantı, yumurta, yoğurt, salça, kelebek makarna, hazır çorba, sıvı yağ, ince uzun makarna…
    Eve döndükten sonra aldıklarını yerleştirmeye başladı teker teker. Önce, şekli farklı ama tadı aynı olan makarnaları poşetinden çıkarıp yerleştirdi. Buzdolabına koyacaklarını çıkarmaya başladı. Aklının bir köşesinde gizli aşığı vardı, dikkatsizliğinin kurbanı oldu ve yumurta kutusunu düşürdü. Birkaç tane yumurta kırıldı ama onun dikkatini çeken başka bir şey vardı. Kağıda sarılmış bir müzik çalar. Yine bir yazı beliriyor Hazal’ın gözlerinde:

    “Bu şarkıyı dinliyorsan, bunun bir anlamı olsun.”

    Tek bir şarkı vardı içinde, kulaklığını takıp dinlemeye başladı.

    *Takip – 6 Ekim 2013*

    -Yasin değil bence, defterine bakmıştım, yazısı farklı.
    -Anlaşılmasın diye değiştirdi belki de?
    -Yok ya o değil, tavırlarından belli ederdi.
    -Neyse, neden bu kadar çok düşünüyorsun ki? Hoşuna gidiyorsa, yüzünü güldürüyorsa, tadını çıkarmalısın bence. Kim olduğunu öğrendiğinde bir anlamı kalmayacak ki. Elbet bir gün karşına çıkacaktır herhalde.
    -Biliyorum ama merak ediyorum, elimde değil.
    -Tamam konuşuruz bunları sonra, Ahmet’ler Portakal’daymış, bizi de çağırıyor.
    -Gidelim o zaman, evde oturmaktan iyidir.

    Kalabalık bir kafe idi burası. Emekli olup günlerini kıraathanede harcayan insanlardan ne farkı vardı buradakilerin? Gürültülü kalabalıkta arkadaşlarını buldular ve çay sipariş ettiler. Çayın kalabalıkla arası iyidir ne de olsa. Konuşacak konu bulamayan Ahmet boş bir tavla bulup masaya getirdi ve Hazal ile oynamaya başladılar. 4-5 dakika sonra çaylar geldi; 3 tanesi ince belli bardakta, diğeri ise fincanda. Fincan olanı Hazal’ın önüne koydu garson.

    -Ben fincan istememiştim ama.
    -Siparişiniz böyle yazılmış, değiştireyim isterseniz?
    -Gerek yok, teşekkürler.

    Hazal sıcak çayından yudumlarken “kızım burada galiba!” dedi Fidan. “Kim?” der gibi kafasını salladı diğeri. Fidan, fincan tabağındaki kağıdı gösterdi.

    “Arkadaşın zar tutuyor”
    Hazal etrafına bakındı kendisini izleyen var mı diye. Sonra garsonu çağırıp kağıdı gösterdi ve kimin gönderdiğini sordu. “Bilmiyorum, mutfaktan aldığım gibi getirdim.” cevabını aldı. Bugün de kendisini yalnız hissetmedi, özlüyordu ama.

    *10 Ekim 2013 - Batı*

    -Yunus Demir sen misin?
    -Evet, siz kimsiniz?
    -Polis. Giyin gel, bizimle karakola gelip ifade vereceksin.
    -Ne ifadesi?
    -Hazal işlek ile ilgili.
    -Hazal mı? Ne oldu ona.
    -Bırak bu bilmiyorum ayaklarını. Takip ediyormuşsun kızı gizli gizli. Öldürüldü, haberin yok mu.
    -Benimle ne ilgisi var? Beğeniyordum, sadece bu.
    -Giyin gel, bekliyorum.

    ***

    -Ne zaman oldu bu anlattıkların?
    -7 Ekim.
    -Cinayet saatinde neredeydin?
    -Ne zaman olmuş ki?
    -7 Ekim, akşam saat 9-10 civarı.
    -Arkadaşlarımlaydım.
    -Evet, Ahmet ve Yasin. Anlattılar her şeyi, evde değilmişsin o gün. Gece 1’de dönmüşsün. Lan oğlum sen istanbul’da okuyorsun, Edirne’de ne işin var? 2 hafta önce gelmişsin buraya. Kayıtlar burada. Bir kızı takip ediyorsun, kız ölüyor. Kız öldükten 1 gün sonra da gidip bilet almışsın Muğla otobüsünden. Orada ne işin var?
    -Arkadaşlarım var orada da, çağırdılar. Takılırız ded…
    -Lan it! Konsomatris misin sen her çağıranın yanına gidiyorsun.
    -Ne alakası var abi!
    -Sen öldürmedin mi lan kızı?
    -Hayır amirim, ben öldürmedim.
    -Öldürmedin lan tabi, yaşıyor kız.
    -Yaşıyor mu?
    -Kızın ruhu ölmüş, kendi yaşasa ne olur. Tecavüz etmişsin, bıçaklamışsın. Hiç mi korkmadın lan bunları yaparken? Yırtarım mı sandın?
    -Yeter be! Yıllardır bu o…pular yüzünden acı çekiyorum ben. Terk ettiler, aldattılar, paramı yediler. Sabrım taştı, erkekliğime yediremedim!
    -Senin ben erkekliğini s…
    -Karar verdim ben de. Ümit verdim, umut verdim. Sonra da faydalanıp ortadan kaldırmak istedim.
    -Bu kızın günahı ne ki intikamını ondan alıyorsun?
    -Benim günahım neydi bu kadar acı çektirdiler?
    -Senin bu dünyaya ayak basman günah lan. Gelip ifadeni alacaklar. Tecavüzcülerin koğuşunda ünlendin be şimdiden. Edirne’nin en büyük i.nesi geliyor dedik. Orada kendini asacak ip de bulamazsın.

    *7 Ekim 2013 - Arzu*

    Kapının zili çaldı. Fidan gitti kapıyı açmaya. Karşısında elinde bir dal gül ile bekleyen genç bir adam vardı. “Hazal evde mi?” diye sordu ve kendini tanıttı: “Yunus ben.”

    -Hazal! Gelir misin.
    -Efendim?
    -Seni soruyor arkadaş, Yunus’muş adı.
    -Yazıları yazan bendim. Konuşalım mı biraz?
    -Tabi, gel içeri.
    -Tamam beni de Ahmet’ler bekliyor zaten, sizi yalnız bırakayım.
    -Tamam Fidan, geç kalma fazla.

    Hazal’ın odasına geçtiler. Oturup sohbet etmeye başladılar. Gözleri gülüyordu Hazal’ın, yeni bir hayata bakıyordu sanki ona bakarken. Daha yeni tanışmışlardı ama yanındayken güvende hissediyordu kendini. Başına geleceklerden habersizdi. Güzel günler yaşayacağını düşünerek gülümsüyordu. Elbet bir gün…

    (bkz: söykü dergisi sayı 19 çiçek)
    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.

    dzt: imla.
    3 ...
  17. yalnızlık fırtınası

    1.
  18. Rüyalarının başladığı yere, sahil kenarına gitti Frank. Her seferinde daha fazla uzağa atma gayreti içinde yuvarladı bütün taşları el üstünden. 5 metre, 10 metre, 20 metre uzağa attı. Her ulaştığı hedefte, daha ilerisini istedi. Zorlanmadan hedeflerine ulaşıyordu, sıradan bir bunalım içindeydi kuşkusuz. Uzaktan onu izleyen ihtiyar dayanamadı, yanına gitti Den Frank'ın.

    "Ne yapıyorsun evlat?" dedi ihtiyar Jean Rage. Frank tanımadığı bir yaşlıdan gelen bu soruyu şaşkınlıkla karşıladı. Kan bağından olanlar bile sokakta selam vermezdi nitekim, taşları fırlatmaya devam etti teker teker.
    "Hedeflediğim uzaklığa atıyorum bu taşları. Şimdi izle, 25 metre uzaklığa atacağım!"
    ihtiyar, Frank'ın isabetli atışını dikkatle izledikten sonra yanına sokuldu: "iyi de evlat, sen ulaşabileceğin yerleri hedefledikten sonra bu oyunun ne önemi var?" dedi ve bir süre dalga sesleri işgal etti kıyıyı, iki insanın sessizliğini bastırdı. Kıyıya vuran dalgalar sessizliği de alıp götürdü denizin en derinlerine bir süre sonra. Aynı kıyıya bir daha vurmamak üzere, buharlaşıp yağmur oldu sessizlik.

    ***

    Hiç gitmediği bir parkın, hiç gitmediği bir bankında oturuyordu genç adam. Hayatına dair düşüncelere dalıp, sabah uyanıveriyordu. Hiç gitmediği bir yerdi ancak nerede olduğunu biliyordu, detaylar kişiselleştirilmişti sadece. insan hiç gitmediği bir yerin, nerede olduğunu bilebilir miydi? Detaylar... insanlar gelişigüzel hayaller kurmaz bilirsiniz, içinizde bir miktar insanlık kaldıysa tabi. Çoğu zaman asıl olayın hayalini kuramadan, detayları düşünürken uykuya boğar kendini insan. Hayallerini bile en mükemmel şekilde yaratır, gerçeklik mükemmellikten uzaktır çünkü. Ve gariptir ki; hayallerinin detaylarıyla uğraşmaktan asıl olayı unutan insan, sabah uyandığında sadece rüyasında geçen olayın konusunu hatırlar, detayları değil. Frank da sıradan insanlardandı zaten. Onu diğerlerinden farklı kılacak bir özelliği yoktu, insan böyle bir şeye ihtiyaç da duymazdı kibirli değilse.

    Frank, sabah kahvaltısını yaptıktan sonra Pazar gününün keyfini çıkarmak istiyordu. Fakat haftanın tek yağışlı günü, onun tatil gününe denk gelmişti. Hayat ona zorluk çıkarmıyordu elbette, küçük bir tesadüf sadece. Şemsiyesini almadan çıktı dışarı. Yakışıklı bir adamdı Frank, saçlarının ıslanmasını dert etmezdi. Vakti yoktu böyle gereksiz uğraşlara. işinden başka düşüneceği ne olabilirdi ki? Hayali kadınlar ancak… Yalnız yaşayan bir insanın kazandığı paranın çoğunu bir kenara ayırması ne kadar da acı. insanın alacağı bir şeyi olmayınca paranın da bir önemi kalmıyor. Kalbi de seveceği bir insan bulamadıktan sonra gereksiz atıyormuş gibi, sevilmeyi hak eden bunca insan varken hem de.

    Sabah kahvaltısı için semtin en kalabalık pastanesine girdi. Uzun süre bakındıktan sonra boş bir yer bulabildi. Kahvaltı etmek için bile sıraya girecek sandı bir an kendisini. “insanlar çıldırmış olmalı. Evsizlerin mekanı sanki burası!” diye söylendi içinden. Ailesiyle, sevgilisiyle, arkadaşıyla ve çoğul ekleriyle gelenler, bir de bizim Frank vardı işte. Garip geldi ona, aynı evi paylaştığı halde işlerinden ötürü birbirlerini zor gören insanların, Pazar kahvaltısını evlerinde yapmamaları. Frank ise yalnız yaşıyordu, garip. Yalnızları oynamak ve gerçek yalnızlık arasındaki farkı anlamak için, insanların dudaklarına kulak vermek yeterlidir. Yalnızlığından şikayet eden bir insan, kalabalık içinde kaybolan bir zavallıdır. Yalnızlığıyla oturdu masaya içi dışı bir insan. Kahvaltı menüsünü sipariş etti, sınırsız çayı ile birlikte. Öyle bir kaos fırtınası vardı ki insanların bağırış çağırışlarında, bir an kendisini dünyanın tek yalnızıymış gibi hissetti. Yanıldığının farkındaydı aslında; ama bunu birazdan anlayacaktı.

    ***

    Pastanenin kapısı açıldı, içeriye sessizlik düştü önce, yağmur damlalarıyla. Bir kolunda çantası, bir kolunda şemsiyesi ile Adela Heaven, boş bir yer aradı kendine. Frank biraz bekledikten sonra garsonu yanına çağırıp Adela’yı gösterdi. Adela durumun farkına vardı Frank’ın bakışlarından. Garsona gerek kalmadı, oturmak için müsaade istedi: “Rica ederim, buyurun.”

    Sıcak çayını yudumladı Heaven, kitabını okumaya başladı. Frank ise şaşkın bir şekilde izliyordu onu. Genç kızın saçlarından yağmur suları süzüldü. Sessizlik bozuldu sonra: “izin verirseniz gidiyorum.” dedi Frank, gözleriyle onayladı kız. Hesabı ödedikten sonra kızın sandalyesinin arkasında asılı olan şemsiyeyi aldı ve dışarı çıktı. Sessizlik çökmeden ruhuna, şemsiyeyi açarak uzaklaştı oradan. Heaven kitabını bitirip hesabı ödedi, şemsiyesine bakındı, göremedi. Pastane görevlilerini meşgul etti uzunca bir süre bu durumdan dolayı. Ah şu kadınlar! Ne de meraklılar kullanmadıkları eşyalara amaçsız değerler biçmeye. Ruhsal sıkıntıları birilerini azarlayarak geçirmeye çalışıyorlar, hep de bir bahaneleri vardır. Eğer bir kadın, bir konuda haksızsa, susmak en iyi kaçıştır erkek için. Ve eğer bir kadın haklıysa, susacaktır. Kaçmayın, cehenneme kadar kovalar sizi. Bu yüzden Frank aldırış etmedi, konuşmayan bir kadından şikayet edecek değildi herhalde…

    ***

    Frank bir yandan denizi taşlıyor, bir yandan da Rage ile paslaşıyordu.
    “Siz ihtiyarların nasihat verme çabası ne zaman bitecek acaba?”
    “Bunun cevabını yaşlandığında sen anlatırsın.”
    “Anlatacak bir insan bulabilirsem tabi.”
    “Ben seni kendim yaratmadım ya evlat! Bak, konuşuyoruz işte. insanlardan kaçmaktan vazgeç artık.”
    “insanlardan kaçmayı değil, yalnızlığın kıymetini bilmeyi seviyorum sadece.”
    “Yalnızlıktan anladığın şey denize taş atmak mı? Güldürme beni evlat. Haydi bir farklılık yap da, suyun üstünde sektir şu taşı. Bir görelim marifetli misin değil misin hehe.”

    ***

    Esnedi Frank. Uyku sersemi bir şekilde evin içinde dolaştı. Yüzünü yıkadıktan sonra yatağına geri döndü, alarmını 1 saat sonraya kurdu. Tekrar uyudu.
    insan hiç gitmediği bir yerin, nerede olduğunu bilebilir miydi?

    (bkz: söykü dergisi sayı 18 taş)
    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.

    dzt: imla.
    2 ...
  19. uludağ sözlük eski tayfa

    1.
  20. kalemin özgürlük saltanatı

    1.
  21. resimler; sıradan bir hayatın, abartılarak sahnelenmesi gibidir. iyi resim çizememe sebebim bu olsa gerek. yapabildiğimle mutluyum, yapamadıklarım hayatıma dahil değil. hayattaki tek meziyeti yaşamak olan insanlar arasında yer almadığım sürece, mutlu olabilirim, inancım bu. ucu sivrilmiş bir kalem, tükenene kadar binlerce hayat kurtarabilir; sahibi hariç. iyi satranç oynadığımı söyleyemem, ama oyuna her zaman piyon ile başlayanlardanım ben de. hayata dair ne varsa, bizzat hayatın içinden öğrenmek gerekir aslında.

    ***

    mutluluğun olmadığı bir özgürlükten bahsedebiliriz ama özgürlüğün olmadığı mutluluğu hayal edemeyiz. musluğundan su akmayan yurtta, su içme özgürlüğü varken; her yıl tonlarca metreküp yağmur düşen ülkelerde, susuzluktan ölen insanların hikayesini yazarken kırıldı kalemimin ucu. kömürü parmağıma bulaştı. yıkadım, geçti. zihnim durulansın diye bir bardak su içtim. silgiye gitti elim, karalamayı tercih ettim. yırtıp attım en sonunda; böceklerin kaynaştığı, kuşların dallarında ötüştüğü ağaçlardan yaratılan; silik bir kağıt parçasını. bir umut verdim kağıt parçasına; geri dönüşüme gitme umudu, sadece buruşturulmuş kağıtların olduğu kutuya atarak onu. soda şişelerimle aynı konteynıra gittiler günün sonunda. çöpleri karıştırdı 13-14 yaşlarındaki çocuk, topladı kağıtları ve kartonları, gecenin soğuğunda. yerleri kaplayan kar ve soğuk havanın etkisi ile oluşan buzun üstünde kayan çocuklar, aynı sokakta. hayatın en büyük cilvesi, şanslı doğmaktı belki de bu dünyada.

    "diğer insanların mutsuzlukları, mutluluğuma sebep olacak değil. mutluluğumun başka insanları mutsuz etmesini de istemem. mutsuzluğum size yansımasın yeter."
    diye düşünür müydü acaba elleri üşümüş çocuk, diye düşündüm. üşüdüm biraz sonra, kombinin derecesini arttırdım; geçti.

    hayatta en çok yapılması gerekileni yaptım; yeni bir sayfa açtım. kalemimin ucunu körelttim, idrak edemedi durumu kalem. tekrar sivriltip, kaleme tepki olarak doğan silginin varlığını hatırladım; buruşturup attığım kağıtlar el salladı çöp kutusundan. bir kibrit yakıp kutuya bıraktım, el salladım salonumun penceresinden görünen ormana. odama döndüm nefes nefese. ateş boşa gitmesin diye bir sigara yaktım, çektim ciğerlerime. bağrı yanık dostlara "merhaba" dedi külüstür pikap. plak döndü, döndü, durdu. frizbi gibi fırlattım pencereden dışarı. yepyeni bir cd taktım, yeniliğe karşıymış meğersem bizim pikap! sustu, konuşmadı. sokaktan geçen hurdacıya, 20 lira karşılığında atacağımı söyledim, kabul etti. attım pencereden aşağıya, paramı istedim. "satacağım"ı sanmış aptal hurdacı! vermedi paramı. hurda oldu pikap, ama almadı hurdacı. bilgisayarımdan "hoşçakal" isimli bir şarkı açtım, bir sigara daha yaktım. eski sevgilim geldi aklıma, tebessüm ettim sadece. hep gülerdi diye hatırlıyorum; belki de unutmuşumdur, kim bilir.

    ***

    aşık olup mutsuzluğa sürüklenen insanlara acıyorum. ama mutluluğu tercih ettikçe aşktan mahrum kalan insanları görmek de gülünç. aşıkken mutsuzluğa sürüklendiğim yolda, beni yukarı çeken, yine ben olmuştum. her akşam evinin önünden geçiyordum. her akşam odanın ışığı yanıyor mu diye bakıyordum gizlice. bazen yanıyordu, bazen yanmıyor. hiçbir anlamı yoktu, saçmaydı. bir gün yürürken, tercih yapmam gerekti. evinin önünden geçen yol, ve diğeri; diğer yolu tercih ettim. bu belki de, bir tercih değil, bir vazgeçişti. bir zamanlar yaptığım tercih ile mutluluk sebebi olan sen, şimdilerde mutsuzluktan vazgeçişimin sebebi; sen. sen hep aynıydın, ben artık tepeden bakıyorum gibi. insana uzak olunduğu kadar, gerçeğe yakın olunuyormuş meğer.

    hani olur da, bir gün sen gelirsen evde miyim diye kontrol etmeye; odamın ışığı yanıyor diye evdeyim sanma, kalbini bana açıp başkalarına gitmişliğini hatırlatmak istemem. üzülürsün belki, ağlarsın ya da. sevdiğinden değil, kaybettiğinin kıymetini anladığından elbet.
    bir sevdayı aramak için, bir sevdayı kaybetmek mi gerekir?
    birini hatırlamak için, birini unutmak mı gerekir?
    yaşadıklarımızı unutmadım diye, hala seni seviyorum mu sandın yoksa?
    susmak yüceltmedi seni, konuşsan alçalırdın belki. susmaya devam ettiğin sürece ve ben uzaktan izledikçe olan biteni, daha fazla gülümsüyorum. mutluluk, bir kar tanesiydi. hayatına yağmaya başladı birden, vücudunda eridi. hasta etti seni, yok oldu gitti. ben baharda geldim ilk yağmur damlasıyla, saçlarından alnına aktım bir öpücük gibi. gözlerini ıslatmadan dudaklarına süzüldüm, bir tebessüm oldum kaldım orada. gözlerin kapandı, güneş doğdu, sabah oldu, biz battık. mutluluk, bir kar tanesiydi, sen yanlışına denk gelmiştin. bize gelecek olursak; ya ben erken düştüm hayatına ya da sen adımını geç attın.
    biz battık, günaydın.

    ***

    gün doğdu, hep uyandık. "bugün de uyandık be!"
    köşedeki bakkaldan taze ekmeğimi alıp kahvaltımı hazırladım. kahvaltı yaparken bir yandan da sabah haberlerine bakıyordum: "batı afrika'da açlık sürüyor." bıçağımı bala bandırıp, zeminini tereyağı ile hazırladığım kızarmış ekmeğime sürdüm. sürerken koluma damladı, hayatı yaşanılmaz kılan bir detay! ıslak mendille sildim, geçti. kahvaltımı bitirip bilgisayar başına geçtim ve afrika'daki açlıkla ilgili 122 karakterli ama bir o kadar da karaktersiz bir tweet attım. 4 kişi rt etti. kimler rt etmiş diye baktım: dün takıldığımız çocuklar. maç izleyip ıslak hamburgerleri löpür löpür götürmüştük, sıradan bir dündü. dünlerim hep sıradan olmuştur, bütün yenilikleri yarına bırakırım, her bugün.

    kitabımı yazmayı da yarına bıraktım. yarın bana döndü: "bugünün işini bana bırakma!" dedi. sustum. "yarın da sıradan olacak" diye düşündüm. yarın iki nokta daha koymak şartıyla, bugün; bir nokta koydum öyküye.

    ***

    (bkz: söykü dergisi sayı 17 kalem)

    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.
    1 ...
  22. aşk vızıltıları

    1.
  23. bugün de öldürmedim bu kadını, sevgililer günü hediyem olsun. pırlantalar, çiçekler, sevgi sözcükleri filan mı saçsaydım? hayatını bağışladım ona. bu kadının yaşadığı her gün ben ölüyorum. ben mi intihar ediyorum, o mu cinayet işliyor; anlayamıyorum...bir sus be kadın! senden 3. kişi olarak bahsettim farkındaysan, o derece tiksiniyorum senden. üçüncü kişiliksiz şahıs!

    ---aşk vızıltıları---

    - anlaşamıyoruz!
    + evet! en son aynı fikre sahip olduğumuzda...aslında en büyük hatamızı yapmışız; evlenmişiz!
    - ah dilim tutulsaydı da evet demeseydim...bırakıp gitseydim seni!
    + keşke o havai fişekler götünde patlasaydı! ama nerdeee bütün masraflar benim götümde patladı.
    - ne biçim konuşuyorsun murat? sen böyle biri değildin, nasıl bu kadar değişebildin?
    + sen de bu kadar çirkin değildin! insan bir kere bile mi makyajsız dolaşmaz arkadaş ya. evlenmeden önce bir gece beraber uyusaydık görürdüm gerçek yüzünü de hep karşı çıktın. ben de başka bir şey var sanıyordum. halbuki bülent ersoy'un erkek haliymişsin pehehey.
    - seni tanıyamıyorum artık.
    + beni bu hale siz getirdiniz kızım. sen, ayşe, fatma, hayriye...
    - bakıyorum da a'dan z'ye liste yapmışsın lazım olur diye.
    + kulağınla dinliyorsun götünle anlıyorsun. hiç mi beyin yok kızım sende?
    - annemin evine gidiyorum ben!
    + striptiz kulübüne gidecek halin yok ya tabi hahahah! ya ananın evine gideceksin ya da...
    - sus artık! senin gibi bir öküzle evlendiğime inanamıyorum. evlenmeden önce doktor raporunu niye kontrol etmedim ki, belli olurdu o zaman insan değil de öküz olduğun!
    + hee. evlenmeden önce "romantik, deli şey, seni hınzır, ayy uyuz" evlendikten sonra öküz! sanki kendisi fabrikada düzenli bir ayarla sabitlenmiş de gelmiş bana çatıyor. kızım senin 2 haftalık hayatında 300 tane farklı duygu travman var. ben ne yapayım! çikolata sıçacaksın lan yakında. çocuk yapsak, siyahi olacak!
    - seni aldattığımı zannedersin tabi hemen.
    + yok amına koyim, içeride badanacı var sanıcam!

    ---duvara karşı---

    kısaca meme; murat ile merve. bu konuşmalar, bu mektuplar...anlam veremediğim cümleler, kavgalar, mutluluklar vardı bu evde. şahit oldum teker teker. insan hayatlarının arasına girip en az bir kişinin memnuniyet duyabileceği bir engel yaratırım. kimi zaman bir aşkı saklıyorum içimde; mutluluğu hissederim haykırışlarda, gözlerde, yatakta, yakılmış her sigara dumanında. çoğu zaman da ölüyorum; ruhsuzken cinayeti, soğukken intiharı görüyorum, kilitli kapılar ardında.

    bugün sıradan kavgalardan biri daha yaşandı yine, sanırım. belki de tiyatro çalışıyorlardı. bilmiyorum, sırf heyecan olsun diye, gülebilmek için biraz, şakalaşmış da olabilirler. izlemekten keyif aldığımı söylemeden edemeyeceğim. duvarım ben duvar! kan sıçratmayın yeter, yeniden boyanmak istemiyorum!

    ---çokkonuşkanlıeşyalar---

    t: izlemeyecekseniz kapatın ya! bana acımıyorsunuz bari boşa giden elektriğe acıyın.
    a: lüzumsuzsam söndürün beni. bulunmadığınız odanın ışığını neden açık bırakıyorsunuz?
    k: al işte kırdın kırdın! pilim çıktı kocakafa! beni atınca bitti mi kavga, nasıl kanal değiştireceksin şimdi?
    h: şu köpeği alın şuradan ya, yine üstüme işedi.
    b: belki de işeyeceği yere serilmişsindir?
    h: bu da adı bilgisayar diye kendini filozof sanıyor.
    p: asın artık beni! kırış kırış olacağım!
    b: kaçın kaçın! asılmayı bekleyen perde var.
    t: kesin bu perde yüzünden kavga ediyorlardır!
    k: sahi neden kavga ediyor bunlar?

    ---meme yapan güven duygusu---

    iki insan aynı evde yaşamaya başladı diye anlaşmazlıklar ortaya çıkmaz. bir insan dağınık yaşıyorsa, bunu evlenmeden de anlayabilirsiniz. sahi neden kavga ediyor bunlar? murat neden mektup yazıyor aynı evde yaşadığı insana? eşyalar bile neden bu kadar gergin? duvar nasıl bu kadar acımasız?

    birbirini seven iki insan, sadece mutluluğa odaklanır. "ben onu bu haliyle sevdim" gibi yalanlarla, çok da itici bulunan özellikleri görmezden gelirler. insanlar kavga etmek için her zaman tetiktedirler. nedendir bilinmez; en sevilen insana serpiştirilen bir tokat, yabancılara karşı gösterilen hoşgörü kadar samimiyetsizdir. aldatıldığında bile kavga çıkaran deliler vardır şu dünyada. aldatan suçlu ve aldatılan masumsa eğer, neden ilk giden masum değil de suçlu? yokmuş gibi davranmayacaksın, yok edeceksin gözlerinde. açıklama beklerler bir de utanmadan, kendini kandıranların hikayesidir bu. varlığında bile acı çektiren bir insanın, yokluğunda da acı çekmek; mutluluğu unutmuş insanların hobisidir.

    şüphesiz meme, sütyeni olup da takmayan bir çiftti. çiftti, tekti derken kimin yatağın sol tarafında yatacağına karar vermek ucuzcaydı. 50 kuruş, verilecek kararı kolaylaştırmıştı. bahisler açıldı: merve "yazı" dedi, murat "tura"ya razı oldu. evin en az konuşanı ama fazlasıyla geveze papağanı "dik" dedi. duvar bunu duyunca "git kendini sik" dedi kendince, ama kimse duymadı. "parayı kim atacak?" diye sordu evin filozof bilgisayarı. meme onu duymadı. merve'nin ampülü yandı birdenbire, kimse dokunmadığı halde. "parayı kim atacak?" diye sordu çok önemliymiş gibi. televizyonda e2 açıktı, southpark saatiydi. tam da vaktiymiş gibi oluştu evde bir southpark sessizliği. birden patlama sesi duyuldu. eşyalar evin kullanılmayan odasına kaçtı, bomba patlayınca köpek kovalıyormuş gibi kaçan insanları taklit edercesine. "murat sordu soruyu, soktu boruyu!" diye düşündü duvar, papağan başını götüne soktu korkudan. "sen bana güvenmiyor musun?" ile başladı dünyanın en gereksiz ama en çok kurulan diyaloğu. akrep ile yelkovan 1 kez üst üste geldi kavga başladıktan sonra. eşyalar geri geldi "bomba karantinaya alındı nasıl olsa" düşüncesiyle. televizyon sinirlendi bu sefer: "izlemeyecekseniz kapatın ya! bana acımıyorsunuz bari boşa giden elektriğe acıyın."

    ---son perde---

    - o kapıdan çıkıp gidebileceğini mi zannediyorsun?
    + evet!
    - söylenildiği kadar kolay değil, sen de gayet iyi biliyorsun.
    + ne oldu birdenbire, eski efendi haline döndün?
    - bir anlık sinirle oldu her şey, özür dilerim.
    + dileme özür filan! ben seni unuttum bile, kapıdan çıksam da çıkmasam da değişmeyecek!
    - "Seni unuttum" diyebilmen için, gözlerime bakabilmeyi öğrenmelisin önce.
    + sus artık. duygusal halin böyle durumlarda hiç mi hiç çekilmiyor!
    - bu bizim ilk kavgamızdı.
    + ve de son! gidiyorum ben.
    - o kapıdan çıkıp gidersen eğer...
    + eee? ne yaparsın öldürür müsün. tehdit mi edeceksin bir de!
    - evet. o kapıdan çıkıp gidersen eğer, seni daha çok severim.
    + birazcık sevsen yeterdi.
    - ya hiç sevmiyordum zaten, daha çok seversem de hiç sevmemiş olurum heheheh
    + keşke sobalı evde yaşasaydık, yakacak sorunumuz olmazdı sayende! odun!
    - hadi gel tanışalım tekrar. ben murat.
    + koyim de tur at hahahah
    - ilkokul mezunusun herhalde?
    + evet, adım merve.

    ---sev-giller günü---

    madeni paranın yazısı turası kadar uzak değillerdi en azından. neden kavga ettiğini bilmeyen bir çiftin "neden kavga ettiğini" anlamaya çalışmak, kavga etmek kadar aptalcaydı. kusursuz insan olmadığı gibi, kusursuz kadın da yoktur; sadece, çikolata almayı unutan erkek vardır.

    mektup mu? sevgililer gününde ulaştırılmak üzere 1 hafta önceden postaya verilmişti. 4 gün kaldı geriye; doya doya sevişilecek.
    sevgililer dününde buluşmak üzere!

    (bkz: söykü dergisi sayı 16 kapı)

    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.
    0 ...
  24. beyaz suçlu

    1.
  25. ------i------

    kan renk verdi beyaza. çığlıklar kirletti sessizliği. parmak izleri yalancı, görenler önyargılı. suçlu, hiç bu kadar masum olmamıştı. iki kelime kurtaracaktı iki hayatı. hareketsizce yatan genç kızdan ve elinde kanlı bıçak olan genç adamdan başkası yoktu sokakta. ya cinayetti, ya intihar. aslında her ikisi de. çığlık sesleriyle yandı tüm lambalar, camlara doluştu insanlar. ambulanstan önce polis geldi olay yerine. ne taksi, ne ambulans. ilk önce polisi aradı camdakiler...

    ------ii------

    yarın 21 aralık.
    kıyamet kopmayacak. kopacağını kim iddia etti ki zaten? sen kıyamet olsan kopar mısın allasen?
    benim için sıradan bir gün, mayalara göre yeni bir başlangıç.

    yarını bilmem ama dün ölenler oldu, bir yerlerde. cinayet değildi, intihar... belki de. zaten bir insan ya cinayete kurban gider ya da intihar eder. her cinayette sırıtan bir azrail bulabilirsiniz. azrail, bazı zamanlar insanın ta kendisidir. bu nedenle her ölüm aslında bir cinayettir, buna intihar da dahil. ölüm gibi ciddi bir konuda bile, ölüm üzerinden menfaat sağlayanlar var: parlamento sakinleri. ah bu politikacılar yok mu! keşke olmasalar. onlara göre ölümün her zaman farklı bir tanımı vardır. oysa ki 'insan'ın ölmesi, telafi edilemeyecek ve tanımlanamayacak bir acı. mesleğini sağlıksız koşullarda icra ederken ölene iş kazası... protesto yaparken ölene terörist... faili meçhulları araştıran gazetecinin ani ölümüne tesadüf... madencilerin ölümüne kader... aslında hepsi birer cinayet; sadece azrail'in dokunulmazlığı var o kadar. ölüm ile ilgili şaka yapmak hiç de komik değil; ama bana "ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?" diye sorsalar, cevabım: "başbakanın bıyıkları" olurdu.

    ------iii------

    her yer bembeyazdı, lapa lapa kar yağıyordu. düğünden dönen bir gelin olsaydı bu sokakta, varlığını ispatlamak zor olurdu. her kara basışımda çıkan 'gacır gucur' seslerini özlediğimden olsa gerek, sokağa çıkıverdim bir anda. gece 2.30 gibiydi. öyle bir sessizlik hakimdi ki sokakta; insan kendini sağır zannedebilirdi. sokak lambalarının yaydığı ışık ile resmi çizilemeyecek bir sakinlik vardı, 15 dakika sonraya kadar. 35-40 yaşlarında, saçlarına karışan kirli sakallarıyla bir seri katili andıran adamın ayakkabıları bozuyordu sessizliğimi. sürekli arkasını kolluyordu, bir tehdit altındaymışçasına. şüpheci ve dikkat çekiciydi. göz altları çökmüş, bıyıkları sarılaşmıştı. üstünde bir kaban vardı, içinden her türlü kesici alet çıkabilme ihtimali olan. 4-5 adım önünden yürüyen genç kız ise tedirgin bir şekilde adımlarını seri olarak atıyordu. koşarak kaçmak istiyordu aslında. bu saatte yalnız başına ne işi var burada diye düşünürken, benimle aynı sokakta, aynı saatte yürüdüğünü fark ettim. ben arkada olan olduğum için daha şanslıydım sadece, daha doğrusu dışarıdan görülen buydu. ikisi de korkuyordu, çünkü ikisi de varlığımdan haberdardı. kız her arkasını döndüğünde ona baktığımı fark etti, ben de öyle. renkli gözleri, ince kaşları, gülümsemenin yakışacağı dudakları ve mutluluk rüzgarı ile uçuşmayı bekleyen saçları vardı. aşk, onun o an durup beni beklemesiydi, o an. bay kirli sakal, adımlarını hızlandırdı, ben de öyle. genç kız aynı tempodaydı, bir şeyler olacağının farkındaydık hepimiz. kız koşmaya başladı, sonra kirli sakal, sonra ben.

    ------iv------

    elimde bıçak, olan bitenin şaşkınlığını yaşıyorken, evlerin lambaları yanmaya başladı teker teker. olaydan 5 dakika sonra polis, polisten 15 dakika sonra da ambulans geldi. sokak sakinleri hızlıydı, bıçaklanmış bir insan görüldüğünde aranması gerekilen ilk yer polis karakoluydu tabi ki! polisin gelmesiyle insanlar sokağa inmeye başladı. görmedikleri bir olaya şahit olmak için can atıyorlardı adeta. görgü! tanıklarının 15 saniyelik ifadeleri doğrultusunda göz altına alınmam için karakola doğru yola çıktık. bu sırada bay kirli sakal da oradaydı, polise ifade veriyordu. genç kızı ise en son saplanmış bıçağı çıkarırken gördüm.
    komiser olayı anlatmamı istedi, ben de anlattım:

    -biraz yürümek için dışarı çıktım ve orta yaşlarda bir adamın o genç kızı takip ettiğini fark ettim. 2-3 dakika sonra kız koşmaya başladı, adam da peşinden gitti ve yakaladı. bıçağı kalbine doğru sapladı, sonra koşarak kaçtı. ben de hemen koşup bıçağı çıkardım. kızın çığlıklarına uyanan insanlar da sizi aramış olsa gerek.

    komiser ise olayı çözümlemeye başlamıştı, kendince:

    -bıçaklayan adam seni gördü mü?
    +evet. sürekli arkasına bakıyordu, kız da gördü beni.
    -peki senin gördüğünü bildiği halde neden yaptı?
    +bilemiyorum.
    -dönüp senin de işini bitirmesi gerekmez miydi? daha iyi yalanlar bulman gerekiyor genç adam. sen birini bıçaklasan, bıçağı olay yerinde mi bırakırsın?
    +hayır.
    -bıçakta parmak izin var, giysilerinde kızın kanları. sokakta yaşayanlar senden başkasını görmemiş. ve sen bu işten sıyrılabileceğini mi düşünüyorsun?
    +siz kızın durumundan haberdar mısınız? ölmüş mü?
    -neden bu kadar heveslisin?
    +ölmediyse bunu yapanın kim olduğunu söyleyecektir.
    -üzgünüm, bunun cevabını biz yazacağız. kız öldü.

    ------v------

    bay kirli sakal bıçağı sapladıktan hemen sonra en yakın eve girip saklanmıştı. o evin en yakın olması tesadüf değildi, planlanmıştı. 2 katlı müstakil evin tek yaşayanı olan bay kirli sakal, polisler geldikten hemen sonra olay yerine çıkmış, komşularıyla aynı ifadeyi vermişti: "çığlık sesine uyandım."

    her şey sıcağı sıcağına gelişmiş, sabah saatlerinde mahkemeye çıkarılmıştım. bana sorulmadan ayarlanmış bir avukat, önündeki delillerle cezamı vermeye hazırlanan bir hakim vardı. savunmamı yaptım ve cinayet hükmü yedim. bunun üstüne bir de mahkeme çıkışı genç kızın acılı ailesinin nefretini hissettim. "ben yapmadım" diye söylensem de, bu onlar için hiçbir anlam ifade etmiyordu. aksine inanmıyorlardı, inansalar bile kızları geri gelmeyecekti. halkın gözünde kadın düşmanı ilan edilmiştim. oysa ki ben sadece, biraz yürümek istemiştim.

    -------------

    ben çocukken kar yağdığında herkes mutluydu; ya biz mutsuzluğu bilmiyorduk çocukken, ya da o zamanların büyükleri de en az bizim kadar çocuktu. artık büyüdük ve adalet ve yargı gibi kelimelerin ne kadar anlamsız ve içi boş olduğunu öğrendik. adalet güçlü olanın, yargı ise konuşturmama hakkına sahip olanın tekelindedir. albert camus'nün de dediği gibi:
    "hiç kimsenin masum olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz, oysa herkesin suçlu olduğunu kesinlikle onaylayabiliriz. her insan başkalarının suçuna tanıklık eder."

    (bkz: söykü dergisi sayı 14 kar)

    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.
    2 ...
  26. sindirilmiş kaos

    1.
  27. -hayatında hiç yer edinmemişim gibi davranıyorsun.
    +yer edindiğini de nereden çıkardın. her yaşadığımızı ileride hatırlayacak kadar aptal olamayız herhalde?
    -sen hatırlamak istemiyor olabilirsin ama ben, beni unutacaksın diye vakit geçirmedim seninle.
    +unutulma ihtimalini hiç mi düşünmedin?
    -düşünmem gerektiğini düşünmedim...

    ***

    'insanlara yukarıdan bakıyorsun' demek değil ki bu. denizlerin sonunu görebiliyorsun, dağların ötesini, güneşin aydınlattığı ve gölgede bıraktığı yerleri, insanları kaosa sokan trafiği, diğerlerinden daha çok meşgulmüş gibi davranan kırmızı ışık insanlarını, istiklal'de yürüyüş yapan duyarlı ama pek de bilgisiz kalabalığı... tanrı gibi değil, bir kuş gibi. bazen ilk defa, bazen de ilk defaların alışkanlığa dönüştüğü kadarını görebiliyorsun. işte ben, bu lanet dünyadan sadece iki kanatla kaçabilen ve hayatın saçmalıklarını gülerek izlemek için 1 dakikaya ihtiyacı olan kuşlara baktığım gibi bakıyorum ona; kıskanç ve ölümlü. sanki her an kanatlanıp uçacakmış gibi özgürlüklere. bana da, bırakacağı tüyleri toplayarak ağlamak kalacak sadece. ah ne kadar sıradan, iki yanak götüm kadar da boktan!

    hayvanların aile kurmaya ihtiyacı yok, sevmeye, eğlenmeye, saklanmaya, korkmaya-korkutmaya... hakları yok demiyorum, ihtiyaçları yok. sadece avlanarak ve dinlenerek de yaşayabiliyorlar. biraz önce saydıklarımı yapmasalar isyan ederler mi? eksikliğini bile hissetmezler. peki ya insanlar... sadece yemek yiyerek ve uyuyarak geçirecekleri bir hayat sunsan ve çalışmalarına gerek olmadığını söylesen hemen çıldırırlar. düşünmek, o kadar da iyi bir şey olmasa gerek. bir insan kaybetme ihtimalini gördüğü halde neden bağlanır başka bir insana? korkumuzla yüzleşeceğimizi bildiğimiz halde saklanırız. acı çekeriz, ağlarız, sonra eğleniriz. sonra yine ağlarız. bir insana desen ki: "1 ay mutlu olacaksın, 5 ay acısını çekeceksin" kabul eder mi sence? o kadar da aptal değil insanoğlu. planlı mutsuzlukları kabul etmeyiz ama mutsuzluk olasılığını bile bile aşık olabiliriz. yani şunu demek istiyorum: yaşadığımız evi güçlendirmek yerine, depremin ne kadar hasar bırakacağını görmek isteriz. belki de göremeyiz. şunu da eklemek isterim ki dostum: bir ay boyunca her gün, 1 asker ölürse kimse önemsemez. ama bir günde 30 asker ölürse kaos olur. tabi bunların olduğu yerde her gün kaos yaşanmıyorsa. sonuçta alışkanlıklar yeniliklerin tekrarlanmasıyla meydana gelir.

    ***

    daldan dala atladığımın farkına varmışsındır, aşk insanın saçmalamasına imkan veriyor. saçmalamak derken, söylediklerimin doğru olmadığını ima etmiyorum. bir ülke düşün; yüksek eğitim alan insanları işsiz, eğitim alamayanları şehit, işçisi yoksul, suçluları özgür, özgürlük isteyenleri ise suçlu. ne kadar saçma geliyor kulağa değil mi, peki böyle olmadığını söyleyebilir misin? düşünme boş yere, iyi bir şey değil demiştim.

    ne diyordum? aşk... evet. çikolata gibi biraz, kare bitter. sana, yaşadığını hayal ettireceğim güzel insan. buzdolabını açıp, yumurta rafında çikolata paketi görüyorsun. -neden şaşırdın, dondurma kabında reçelin olmadı mı hiç?- paketten bir parça koparıp dolabın kapağını kapatıyorsun ve odana doğru dönerken... dur! gidemiyorsun tabi, bir parça daha yiyesin geliyor. yiyorsun tabi... işte sen ve ben gibi ayrılıyor insanlar da tam burada. sen bunu yaptıkça şişko kalmaya devam edeceksin, benim gibiler ise muhtaç olduğu halde kilo alamayacak. bünye meselesi diyelim biz buna. işte aşk da böyle; güzel bir buluşmanın sonunda, vedalaştıktan sonra, insan dönüp bakar arkasına: "bir daha sarılalım!" aşık olan insan bunu yapmasa: "keşke bir kere daha sarılsaydım" diyor, sevdiğiyle uzun süre görüşemeyeceğini düşünerek, pişman oluyor; yaptığında ise ona sarılmayı özlüyor. inan bana, insan bazen birilerine sarılmayı özlüyor.

    sen şişko kalıp acı çekmeye devam edeceksin koca adam, ben ise her zaman çikolata yiyebileceğim! sanıyor musun ki hep böyleydim. çok acı çektim, mutsuz yaşadım. bir zaman sonra mutsuzluğun saçma olduğunu anladım. güven bana, tamamen tercih meselesi. yokluğunu fark etmeyenlerin varlığını kabul ettiğin sürece, mutsuzluktan söz etmek aptallıktır. itiraz etme lütfen, bunu anlayabilmen için çok fazla acı çekmene gerek yok. mutlu olabilmek için çok fazla seçeneğin var, mutsuzluk içinse kendi kuruntuların. yani gökten 99 kişiye elma, sana da armut düştüğünü düşün. "neden bana armut?" diyecek kadar aptal olmamalısın. bırak da "neden buna armut, bize elma?" desinler. mutsuzluk için bir sebep söylesene bana, aşk acısı ve ölüm dışında. bugünü yaşayabilmiş olmanın ve yarına umutla bakabilme ihtimalinin mutluluğu yerine, dünde kalan acıları hatırlayıp üzülmenin nasıl bir izahı olabilir ki? ben tercihimi, onun bana yarın gelebilme ihtimalinden yana kullandım. onun, bir isme sahip olmasına gerek yok. ben mutlu olduğum sürece değişebilmeli, anlıyor musun?

    ***

    -başlarken beraber karar alıyoruz ama nasıl oluyor da tek başına bitirebiliyorsun!
    +bana aşık olduğunu söyleyen sendin, bunu söylerken benden izin mi aldın da gitmeme engel olmaya kalkıyorsun.
    -bana karşılık vermek zorunda değildin.
    +denemeye değerdi.
    -ben deneme tahtası değilim! bir şey hissetmiyorsan başlamamalıydın.
    +hani başlarken beraber karar almıştık?
    -bana karşı boş değilsin diye düşünmüştüm.
    +hayat defterimde boş bir sayfayı işgal edebilecek kadar doluyum sana.
    -hayatında hiç yer edinmemişim gibi davranıyorsun.
    +yer edindiğini de nereden çıkardın. her yaşadığımızı ileride hatırlayacak kadar aptal olamayız herhalde?
    -sen hatırlamak istemiyor olabilirsin ama ben, beni unutacaksın diye vakit geçirmedim seninle.
    +unutulma ihtimalini hiç mi düşünmedin?
    -düşünmem gerektiğini düşünmedim...

    ***

    hiç konuşmadan, muhabbet kuşları gibi, çift olsak. ikimizin duyacağı bir frekansta sessiz kalsak, sabaha kadar. sevinç çığlıklarımıza tercih ederim yalnızlığımızı. güneş aydınlığı fısıldarken gökyüzüne, onu izleyerek uyanmak her şeye rağmen... her şeye değer. -evet bence de, güzel şarkı olur. iyi para kazanacağımı mı düşünüyorsun bu işten? yanılıyorsun, ticaretin olduğu yerde samimiyet pahalılaşır.- insan sevdiğinin yanında uyanmalı, bu duygu paha biçilemez. bir ilişkinin, aşkın... adını ne koymak istersen koy, en ufak hoşlantının bile başında ya da sonunda, acı çektiği için isyan etmemeli insan. acıyı tatmadan, mutluluğun kıymetini anlayamayız. kıymet bilmenin yanı sıra; bedelini ödemeden mutluluğu hissetmek, hiç kimsenin hakkı değil.

    sadece kendi bildiklerini doğru kabul eden, gösteriş budalası sevgi şaklabanları vardır. "böyle aşığım, şöyle çok seviyorum" diyenler... bunların hemen karşısında da "böyle acı çektim, şöyle ağladım" maymunları vardır. bunlar daha tehlikelidir; yudum ilgi görsünler başlarlar "böyle aşığım, şöyle çok seviyorum" demeye. "ticaretin olduğu yerde samimiyet pahalılaşır" demiştim; işte bu şaklabanlar ve maymunlar, aşk pezevenkleridirler. samimiyet onlar için satın alınabilir olur, kıyafet satan mağazalardaki, satış elemanlarınınkiler gibi. kıyafet demişken, çoğu kadının aşktan ne anladığını anlatabilirim sana. alışveriş, kararsızlık, rekabet. kadın mağazaya girer, elbise beğenir, fiyatına bakar; almaz. yan mağazaya girer, elbise beğenir, fiyatına bakar, almaz. gecenin gündüzü takip ettiği gibi devam eder bu süreç. ta ki; yanındaki insanın sabrı bitene ya da eve dönüş saati yaklaşana kadar. en iyisini ve en dikkat çekenini ararlar, bulamazlar; çünkü, bütün kadınların aradığı şey bu olduğu için rekabet asla ve asla bitmez. beğenilenlerden 'herhangi' biri alınır, -süresi belli olmamakla birlikte- eskiyene kadar giyinilir... elbise kelimesi geçen yerleri "erkek" ile değiştirdiğin zaman, bu döngüye sadece kadınlar itiraz eder; ezilen taraf erkekler olmasına rağmen. gülümsediğinin farkındayım, sanırım biz; kadınları anlamıyoruz.

    ***

    -gidiyorsun yani?
    +yanıldığın bir şey var, ben hiç gelmedim sana. gelen sendin, geldiğin için de kaçmadım. o yüzden bir yere gittiğim yok. yaşananların tadını çıkardım, tadımız kaçmaya başladı artık, o yüzden sen gitsen iyi olacak.
    -senin de yanılabileceğini hiç düşünmedin mi?
    +yanılıyor muyum?
    -ben sana geldiğimde... neyse, siktir et. dilimi daha zevkli işler için kullanabilirim.

    ***

    isimler, hatıralar, sözler... hepsi gelip geçicidir, akılda yer edinirler sadece. önemli olan, kalpteki yerlerini kime bıraktıklarıdır. anlamamız gereken bu. acı ve mutsuzluk kendi kuruntularımız, düşünmemiz gereken insanı biz seçiyoruz. kalbine de yeri geldiğinde "sus!" demeyi öğrenmelisin. düşünmeyi ve ruhuna hükmetmeyi beceremiyorsan; organ nakli çok hayırlı bir iştir. en azından cami çıkışlarındaki kutulara para atarak din tüccarlarının karınlarını doyurmak yerine, bir insana hayat kazandırabilirsin. dünyada başkaları acı çekmiyormuş gibi davranan insanlar, mutluluğu hak etmiyorlar.

    (bkz: söykü dergisi sayı 13 kuş)

    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.
    3 ...
  28. şah ve ölüm

    1.
  29. güneşin odayı aydınlatmasıyla kapı açıldı. yatağın üstünde bırakılan mektup, geride kalanlara değil de odaya ilk girene yazılmış gibiydi. "Çaresizlikten değil, amaçsızlıktan. Mutluluk hep içimdeydi, ruhuma kimse erişemedi. Bu sana göre bir son, ruhum özgür kalacak ilk defa." Açık kalan camdan esen hafif rüzgar, okunan son kitabın sayfalarını çeviriyordu. tahta gıcırtıları, asılı duran ölü bedenin sessizliğine eşlik ediyordu. Ayağından kayıp giden bir tabure değil, satranç tahtasıydı. Son hamlesini yapmıştı Deniz, ölüm onun oyunu bilinçli kaybetmesinden ibaretti. Şahını ileri sürüp, oyunun bitmesini bekledi.

    ***

    yalnız geçireceğim günlerin ilki; bugün. insan, hayatı boyunca kendine yaşam eşi arar ama yalnızlık derindedir. ben bunun bilinciyle yaşıyorum uzun süredir. 'pişmanlıklarım ve keşkelerim var' demeyeceğim, onlar olmasaydı bugünü anlayabilmek kolay olmayacaktı. diğer insanların sürekli bir arayış içerisinde olduğunu gördükçe, kendimi farklı hissediyorum. onsuz geçireceğim dakikaların nasıl olacağına dair hiçbir fikrim yok, anlamsız. ben mutlu olmayı istediğim sürece bana eşlik eden kişinin ne önemi olabilirdi ki? hiç yalnız kalmadığı için korkan paranoyak insanların hayat ticaretidir iki kişilik mutluluk. mutluluğu paylaşmak, benim ilişkilerde aradığım en ucuz romanın adıydı.

    ***

    Deniz, mutsuz değildi; eksik hissediyordu kendisini. ailesinin ve arkadaşlarının yönlendirmeleriyle geçirdi okul dönemini. aldığı tavsiyeleri önemsemiş, etrafındaki insanların görmek istedikleri gibi biri olmuştu. hiçbir zaman planı olmamıştı, dalgaların kıyıda bıraktığı izler kadar sürekliydi yaşam düzeni. zaman ilerledikçe yaşadığı ilişkiler ve etrafındaki insanlarla ilgili yaptığı gözlemler, onu gerçeklerle burun buruna getirmişti. bir fil kadar yavaş ve sabit hareket ediyordu, hedefinden uzaklaşmadan. acılarını kontrol edemiyordu ama önüne geçebiliyordu, huysuz bir atı yönlendirmek gibi. yaşam bir tecrübe kaynağıdır; Deniz ölesiye susamıştı tecrübeye, bugün başlayan doygunluk hissi, hiç bitmedi. ateş toplarıyla çevrili rüzgarlar, savunmasını hiçbir zaman yıpratmadı. şüphesiz tecrübeyi kale edinmişti kendisine, arkasına sığınıyordu.

    ayrılıklarının sebebiyle ilgilenmedi Deniz hiçbir zaman. Aynur'un gözlerini ve vücut dilini öylesine iyi tanıyordu ki; söylediklerinin gerçekliğini tartabiliyordu. her zaman şüpheciydi, bunun sebebi yaşadıklarıydı. şüphe, insanı her türlü hileye karşı koruyan bir vezir gibidir; kontrol edilemezse insanı delirtebilir. Deniz gözlerini Aynur'unkilerden bir saniye bile ayırmadan sordu: "Neden?" Soru Aynur'un beklediği yerden gelmişti, cevaplaması zor olmadı: "Seni sevmiyorum artık." Bu cevabın gerçek ya da yalan olduğunu ikisi de bilmiyordu, üstünde düşünmeye de gerek yoktu. Deniz, gözlerini gökyüzüne dikti ve bulutsuz havaya tanıklık etti. Ay sırıtıyordu günün ortasında, güneş ısıtıyordu içini Deniz'in. Aşk kontrol edilebilirdi onun için, hatta en sefil zevklere kurban edilebilirdi; çünkü aşkı tanımlayan evrensel bir düşünce yoktu. Aşk her insanda ayrı anlamlardadır. Piyondur aşk, yem edilir en umutsuz hayatlara. "Mutsuzluk devreye girdiğinde aklını kullanan insanlar üzüntüye şahitlik etmemişlerdir, kendine iyi bak" dedi ve evine döndü Deniz.

    Bir bardak su içip odasına çıktı, çatı katındaydı. 15 sayfa kalmıştı okuduğu kitabın bitmesine, sakince ve düşünerek okudu son satırları. Yere bıraktı kitabı yavaşça, yatağına uzandı. Vücudunu dinlendirdi ve pencereyi açıp derince hava çekti içine. Penceresinin hemen önünde büyüyen ağaçtaki kuşları dinledi ve görevlerini tamamladığını düşünerek oyun tahtasına yöneldi. Sonra, biri çıkıp da "Neden?" sorusunu sormasın diye bir şeyler yazdı okuduğu kitaptan yırttığı sayfaya ve oyun alanına geri döndü. Tuhaf bir gülümsemeyle sessizce veda etti: "Mutluluk isteğiyle!"

    not: tüm hakları "tanzamanitanyeri" adlı yazara aittir. izinsiz kullanılamaz.
    3 ...
  30. hayatın insan düşüncelerine saygısız olması

    1.
  31. (bkz: aşkın absurd halleri)

    ellerimin içinde yeni bir gezegen keşfetmenin mücadelesi vardı. zaman ilk defa bu kadar yavaş akıyordu, dokunmak ilk defa böylesine anlamlıydı. ona yukarıdan bakmak; onu korumak, sahiplenmek gibiydi. biraz da karşıdan bakmak istedim. ona karşı durdum, nefeslerimizi hissediyorduk artık. ben bu durumdan oldukça memnundum; ilk defa bir oda sessizliği ve ışıksızlğında, nefes alma sebebimin kalp atışlarının getirisini izliyordum. o benimkinden rahatsız olur diye uzaklaştım, çok değil bir iki burun mesafesi. dudaklarını parmaklarımda yaşadım; bu öpüşmekten daha özeldi, daha ulaşılmazdı. gözleri uykulu ve karanlıkta beni seçemeyecek ama hissedebilecek kadar açıktı. saçlarımla oynamakla meşguldü, ben de gülümsemekle. bundan daha güzel bir gün olamaz diye düşünüyordum, o güne kadar da bir çok kez öyle düşünmüşümdür. insan hayatı boyunca yanılır.

    ***

    hayat insan düşüncelerine saygısız bir kavram. insanı ikilemlere sokarak kafasını karıştırmak için çabalıyor. birlikte uyumak istediğin insanın uyumasını izlerken hiç uyanmasın istiyorsun; uyandığı zaman hiç uyumamasını. ve dün yanında uyuyan insana bugün uzaktan bakabiliyorsun sadece. hayat insana hatıralar yaratıyor, zamanla yıpratıyor. gidenlerin ardından akıtılan gözyaşlarını dökerken de "carpe diem" diyebiliyorsanız, vazgeçmenin zor olduğunu ama bu kararı vermenin kolay olduğunu bilenlerdensinizdir. unutmaya ihtiyacınız yok, önce vazgeçebilmeyi öğrenmelisiniz.
    0 ...
  32. uludağ sözlük moderasyonu gerçekleri

    ?.
  33. sözlükte vakit geçiren herkesin bilmesi gerekenlerdir.

    3 temmuz gecesi her gece yaptığımız haxball liglerinden birini yapmak için başlık açtıktan sonra çaylak yapıldığımı gördüm. son zamanlarda tek tük entry ler girdiğim için sebebini anlayamadım. sonrasında "bir derdim var" kısmından sebebini sordum.

    konuşma aşağıdaki gibidir, cevap verilmek için beklenilen zaman dilimine ve çaylaklık sebebine lütfen dikkatle bakınız. bu sözlükte birileri keyf-i kararlar almakta, haberiniz ola.

    https://galeri.uludagsozluk.com/r/291974/+
    http://img713.imageshack....713/1527/ekranalntsot.jpg

    her gün yüzlerce sözlüğü karıştırıp dikkat çekmeye yönelik troll başlıklara "sözlük formatı" adı altında dokunulmazken, sözlük yazarlarının uludağ sözlük adıyla oynadığı oyun birilerine batmış anlaşılan.

    işin özü: ne kadar çok entry o kadar $€
    18 ...
  34. 14 haziran 2012 galatasaray a bok atma şenlikleri

    1.
  35. çekirdiklerimizi alıp izlediğimiz şenliklerdir.
    cevap vermeyince daha komik oluyorlar hahaha.
    3 ...
  36. terk edilince dertleşip barışınca unutan kız

    ?.
  37. tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir derler, bu lafı en çok hak eden insan türlerinden biridir.

    1. evre
    kız sevgilisinden ayrılır. sizi yakın arkadaşı olarak görür ve dertleşmek ister.
    dertleşirsiniz, dinlersiniz. sevgilisi hakkında konuşurken bol bol;
    -bir daha olmaz.
    -bana vurmaya kalktı!
    -canımı acıttı.
    -mümkün değil barışamayız.

    gibi cümleler kurar. 1 hafta sonra sevgilisi ile barıştığına şahit olursunuz.

    2. evre
    barışma evresidir bu. barıştıktan sonra sizi aramaz, mesaj atmaz.
    siz ona "neden hiç arayıp sormuyorsun?" diye sorarsanız -ki sormayın- alacağınız cevap:

    "sevgilim kızıyor.s" olur.

    3. evre
    yeni bir ayrılık dönemi. bu dönemden sonra her şey başa döner ve kaldığı yerden, kısırdöngü olarak devam eder.
    4 ...
  38. uludağ sözlük haxball oluşumu

    ?.
  39. https://www.facebook.com/groups/378855738839297/

    sözlüğümüzün haxball için kurulmuş facebook sayfasıdır.*

    katılmak için sözlükte düzenlediğimiz liglere bir kere katılmış olmanız gerekmektedir.*
    pro oyunculardan oluşmaktadır.*

    üyeler:

    tanzamanitanyeri
    neyazsamoncedensecilmisdiyor
    mqkina
    forgetmn
    s for sabri
    parmakkaldirancocuk
    mystique
    dalavera
    pavlovun kopegi
    Experience4u
    iskandinav
    biradetbeyfendi
    Hayallerimden ibaretim
    blue smyrna
    darkness boy
    pangaea
    herkes bi artist
    kentuckyfriedchicken
    falankest
    ttanoz

    facebook grubuna katılmak için;
    facebook'ta kullandığınız ismi sözlük üzerinden mesaj aracılığıyla iletmeniz gerekmektedir.
    5 ...
  40. mutluluğu eskilerde aramak

    1.
  41. bırakıp gidemiyorsun hani, pişman olmak istemiyorsun. kalmak da çözüm olmuyor geniş zamanlarda.
    o kadar gerekli ki, terk etmek başlangıcı getirmeyecek sular durulsa bile.
    Bardakta kalan son damla gibi; ulaşılması zor ve bazen en çok ihtiyaç duyulan... Kimi zaman da o son damlada boğuluyor insan.
    kendini kaybediyorsun. "böyle olması gerekiyormuş" diye düşünüyorsun. sen bunları düşünürken, o gidiyor.

    biz olmak için iki kişi gerekiyor. ben, sen...
    sensiz olmuyor anlayacağın.
    ikna etmek için emek harcamak, çabalamak, savaşmak yetiyor mu zannediyorsun çocuk? yetmez.
    sen mutluluğu onda ararken, o mutluluğu; hüzünleri bir çiçek gibi tek tek topladığı yerde arıyor. kaybetmiş, arayınca bulacak sanıyor.
    mutluluğun beyninin içinde olduğuna inandırmak istiyorsun, düşünceleri yine eskilere götürüyor.
    bir de utanmadan mutsuzluktan bahsediyor...

    sevmek için izin almak nedir bilir misin?
    korkmak, endişelenmek...
    sevmeye bile izin yok artık. "sevme beni" diyorlar, savaşıp da kaybetmene izin vermiyorlar.
    sanki çok savaşmışlar gibi.
    bunlar aşkı; iki dudağa, iki ele, iki göze ve iki nefese satmışlar. ben kalbimi verdim, çok mu?

    "hepsinin canı cehenneme, kendi doğrularınla kal."
    6 ...
  42. kabızlığın yasaklanması

    ?.
  43. kürtajın yasaklanmasıyla ilgili konuşmalar gündemdeyken yapılması gereken uygulama.

    devlet bakar nasıl olsa, sıçın sıçabildiğiniz kadar!
    1 ...
  44. türkçe olimpiyatları na start verilmesi

    ?.
  45. mehmat ali birand'ın haber sunduğu ıııı bir eyalette ııı bir ülkede olur dolsa koysa eeeııı olsa olsa. heheheh...

    https://galeri.uludagsozluk.com/r/273644/+
    3 ...
  46. düşünce paragrafları

    1.
  47. Düşünceye dayalı yazılardaki (deneme, fıkra, sohbet, makale...) bir düşünceyi ortaya koymaya çalışan paragraflara düşünce paragrafı denir.

    Düşünce paragraflarında olaydan çok bir konuda düşünce ortaya konulmaya çalışılır. Yazar okuyucuya anlatmış olduğu düşünceleri ispatlamaya, okuyucunun kanılarını değiştirmeye çalışır. Bunun için "düşünceyi geliştirme yöntemi" denilen yöntemleri kullanır.
    2 ...
  48. tahlil paragrafları

    ?.
  49. Roman, öykü ve buna benzer olay ağırlıklı eserlerdeki insan psikolojisini anlatan paragraflara tahlil paragrafı denir. Bu paragraflarda insanın iç dünyası ve olaylar karşısındaki insanın tutumu canlandırılır. insanın iç dünyası, insanın psikolojisi "ruhsal portre" dediğimiz betimlemeyle anlatılır.
    1 ...
  50. tasvir paragrafları

    ?.
  51. Tasvir, (betimleme) mekânların veya varlıkların okuyucuya canlandırma amacıyla kullanılan paragraftır. Bir yönüyle betimleme, sözcüklerle, cümlelerle resim yapma sanatıdır. Varlıklar, mekânlar, olaylar resim çizer gibi okuyucunun gözünde canlandırılmaya çalışılır. Genellikle roman, öykü gibi olay ağırlıklı yazılarda tasvir paragrafları bulunur.
    2 ...
  52. olay paragrafları

    ?.
  53. Ele aldıkları konulara göre bir olayın anlatıldığı roman, hikâye, gibi olay yazılarından alınan paragraflardır.
    Bu tür paragraflarda düşünceler, konular, duygular gerçeğe yakın tasarlanmış bir olay içinde anlatılır. Bu tür paragraflara olay paragrafı denir.
    1 ...
  54. deyim aktarması

    1.
  55. anlatıma güç katmak, anlatımı zenginleştirmek için bir sözcüğün benzetme amacıyla başka bir sözcük/kavram yerine kullanılmasına deyim aktarması denir. Deyim aktarmaları şu şekilde yapılır:

    insandan Tabiata Aktarma: insana ait özelliklerin benzerlik ilişkisi sebebiyle tabiata ait bir kavram/ad için kullanılmasıyla oluşur. Meselâ "Köprünün başını tutmuştu Delidumrul" cümlesindeki gibi. Buradaki"baş" insana ait bir kavramdır; köprü için kullanılmıştır.

    Tabiattan insana Aktarma: Tabiatla ilgili sözcüklerin insana uygulanmasıdır.
    "Gönlüm yine dalgalı bugün." cümlesinde ise gönül denize benzetilmiştir.

    Tabiattan Tabiata Aktarma: Tabiata ait kavramların yine tabiatın başka bir unsuru için kullanılması ile oluşur. "Bir med zamanı gökyüzü kurşunla örtülü." cümlesindeki kara bulutlar, kurşuna benzetilmiştir.

    Duyulararası Aktarma: Görme, koklama, işitme, tatma, dokunma duyusuna ait kavramların başka bir kavram için kullanılmasıdır. "Tatlı bir ses beni kendime getirdi." cümlesindeki tatlı sözcüğü (tatma duyusu) işitme duyusu için kullanılmıştır.

    Somutlaştırma: Temel anlamı somut olan sözcüklerin soyut bir yan anlam kazandırılmasına somutlaştırma denir.

    Bir bitkiyi üretmek için toprağa tohum saçmak ya da gömmek için kullanılan "ekmek" sözcüğü bir şeyin başlamasına yol açmak anlamına geldiğinde somutlaşır. Mesela "Fesat tohumları ekti." cümlesindeki anlam soyutken, somut eylemle anlatılmıştır. Çünkü "ekmek" eylemi somut bir eylemdir ve yukarıdaki örnek cümlede soyut kavramı daha iyi anlatabilmek, kavramı daha iyi canlandırabilmek için soyut kavramı somutlaştırmıştır.
    "Yemek nihayet pişti." cümlesindeki "pişmek" eylemi somut bir eylemdir. "Fatih bu işte iyice pişti." cümlesindeki "pişmek" sözcüğü soyut bir kavram için söylenmiş; dolayısıyla bu cümlede de somutlaştırma yapılmıştır.
    2 ...
  56. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük