tahtindan indirilen saf kral
195 (mavi jojoba tanesi)
sekizinci nesil silik 1 takipçi 24.60 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    otlakçıların gittikçe çoğaldığı gerçeği

    1.
  1. vay arkadaş, hayretler içerisindeyim!

    tanım: sigara başta olmak üzere, ortamda ne kadar yiyecek-içecek vb. madde varsa silip süpüren, hesabı başkalarının üstüne yıkan insanların, eskiye nazaran daha da artmış olmasıdır. * *
    böylesine asalak insanların varlığı bile tiksinçlik duygusu yaratırken, sosyalleşmek uğruna kendimizi heba ettiğimiz şu hayatta gelipte dibimizde bitmeleri katlanılamaz bir hal almış durumda.

    yine yaz sıcağının ortalığı kavurduğu, serinlemek uğruna dilini dışarıya çıkaran köpeklerin görülme ihtimalinin yüksek olduğu bir günde, koala gibi uyuyup şişmiş gözlerimi açmaya çalışırken, fazlaca asosyallik sınırlarını aşmaya uğraştığımı anlayıp, 2 yastıklı(biri başımın altına, diğeri bacaklarımın arasına) yatağımdan sakin hareketlerle ayrıldım. ortalıkta gözükmeyen telefonun yine koltuğun arasında olacağını düşünerek sağ elimle yokladım. hafif gülümseme eşliğinde telefonu kaldırırken şişmiş gözlerimi düşünerek bir bebeğin salata turşusu yerken aldığı yüz ifadesi önüme geldi. evet, muhtemelen ondan farksızdım.

    rehberden çabucak yakın arkadaşlarımdan olan zübeyir'i bulup aradım ve derdimi anlattım. dedim böyle böyle, n'olacak bu halimiz, gidip insan içine karışalım biraz. sağolsun, kendisinin de benden bir farkı olmadığı gerçeğini anlayarak olumlu cevap verdi.

    hafif bir duş aldıktan sonra, kahvaltıyı dışarda yaparız (saat öğle vaktini çoktan geçmiş) düşüncesiyle kıyafetlerimi yorgun inşaat amelesi edasıyla giydikten sonra evin kapısından çıktım. çevredeki araba camlarından yansıyan güneş ışınları gözlerimi rahatsız etse de hiç umursamadan yoluma devam ettim. bu sırada sağ cebimde telefonun ve arka cepte olması gereken cüzdanı yokladım. gönül rahatlığıyla yoluma devam ederken karşıdan saç sakal birbirine karışmış, gece karanlığında karşılaşmak istenmeyecek bir tipin yaklaştığını farkettim. zübeyir mi lan bu?

    gözlerim sulanıyor ortamın ışık seviyesinden, görmek için dikkatli bakmak işkence gibi zaten o anlarda. yaklaştıkça daha da fazla sırıtıyor sanki. aynı tepkiyi ben de veriyorum ne yazık ki. bildiğin mağara adamlarına dönmüşüz.

    - ooo dostum! n'apıyon, iyisin?
    + iyidir hacı ne olsun. asıl sen nasılsın olum, ne bu hal?
    - bana diyene bak sen, saç sakal birbirine karışmış.
    + neyse bırak şimdi bunları, şöyle bir güzel kahvaltı yapalım. acıktım lan!

    neler oldu, neler bitti derken yavaş yavaş yürümeye devam ediyoruz. karşıdan bizim yaşlarımızda 4-5 genç geliyor bu arada. zübeyir'in arkadaşı çıktı ikisi. ayak üstü muhabbet derken çıkarıyorum paketi. başkalarına, hele hele tanımadığım insanlara sigara uzatmak hiç huyum değildir. cimrilikten de değil he. huy işte arkadaş, sigaramı vermem o kadar. neyse, tam çıkardım pakedi hemen bakışlar elime çevrildi "ooo ne içiyoruz kanka." gibisinden. mecbur kalarak ikramda bulundum ama bir allah kulu da almamazlık etmedi. adamları tanımıyorum bile, işe bak yahu. ömer çelakıl'ın saçlarındaki bit olsaydım da bu hallere düşmeseydim keşke. gerisini anlatmama gerek yok zaten. onu bunu geçtim, sözlükten ayrı kalınca yazmayı da unutmuşuz lan!
    1 ...
  2. amaçsızca dolaşmaya çıkmak

    1.
  3. can sıkıntısından ne yapacağını bilememektir. *

    kollarını yanlara uzatarak şöyle kocaman esnedin yattığın yerden. saate baktın sonra göz ucuyla. daha erkenmiş aslında, tahmin ettiğin kadar uyumamışsın. sürünerek bacaklarını yatağın kenarından sarkıttın ve gözlerin halıya daldı. boşluktasın, sadece bakıyorsun öyle işte. yaklaşık 5 dakika kadar kaldın öyle ve kollarından da güç alarak bir çırpıda ayağa dikildin.

    artık hiç düşünmeden ezberlemiş vücudun yapılacakları. ne ara o ışığı açtın farkında bile olmuyorsun çoğu zaman. bugün tatil, gitmiyorsun sanki bitecekmiş gibi saydığın günlerin sebebi olan işine. bitecek sonunda, emekli olunca çalışmazsın ama bu saymakta neyin nesi? daha çok var, bence bırakmalısın bu huyunu.

    güneş her ne kadar perdenin arkasında kalsa bile gözlerini rahatsız ediyor durmadan. ama sevdiğin bir huyu var değil mi? perdeyi aralayıp halının üzerine düşen ışığında ayaklarını ısıtmak. üşümüyorsun ama hoşuna gidiyor. şişmiş gözlerinin görüntüsü, yanağında oluşan gamzenin gölgesinde kalıyor. makyajsızsın ama yine de güzelsin. çekmeceden kıskaçlı tokanı aldıktan sonra mezura alıp ölçülesi uzun saçlarını topluyorsun birden. hafif bir kahvaltı hiç fena olmaz değil mi?

    bulaşıkları yıkamayı aklının ucundan bile geçirmedin. hiç böyle yapmazdın aslında. olsun, sonunda sen yıkayacaksın nasıl olsa. yalnızlığın bir kötü yanı daha. yazsana bunu da listeye unutmadan. bazı garipliklerin var işte böyle. kim deftere "yalnızlık" diye kocaman bir başlık atıp altına madde madde duygularını yazar? şikayetçi değilim yanlış anlama, aslında içten içe seviyorum seninle birlikte alıştığın her şeyi.

    bugün ne yapsam diye düşünmeye başladın şimdiden. baban olsa "yat dinlen kızım." derdi sana.
    senin için ziyan zamandır evde kalmak, uyumak. ama bir o kadar da seversin uyumayı. bu konuda iradesizsin işte, söyleyeceğim bunu sana, kızma hemen.

    dışarı çıkmayı düşünüyorsun ama nedeni yok. çıkacaksın işte, dolaşacaksın ayakların ağrıdan sızlayana kadar. en sevdiğin giyeceklerin mis gibi yumuşatıcı kokuyor. giysene hadi ne bekliyorsun. parfüm kullanma, bastırmasın o kokuyu. evden çıkarken anahtarını unutma bu sefer geçen günkü gibi. adam gelir 2 dakikada açar kapıyı, 30 lirayı cebe indirir. eee, bu işler böyle, boşuna demiyorlar işi bileceksin işe gitmeyeceksin diye.

    yavaş ol, ilkokul çocukları gibi hızlıca inme merdivenleri, düşersin falan üzersin beni sonra. bir an kararsız kaldın değil mi ne tarafa gideceğine? sağdan devam et bence. sonra karşılacakların hiç olmamış olmasın. yürüyorsun işte amaçsızca, yabancılara bakıyorsun durmadan, aralarında tanıdık göremiyorsun. gökyüzü masmavi, hiç bulut yok. yağmurları sevmezsin zaten, sana hüznü hatırlatır. çok mu klişe oldu bu söylediğim? ama öyle yani, yalan mı sevmezsin işte.

    ileride bir bank var, sol yanında genç bir çocuk oturuyor. gidene kadar onun hakkında düşünceler uyanıyor aklında. yüzünden güvenilirliğini ölçüyorsun hemen. oturuşundan utangaç olduğunu anlayıveriyorsun. bacağına yasladığı ajandaya bir şeyler yazıyor sürekli. otursana yanına, hem ayaklarını dinlendirmiş olursun. merak ediyorsun böylesine iştahlı ne yazıyor durmadan diye. en sonunda bitiriyor yazısını ve sana çeviriyor kafasını. anlıyorsun ve başta tereddüt etsen de onun bakışlarına kitliyorsun gözlerini. uzatıyor yavaşça ajandayı sana okuman için. durumun anlamsızlığı umrunda bile değil o anda. hemen okuma istediği uyanıyor içinde ve başlıyorsun:

    "kollarını yanlara uzatarak şöyle kocaman esnedin yattığın yerden. saate baktın sonra göz ucuyla. daha erkenmiş aslında, tahmin ettiğin kadar uyumamışsın. sürünerek bacaklarını yatağın kenarından sarkıttın ve gözlerin halıya daldı..."

    "...merak ediyorsun böylesine iştahlı ne yazıyor durmadan diye. en sonunda bitiriyor yazısını ve sana çeviriyor kafasını. anlıyorsun ve başta tereddüt etsende onun bakışlarına kitliyorsun gözlerini. uzatıyor yavaşça ajandayı sana okuman için. durumun anlamsızlığı umrunda bile değil o anda."

    yazının sonuna geldiğini farkedip sana dönerek sessizce bir şey diyor:

    "hoşgeldin."
    2 ...
  4. saadettin teksoy yüzünden tuvaletten korkmak

    1.
  5. başlık aslında "saadettin teksoy yüzünden alafranga tuvalet kullanamamak" olacaktı, sığmadı.

    canavar uzmanı, sürekli sakata gelmekten korkan, sarı ceketini eskitemeyen, zorlu görevlerin adamı saadettin teksoy'un, yine antin kuntin işler karıştırırken dönemin çocuklarını düşünememesinden dolayı yaptığı büyük ayıbın sonucudur. *
    böylesine saçma görüntülere, aklımız ermediğini için inanmıştık zamanında tüm mahalle çocukları olarak. ama izleri hala duruyor, unutulmuyor işte bazı şeyler. eski sevgililer, mutluluk veren anılar, ilk öpücük ve alafranga tuvalet korkusu.

    yine görev peşindeydi o zamanlar bu adam. izliyoruz tabi, ilgi çekici geliyordu yaşımız gereğiyle. derken; bir programında kendisi ve ekibi tuvaletin başına doluşuyorlar bir anda. tavuk mu ne sarkıtıyorlardı deliğe doğru. ama o da ne! canavar geldi ve saniyeler içinde yedi lan. sonra tekrar delikten geri gitti. tabi oraları göstermiyorlar ama o düşünce uyandı kafamızda. çocuğuz anasını satim, inanmıştım o zamanlar n'apayım. beni korku aldı gitti, tuvaletten canavar çıkıp kıçımızı ısıracak. hatta kocaman bir parça bile alabilirdi yani, olmayacak iş değil şimdi. allah'tan alaturka tuvaletti bizimkisi, içim bir nebze rahattı. mahallede top oynarken araya bu muhabbet giriyordu zaten durmadan.

    - tuvaletten canavar çıkıyormuş olum.

    + bizimkisi öyle değil ki!

    - olsun, sizinkinden de çıkar. ama bizimkisi öyle ya, göremiyorsun bir de bir şey.

    + ben size gelmem bir daha. gelirsem gider bizde girerim tuvalete.

    gibi diyaloglar alıp gidiyor ortamı. bazıları inanmıyor ama tedirgin oluyorlardı eminim. şimdi değil ama olay anında tırstıkları kesindi yani. tabi seneler geçti, anladık sonra saçma sapan şeyler olduğunu. kazık kadar adam olduk ama, arada aklıma gelmiyor değil.
    1 ...
  6. hesap öderken takınılan sahte tavırlar

    1.
  7. korkmak ile kurtulmak arasında gidip gelen bünyenin, karizmayı çizdirmemek adına uyguladığı taktiktir. *

    aslında hesap fazla değilse hiç gerek yoktur böyle davranmaya, kerameti kaç paradır ki yani? hadi 40, bilemedin 50 olsun anasını satim. ha sen ödemişsin ha ben. koymaz fazla. ama düşünsene 100-150 gibi bir rakam ödeyeceğini. haliyle ucundan kaçar biraz. tabi zenginleri kastedmiyorum, normal gelir düzeyinde olan insanlar söz konusu.

    hele bir de 2-3 kişi gidip, sırf mekan farklılığından dolayı bilmemkaç katı fiyat koymaları ayrı bir olay. yediklerimiz içtiklerimiz aynı, ama mekan güzel abi. he, bir de yediğimiz başka bir şey vardı değil mi? o da hesap sonrası ikramları herhalde. bas bakalım düğmesine açılacak mı?

    toplaşılır arkadaşlarca, gidilir bir mekana, yenir içilir güzelce. kadınlar zaten karışmaz hesap işine. sevgilileri, eşleri ödeyecektir bildiğimiz üzere. kalkma vakti gelir:

    - bırak sen usta ben veririm. (ulan fena kaçacak ama olsun)

    + olur mu öyle şey yahu, bu akşam bendensiniz.(nereden baksan 100 kağıt)

    cimriliğiyle tanınan tip araya girer:

    "ben ödeseydim?" der ve riske girmeden kenara çekilir.

    - yok yok, bu sefer bende sıra.(dur bakalım kimde kalacak acaba)

    + senin kafan karışmış, aslında bende. (bundan sonra bırakacağım ulan, ödesin o zaman)

    - tamam hadi tamam, ama bir dahaki sefere kesin bendensiniz unutmayın. (koyarlar, hehe)

    + heh işte, bir rahat bırakın yahu. (sıçtık)
    1 ...
  8. toplum içinde utanmadan terbiyesizce konuşan insan

    1.
  9. başlığın tam hali "toplum içinde yüksek sesle hiç utanmadan noktalı film diyen insan" olacaktı ama sığmasının pek imkanı yok.

    insan öncelikle küçük yaştan itibaren aile terbiyesi alması gerekiyor. eğer o çocuk küçükken fazla serbest yetiştirilmişse, büyüdüğünde sadece kendini rezil eder. büyüdüğünde derken 25-30 lu yaşları kastedmiyorum. ölene kadar gider yani. hani derler ya 7'sinde neyse 70'inde de odur diye, aynen öyle.

    ama hadi aile hatalı diyelim, böyle durumda kendini hiç mi geliştirmez bir insan? hiç mi etrafında kendine örnek alması gerekenleri görmezler aklım almıyor. böylesine ucuzlaşma, böylesine rezil-kepaze bir durumda demek ki içinde bulunduğu durumun farkına varmıyorlar veya varamıyorlar.

    her zamanki monoton hayatımın rutinleşmiş asosyal yaşantısından kurtulmak için çok zamandır görüşmediğim, bir kardeş edasıyla özlemini duyduğum arkadaşımı arayım dedim. ama telefon ne kadar etkili olabilir ki? ne kadar giderebilirsin özlemini? yüz yüze görüşelim, eski günlerden konuşalım diyerekten buluşma kararı aldık. bana yakın, ona biraz daha uzak olduğu için görüşeceğimiz yer, biraz oyalandım tabi evde. güzel anacığım peynirli börek yapıyordu, biraz ona yardım ettim. çırpılmış yumurta sürdüm üstüne, ardından susam serptim falan.

    saate bakarak yavaştan çıkmam gerektiğini anladım. dolmuşa binip vardım heykel'e. biraz yürüdüm, kafkas'ın (ünlü buluşma yeri oldu artık) önündeyim. takıntı haline getirdiğim davranışımdan dolayı bekletmekten hiç hoşlanmadığım için dikilmeye başladım. benim gibi nereden baksan 5-6 kişi daha var ama. dakika başı telefonlarına bakıyorlar. onları izliyorum ben de zaman geçsin diye. nihayet görüyorum arkadaşı, karşıdan geliyor. tokalaşıp birbirimizin sırtına vuruyoruz samimiyet göstergesi olarak. geçiyoruz bir kafeye. öyle oldu, böyle bitti derken saatlerce konuştuğumuzun farkına varıyoruz. 1 çay söyleyip 2 saat oturan bedavacı tipler gibi olmayalım derken iyice şişiyor karnımız içtikçe. muhabbetin verdiği mutlulukla ayrılıyoruz daha sonra.

    yavaş yavaş yürürken dolmuş durağına doğru arkamdan biri geliyor ama bildiğin böğürüyor herif yahu. heykel'deyiz, etraf insan kaynıyor anasını satim. hiç mi utanmıyorsun yüksek sesle konuşurken ulan? benim gibi kıllanan birkaç genç arkalarına bakıyorlar omuzlarının üzerinden. telefonla konuşuyormuş deyyus. yanımdan geçerken;

    "ercan, noktalı film izliyon mu len yine?"

    suratınca yavşakça bir gülümseme, göbek desen pilates topu gibi, gömleğin düğmeler fırlayacak neredeyse. 45'li yaşlarda tahminimce. o sırada benim haricimde etraftaki genç kızlar, hanımablalar da duyuyor bunu. tiky kızlar kıkırdamaya başlıyorlar aralarında. diğerleri ise son derece aşağılayıcı, tiksinç gözlerle bakıyorlar adama.

    ah be abicim, yaşını başını almış adamsın. hiç yakışıyor mu sana böyle hareketler? hadi konuşacaksan böyle şeyleri ulu orta yerde, bari sessiz ol biraz. öküz gibi böğürme lütfen. bak arkadan neler konuşuluyor sonra.
    0 ...
  10. overlokçu kızların istek parça istemeyi kesmesi

    1.
  11. başlığın tam hali "overlokçu kızların eskisi gibi radyodan istek parça istememesi" olacaktı ama çok uzun oldu; sığmadı.

    eskiden konfeksiyonda çalışan, özellikle overlok makinesi kullanan, muhtemelen yaşı fazla olmayan ve ilkokul ya da lise mezunu kızlardır bunlar. yaşları küçük olduğundan daha evlenmeye pek niyetleri yoktur. konfeksiyonda çalışarak hem evlerine katkı sağlarlar; hem de çeyiz düzerler.*çamaşır makinesiydi, 40 yama yorgandı falan alırlar da alırlar. bunlardaki azmi başkalarında göremezsiniz anasını satim.

    tıpkı evde temizlik yapan hanımlar gibi bunlar da işyerinde çalışırken radyosuz duramazlar. sürekli müzik dinleme ihtiyacı hissederler. yoksa zaman geçmez, sıkıntı basar etrafı. çoğunlukla neşeleri yerlerindedir ama nedense hep efkarlı şarkı dinlerler. hiç anlamamışımdır neden böyle yapıyorlar. sonra bunlar birbirlerini gazlarlar, patron ortalıkta gözükmezse telefon açıp istek parça isteyeceklerdir.

    - kız, hadi ahmet abi yokken arayalım.

    + yok, yakalanırız vallahi.

    - sen de ne korkak çıktın bee.

    + sen ara o zaman.

    - tamam, bak gör şimdi.

    ahmet abi'si etrafta yokken hızla kalkıp telefonun başına geçer. zibilyon kere dinledikleri radyo kanalının telefon numarası adı gibi kazınmıştır artık beynine.

    + alo!
    - merhaba, isminiz nedir?
    + ben kerime, arkadaşlarla çalışıyoruz şu anda, onların da selamları var.
    - aaa, öyle mi? bir ses etsinler bakalım oradan.(düğmeye basar, gülme efekti)

    "heyuooouooeuuww"

    - kalabalıksınız galiba?
    + evet sercan abiee, eğleniyoruz ama...
    - iyi bakalım, istek parçanı ve armağan ettiğin yakınlarını söyleyebilirsin.
    + ferdi tayfur'dan of dağlar of'u istiyorum. tüm çalışan arkadaşlarıma, aileme, beni seven ve sevmeyen herkese gelsin, teşekkürleeer.
    - görüşürüz kerime. ferdi baba'yla kaldığımız yerden devam ediyoruz radyo .. dinleyenleri.

    ama benim küçükken kafama takılan "beni seven ve sevmeyen herkese gelsin" sözüydü. ne kadar saçma lan, hala anlam verebilmiş değilim. bu kızların kafaları güzel oluyor herhalde gün boyu "zırrtt-zırrtt" diye öten dikiş makinalarından.

    işte, bugünleri hatırlamak uğruna bugün geçtim radyonun başına açtım damar bir radyo ama yok arkadaş. bu kızlardan bir tane kalmamış, şimdikiler hiç aramıyorlar. durmadan apaçi kırolar istek parça istiyor. zamanımın boşa geçtiğine yandım.
    1 ...
  12. yazarların entry oylarken saçmalamaya başlaması

    1.
  13. geçmişte, oylayacağı entry sahibiyle nasıl bir diyalog kurduğu, o yazar hakkında aklında nasıl bir izlenim oluştuğu vs. konusunda; o yazının hakettiği oyu değil de, kendini tutamayarak kafasına göre artı ya da eksi vermesidir. he bir de eh işte de var, onu unutmayalım.

    - emek verip uzun uzadıya yazmış, helal olsun.(+)

    - çok uzun yazmış şerefsiz, özet geç piç.(-)

    - geçen günü mesajıma cevap vermemişti bu yazar.(-)

    - oooo, kankam yazmış bunu. (+)

    - okudum ama bir bok anlamadım anasını satim, ama iyi bir şeyler yazmıştır herhalde.(+)

    - çok iyi espri yapmış(kıskançlık), güldüm ama...(-)

    - bu geçen günü akp'yi aşağılıyordu sanki, al o zaman.(-)

    - nick güzelmiş. (+)

    - nicke bak götüm gibi.(-)
    8 ...
  14. dışarıya çıkacağı halde sarımsak yiyen insan

    1.
  15. başlığın tam hali "dışarıya çıkacağını bildiği halde sarımsak yiyen insan" olacaktı ama sığmadı.

    tanım: kendinden başka kimseyi düşünmeyen, iğrençliğin dibine vurmuş canlıdır.

    böylesine düşüncesizce davrananlar genelde orta yaş ve üzerindeki insanlardır. gençlerde pek rastlanmaz. önceden dışarıda işi olduğunu, gezmeye gideceğini vs. bilir ama yine de sırf kendi zevki için sarımsak yemekten vazgeçmez. hadi insanlara pek yaklaşmayacaktır derseniz yine değil. gider dolmuşa, otobüse veya minibüse biner. bir de kendi suçlu değilmiş gibi insanların onun üzerine yoğunlaşmış tiksinç bakışlarına tepki gösterir. hatta bazen yaptığının farkında bile değildir, şaşırıp kalır bana niye böyle davranıyorlar diye. ulan bu yaşına gelmişsin ama hiç saygı öğretmediler mi sana?
    0 ...
  16. karıncalı gösteren televizyona uzaktan bakmak

    1.
  17. görüntü kalitesini biraz daha arttırmak için uygulanan yöntemdir. normalde değişen bir şey yoktur ama arayı ne kadar açarsak, gözümüze o kadar net gelir görüntü.
    0 ...
  18. nick altından ayar vererek kendini yücelten yazar

    1.
  19. başlığın tam hali "hata yapan yazarın nick altından ayar verdiğinde kendini yücelttiğini sanan yazar" olacaktı, sığmadı.

    sırf egolarını tatmin etmek için başkalarına zarar vermekten çekinmeyen yazardır.

    öncelikle şunu belirteyim, sizin düşüncelerinize ters düşülüp hakaret edilebilir. sonuçta bu yaptığı onun için doğru, sizin için yanlıştır. buna lafım yok. ama herkes tarafından doğruluğu bilinen genel bir konuda, oldu da hata yapıldıysa hemen saldırmak gereksizdir. en basitinden türkiye'nin en kalabalık şehrine oldu da birisi hadi ankara demiş olsun diyelim. saldırın, vurun, gebertin ibneyi demek yerine biraz daha iyi niyetli davranıp "senin yanlışın var arkadaşım, istanbul olacak o." denilmelidir. sonuçta herkes senin bildiğini bilmek zorunda değil ya. bunu bilmeyecek kadar cahilse sözlükte ne işi var demeyin, soru eklerini ayrı yazmayanlar dolaşıyor sözlükte. hem örnek verdim sadece.

    hadi dayanamadın, kendine hakim olamayıp ayar vereceksin diyelim. nick altına gitmeye ne gerek var. atarsın özel mesaj tamam. sonra hatasını anlayıp düzeltir o da. resmen zevk alma aracı muamelesi yapmayın her konuyu. biraz iyi niyetli olun yahu.

    "bunun canı yanmış, belli." demeyin hemen, yok öyle bir şey.
    1 ...
  20. sırf saçları uzun diye insanları aşağılayan tip

    1.
  21. tanım: yaşından bile utanmadan insanların tercihlerine saygı göstermeyi bilmeyen, hakaret etme hakkı olduğu düşünen ve genelde yenilikle ayak uyduramayan eski kafalı insanlardır.

    bunlar çoğunlukla toplumun 40 yaş üstünü oluştururlar. top sakal bırakanlara, saçı uzun olanlara insan gözüyle bakmazlar. tavırlarını açıkça belli ederek aşağıladıklarının farkına varılmasını isterler. ama bu konu üzerine hiç kafa yormazlar. fikirleri daima sabittir. ne deseniz söz geçiremezsiniz kısaca.

    bizim onların geçmişini bilmediğimiz için son derece rahattırlar bu konuda. belki de zamanında aynı davranışları onlar da gerçekleştirmişlerdir, bilemeyiz. hatta hali hazırdaki çocuklarına söz geçiremezler, içten içe kahrolurlar ele güne rezil olduk diye. tabi çevresi de aynı kafadan insanla dolu olduğu için...

    bugün, sırf müşteri memnuniyeti adına bir şey bilmeyen, selam almayan ve hatta hayırlı işler sözüne bile bir sağ ol demeyen besaşçıya inat taa anasının gözüne gittim. diyeceksiniz; yakınlardan alıverseydin diye ama başka ekmek yiyemiyoruz arkadaş, alışmışız besaş ekmeğine. hem boş boş duruyorum akşama kadar, işim mi var anasını satim, yavaş yavaş gider gelirim.

    mahallede tanıdığım arkadaşlarımla selamlaşma eşliğinden sonra babamın pekte samimi olmadığı "şarbon" lakaplı arkadaşı geliyor karşıdan. oldum olası sevmiyorum bu herifi ama saygım var tabi. insanları kıracak kadar açık sözlü, fazla dobra biri. bir o kadar da şakacı ama.

    ben bir selam verip geçeyim dedim içimden ama bu dikti gözleri bana karşıdan, odaklanmış üzerime doğru geliyor.

    - ne lan bu saçlar?
    + abi askere gideceğim yakında, kestireceğim zaten.
    - bırak şimdi kıvırma bana, delikanlı ol biraz delikanlı.
    + hadi hayırlı günler abi hadi.
    - yürü bakam eşek sıpası seni.

    huyunu suyunu biliyorum ama ulan mal herif! yanımızdan yaşıtlarım kızlar geçiyor, ne hakkın var beni rezil etmeye böyle. kıs kıs güldü onlar da ben fırça yerken zaten. seninle arkadaşlık eden babama şaşırıyorum ben zaten. hem sen kimsin anasını satim? onu bunu bırak çok mu uzun sanki saçlar.

    tabi bu dediklerimi söylemek isterdim yüzüne ama babam yaşında adam olduğundan saygı gösterdim mecburen. delikanlı ol biraz diyor bir de. hey allah'ım! moral bozukluğuyla ekmek aldıktan sonra eve gelip mutfağa bıraktım. o sinirle dayanamadım tabi. 15 yaşındaki ergen gençler gibi evden çıkıp bunun serseri tipli cılız oğlunun arkadaşlarıyla dikildiği berber dükkanının önüne gittim. buna çaktırmadan bir yumruk attım zaten nereden geldiğini anlamadı. dudağı patladı itoğluitin. babana selam söyle dedikten sonra beni dövmesinler diye ayaklarım götüme vura vura kaçtım.

    bu mal anlatmış babasına aynı günün akşamı hikmet'in oğlu vurdu birden diye. çocuk olayın ne olduğunu bilmiyor ama babası her şeyin farkında. tembihlemiş herhalde sonra bana hiç bulaşmadı oğlu. arada karşılaşıyoruz tekrar şarbon'la. bu sefer hiç ağzını açmıyor.*
    1 ...
  22. özgürlüğüne kavuşmadan ateistliğe merak salanlar

    ?.
  23. başlık aslında "daha tam olarak özgürlüğüne kavuşmamış insanların ortalıkta ateistim diye dolaşması" olacaktı ama sığmadı.

    tanım: sadece gülünç durumda olduklarının farkında olmayanlardır.

    bunlar genelde en fazla 20 yaşlarında olanlardır. tamam, 18 yaşını geçmiştir, kanunen bir kısıtlamaya tabi tutulamaz ama aile içi özgürlüğü hala kısıtlıdır. mesela annesi veya babası bir şey dediğinde onların sözünden çıkamaz. hayır, düşündüğünüz gibi saygıyla alakası yok bunun. demek istediğim kendi çapında inançsız birey çıkıpta bunu rahatça söyleyemez, tırsar kısaca. babası "yürü hadi cumaya gidiyoruz!" dediğinde korkudan öğleyi bile kılarlar anasını satim. sonra yine kendi dünyasında inanmadığını kendine kabul ettirmeye çalışır.

    işte bu sözünü ettiklerim, ailesine ters düşen bu durumu söyleyememenin acısını sürekli hissederler. kendini daha rahat ifade ettiği arkadaş ortamında içindeki sıkışmış duygularını püskürürler durmadan. olur olmadık konuları hep kendilerine bağlarlar. durup dururken ateistliğinden, ateistlikten söz açarlar. ama özellikle internet aleminin sanal öncüleri, ateistliğin yılmaz savunucuları olurlar.

    sen ki daha götü boklu dünkü çocuk, daha düşüncelerin tam oturmadan sırf özentiliğin yüzünden böyle davrandığının farkında değilsin ulan. farklı görüneceğim diye bu yolda oldun yalan mı? ben daha ne diyeyim sana...
    2 ...
  24. güzel kızların ev hallerini görmek

    ?.
  25. hayal kırıklığına uğramanıza neden olacak durumdur. *

    biraz sosyalleşme uğruna kendinizi zorlayarak dışarı çıktığınız vakit, göreceğiniz son derece güzel giyimli, hoş kokan, dalga dalga uzun saçları olan kızlarla karşılaşmanız muhtemeldir. büyük ihtimal kız arkadaşlarınızda böyledir. her görüşte içinizden "ne kadar güzel kız." diye geçirirsiniz. ama abazanlığa vurmadan, sadece onun dış görünüşü hakkında yorum yaparsınız kendi kendinize. tabi bazı kırolar hemen yavşamaya başlarlar martı kaşlarına bakmadan. çocuk mezarı gibi ayakkabılarına sıçayım ben onların.

    geçen günü en fazla ayda bir görüştüğüm kız arkadaşım (normal) aradı. bizimkilere de haber ver, görüşelim hep beraber diye. başlarda pek niyetim yoktu gitmeye. sürekli özentiler gibi mekanın biralarını tüketmeye koyuluyorlar öküzler. birkaç tanesi elinde birayla fotoğraf çekinip facebook'ta profil fotoğrafı falan yapıyorlar. rezillik bir durum yani. yaşınızdan da mı utanmıyorsunuz diye çemkiriyorum arada ama hemen dalgaya vuruyorlar. ciddiyim ulan, malsınız hakikaten. sonra, fazla kepazelik bir durumda yabancı gibi davranırım diyerekten gitmeye karar verdim. iyice asosyal oldum zaten bu aralar.

    neyse, birkaç arkadaşımı aradım dedim böyle böyle. tabi millet benim gibi değil anasını satim, dünden razılar. her ne kadar arkadaşta olsa kız varsa alayı geliyor bunların. neredeyse yazın sıcaktan dilini çıkaran köpekler gibi salyaları akacak hepsinin.

    her zamanki mekanda buluşmak suretiyle saati de belirleyip haber verdik birbirlerimize bir gün önceden. seçil'in evi bize yakın olduğu için onunla birlikte gideriz diye düşündüm. yarın olunca geçerken uğradım evlerine. bu arada, seçil'in kendi gibi über güzel arkadaşları var, sürekli görüyorum ama hiç tanışmadım. onlardan biri de tipik kızlar gibi davranıp ders çalışacağım ayağına seçil'lerde yatıya kalmış. bütün gece internetten erkeklerle afedersiniz müstehcen konular konuşmuşlar olacaklar ki, saat öğleni geçmiş anca uyanmış bu danalar. bastım zile insin diye. tahmin edeceğiniz gibi yarım saatten aşağı bekletmez bu kız milleti. eve buyur etti. yanlış anlaşılmasın hemen bazı konular. annesi falan evde yani.

    girdim içeri ki ne göreyim! daha önceden gözlerimi kamaştıran arkadaşı bildiğin paçoz, rezil rüsva, böyle tövbe bismillah ucube gibi bir şeymiş aslında. makyajsız yüzü mü dersin, pijamalı görüntüsü mü dersin bildiğin kusmalık bir manzara. seçil hadi bir nebze daha iyi ona göre. kötünün iyisi o an.

    ben salonda münevver teyze'nin eniştemlere kadar uzanan hal hatır sormasıyla bunalırken, bunlar odada mutasyon geçirmişler o arada. kapıyı açtılar ki, bunlara bir haller olmuş. eşekten düşmüş karpuz edamı hiç çaktırmadan gidelim artık dedim ve evden çıktık.
    2 ...
  26. sevişmeden önce duş almanın gerekliliği

    ?.
  27. gönül rahatlığıyla sevişmek için atılan ilk adımdır.*

    bütün gün ordan oraya koşuştururken terleyen vücut kokacaktır haliyle. havadaki mikroplar yapışacaktır vücudumuzun açık bölgelerine. en azından yanımızdan geçen arabanın yerden kaldırdığı toz toprağı düşünün. ayrıca tüm gün ayakkabı içinde kalan ayaklarımız, kokunun merkezi halini alacaktır büyük ihtimal.

    hijyenik bir sevişme için şarttır duş almak. sonuçta aferdersiniz partnerinizin birtaraflarını öpüyorsunuz ve teri üzerindeki kir tabakasını olduğu gibi yutmuş oluyorsunuz. sizce de bu rahatsız edici değil mi?

    son derece üşengeç, son derece tembel bir birey bile en azından yatak odasına geçmeden önce son bir kez; yüzünü, ellerini, ayaklarını güzelce yıkamalıdır. bunları yapana kadar neden duş almadığını ona sormak lazım ama kendisi bilir. bizim insanlarımız sadece seviştikten sonra banyo yapma, duş alma ihtiyacı hissediyor. aslında öncesinde ve sonrasında olmak üzere gereklidir, davranış haline getirilmelidir.
    0 ...
  28. erkek çocuk olana kadar devam eden çiftler

    1.
  29. tanım: zaten varolan kız çocuklarını çok sevdikleri halde, erkek çocuğa sahip olmanın da nasıl bir duygu olduğunu tatmak isteyen evli çiftlerdir.

    öncelikle şunu söylemeliyim ki; gözü erkek çocuktan başkasını görmeyen, çocuk sahibi değil de, "erkek" çocuk sahibi olmak isteyen, kız olursa kesinlikle kabul etmeyip dışlayan insanları asla kastedmiyorum. sonra yanlış anlayıp onları savunduğumu düşünmeyesiniz sakın.

    demek istediğim şu: tanımda da bahsettiğim gibi, daha önceden kız çocukları olup, her anne-baba gibi canlarından çok sevdikleri halde, erkek çocuğa da sahip olmanın nasıl bir duygu olduğunu tatmak isteyen karı-kocayı ele alıyorum.

    aslında son derece saf duygularla bezenmiş bu insanları suçlamamak gerek. en azından henüz evlenmemişken, hatta bir evlat sahibi olmamışken. hani aç tokun halinden anlamazmış ya, o mesele. eğri oturup doğru konuşalım şimdi, siz istemez miydiniz iki kızınızın ardından bir oğlan olmasını? ne güzel iki kızın var nasıl olsa, diğeri de kız olmayıversin. nasip ama gönül ister ki erkek olsun sonuçta.

    ismail abi'nin iki kızı var. kendisi gayet modern görüşlü, yeniliklere açık biridir. öyle cahil cühela biri de değil yani. üçüncüsü yoldaymış. sormuştum birkaç kere cinsiyetini ama daha belli değil demişti. son konuşmamızın üzerinden aylar geçti. fırsat olmadı işte, görüşemedik. geçenlerde eşinin doğum yaptığı geldi kulağıma. ama kısıtlı haber.* hala bilmiyorum kız mı erkek mi olduğunu. ama içimden erkek olmasını istiyorum onun adına. o da öyle istiyordur zaten.

    dur dedim bir telefon açıp "gözün aydın ismail abi, allah bağışlasın. hayırlı büyütmek nasip olur inşallah." deyim dedim. araya kaynaştırarak cinsiyetini de sorduk mu tamamdır diye geçirdim içimden.

    - efendim?
    + alo ismail abi ben oğuz. babamın telefonundan arıyorum. eee, n'apıyon iyisin?
    - iyi işte oğuz ne olsun, iş güç uğraşıyoruz.
    + yeni duydum, allah bağışlasın doğmuş üçüncüsü. hayırlı büyütmek nasip olur inşallah.
    - çok saolasın, gel bir ara görmeye.
    + gelirim tabi yakın zamanda. erkek değil mi?
    - yok be kardeşim.
    + hmmm, sağlıklı olsun da... neyse abi ben kapatayım artık. yakında gelirim sevmeye.
    - görüşürüz o zaman, tekrar saol. iyi akşamlar.
    + iyi akşamlar.

    ama o "yok be kardeşim" demesi çok dokundu. bir insan o kadar acıklı, o kadar hüzünlü konuşabilirdi. sorduğuma soracağıma pişman oldum daha sonra. hay ben dilimi...
    0 ...
  30. bardak kadehe benzediği için su içmekten vazgeçmek

    1.
  31. başlık aslında tam olarak "bardağı kadehe benzettiği için su içmekten vazgeçen adam" olacaktı ama malumunuz...

    tanım: aşırı dindar bireyin gerçekleştirdiği davranıştır.

    herkesin de bildiği üzere bu kadeh dediğimiz, havaya kaldırılıp tokuşturulan, genelde içerisinden şarap başta olmak üzere içki içilen bir nesnedir.

    bu aralar olduğu gibi yine hava birazcık güneşli, ha yağmur yağdı ha yağacak durumdaydı. yıkadığı çamaşırları kuruması için asan hanım ablalar, her an kuşkulu bakışlar atıyordu gökyüzüne. vücudunda hissettiği, yerde gördüğü vs. en ufak yağmur damlasında, yaygara kopararak hızlıca çamaşırlarını toplamaya giderler.

    ben de hiç hava durumuna aldırış etmeden çıkmıştım yola. yola derken uzak bir yere gidiyorum düşüncesi uyanmasın kafanızda. minibüse binip garajın oraya gidecektim sadece. can sıkıntısı çökmesin insanın üzerine, önceden tahmin edeceğiniz kötü durumları bile göz ardı edebiliyorsunuz.

    hafiften çiselemeye başlayan yağmuru aldırış etmedim. kapıdan çıktıktan sonra sanki beni beklermişçesine öyle bir yağmur yağmaya başladı ki, bahçe hortumuyla üzerime su sıkıyorlar sanki. yürüyerek 3 dakika, depar atarak 1 dakika gibi bir sürede ulaşabileceğim minibüsün en yakın geçtiği noktaya varana kadar bile "giden günlerim oldu" şarkısı eşliğinde ıslanan mal gibi oldum anasını satim. zaten minibüse bindiğimde, şöför aynadan bir bakış attı bana "koltuğa oturma ulan ayı!" gibisinden, boş minibüste ayakta gittim inene kadar.

    indikten sonra, ıslanabileceğim son raddeye geldiğimi farkedip gayet rahat tavırlar sergileyerek eniştemlerin dükkana doğru yol aldım. ayakkabılarımın içi su dolmuş, her yere basışta "vıcuıuuç" diye ses geliyor.

    dükkana vardığımda herkes acır tavırla bana bakmaya başladı. ıslanmış kedi yavrusundan farksısız tabi. hemen ismail amca'nın abdest havlusunu alıp birazcık dahi olsa kafamı kuruladım. eniştem "ne varda çıktın bu havada dışarı? afedersin deli mi öptü seni?" diye sitem etti. bu arada çalışanlar arasında gülüşmeler falan. geçtim elektrikli ısıtıcının karşısına, bu arada sohbet etmeye başladık.

    ıslak muhabbetin orta yerinde, kapıdan 35-40'lı yaşlarda, sakalları gayet gür ve siyah renkte biri girdi içeri. değişik bir söyleyiş biçimiyle "selamunaleykum" dedi. bir ben tanımıyorum adamı. dükkanda ne kadar insan varsa kısa süre zaman ayırarak hal hatır sordu. eniştemlerin iş yaptığı biriymiş aslında. çekti duvar kenarında duran tabureyi hızlıca, kıçının altına yerleştirdi. tanımıyorum ama bana gayet samimi geldi hareketleri, tavrı falan. masaya en yakın ben oturuyorum. kendi kalkıp almak yerine benden rica etti "bir bardak su doldurur musun?" diye.

    bardağın yerini bildiğim üstten 2. çekmeceyi açtım. şişeden suyu doldurup uzattım:

    "başka bardak yok muydu?"

    ben şaşırmış vaziyette, durumu kestirmeye çalıştım. bardakta leke var mı diye şüphelendim kendi kendime ama üzerinde biraz göz gezdirdikten sonra gayette temiz olduğunun farkına vardım. su dolu bardağı masanın üzerine koyup tekrar çekmeceyi açtım ama başka bardak yok. olmadığını o da anlayınca:

    "kalsın o zaman."

    eniştemle biraz iş muhabbeti konuştuktan sonra hayırlı işler diyerek gitti. tabi benim aklım hala "neden içmedi acaba?" sorusunda. anlam veremedim bu hareketine. eniştemden cevap gecikmedi:

    "bardak kadehe benziyor ya biraz, ondan içmedi."
    1 ...
  32. ezan okunana kadar camiye girmeyip yakınan tipler

    1.
  33. başlığın doğrusu "ezan okunana kadar cami önünde sigara eşliğinde dedikodu yapıp bir de yer yok diye yakınan tipler" olacaktı ama sığmadı.

    tanım: ne yaptığının farkında olmayan insanlardır.*

    kimse yanlış anlamasın şimdi, sigara içenleri suçladığım falan yok. ama bu şerefsizlerin davranışları ciddi şekilde kanıma dokunuyor. bunlar cami önüne gelip ezan okunmasını beklerler bilmemkaç dakika. bu sırada ortaya yuvarlak yapmak suretiyle toplaşıp dedikodu yaparlar. birisi "ahmet arabayı yenilemiş." gibi dedikodu başlatıcı cümleyi bir atar ortaya, sonra muhabbet alır gider zaten. bu anlattığım çoğunlukla, cuma namazında olur her hafta. kandillerde, bayram günlerinde de bu böyle.

    sonra ezan okunmaya başlar, bu ay tarakları hala konuşmayı sürdürürler. ezanın bitimine yakın girmeye karar verirler ama artık yer kalmamıştır haliyle. sonra kısık seste söylenirler "yer yok ki, cami ufak hacı cami ufak!" diye.

    be hey abdestini bile doğru düzgün alamayan öküzler! yaşınızı başınızı almış heriflersiniz ulan. hadi 20-25 yaşlarında gençler desem de değilsiniz anasını satim. gelmişsiniz 35-40 yaşlarına. siz dakikalarca muhabbet edin, bu sırada cami dolsun, sonra ezan okununca camiye girmeyi düşünün bir de. insanlar önemli işleri yüzünden geç kalma endişesiyle koşar adımlarla yetişmeye çalışıyor, size rahat batıyor. biri cevap niteliğinde bir şey dese, kuyruğuna basılmış ite dönersiniz değil mi?

    dayanamadım senelerce sizin bu davranışınıza, patladım bugün 15 yaşındaki çocuklar gibi en sonunda. her zaman, her hafta aynıydı bu tayfa. gözlemliyorum, göz aşinalığım var hepsine. paso sigara içip bağıra bağıra konuşuyorlar bunlar. zaten cuma vasıtasıyla bir araya gelme şansı buluyorlar herhalde. bütün hafta içlerindeki zehri döküyorlar birbirlerini görür görmez.

    ama aralarından birine ayrı bir gıcığım, diğerleri söylenmez ama bu pek bir isyancıdır. bu haftada diğer haftalar gibi cami önünde kaptırmış bu kendini. ben geçtim içeri buna çaktırmadan bakarak. sonra ezan okundu, doldu içerisi. alışılmış manzara. bu kapıyı aralayıp kafayı uzatarak içeri göz gezdirdi.

    "yine yer yok!"

    dayanamadım anasını satim, yapıştırdım cevabı:

    "dışarıda dikileceğine içeri girseydin!"

    bu bir bozuldu ki sormayın. zaten surat mahkeme duvarı, iyice ucube bir şey oldu böyle o an. sonra kapadı kapıyı gitti itoğlit. çıkışta karşılaşsaydık öperdi ama...

    edit: ayar vermeden önce bir okuyun isterseniz.
    0 ...
  34. fırat dizisini izleyip hüzünlenen aile

    1.
  35. zamanının bol ölüm içeren, ibrahim tatlıses ve gülben ergen'in başrollerinde oynadığı diziyi izleyip gözleri dolan tipik türk ailesidir. tanım biraz reklam gibi oldu ama idare edin artık.

    yanlış hatırlamıyorsam star tv'de çıkıyordu. bildiğiniz ciddi ciddi izliyorduk hakikaten o zamanlar. babam alırdı meyve dolu tabağı önüne, durmadan elma soyardı bize. geçerdik tv karşısına pür dikkat izlemeye başlardık fırat'ı.

    ama bu ibrahim tatlıses hayatın hep acı yanlarını yaşıyordu. paso sigara tüttürürdü zaten. kardeşi hüseyin'in karısı ya da sevgilisi olacak, tam hatırlayamıyorum şimdi, hastalıktan ölünce, kardeşi de dayanamayıp canına kıymıştı. bu arada annem hemen teşhisi koymuştu zaten ve bizimle paylaşma gereği duyuyordu:

    "bak görüyor musunuz? kız bi öksürdü eline kan geldi, kesin verem bu verem."

    "bak, çocukta dayanamadı bu üzüntüye, o da gitti arkasından."

    sonra ibrahim tatlıses mezara falan toprak atıyor, yakınları ağlıyor falan hüzün götürüyor etrafı yani. bu arada bizi bir karamsarlık alıyor gidiyor haliyle. her ne kadar dizi de olsa üzülüyoruz o sıralar.

    tabi her bölüm böyle değildi ama zeynep'in(gülben ergen) ölümü yıkıp geçmişti ortalığı. o zamanlar daha genç herkes. hoplayıp zıplayan bir kızdı haliyle gülben ergen. boyunca yerlerden atlıyordu dizide. şimdi atla desen "topuğum kırılır!" diye söylenir anasını satim.

    fırat'ın azgın suyunda çamaşır yıkayan hanımların yanına gidiyor muhabbet etmeye zeyno. sonra şakalaşırken falan boğulmaya başlıyor ama boğulduğu yerde dizlerini geçmiyor he. oğulları ibo öğreniyor annesinin boğulduğunu, bu sırada millet kendini kaybetmiş zaten. herkes "zeyno!zeyno!" diye bağırıp duruyor ama nafile. boğuldu anasını satim çoktan. duyarlı vatandaşın biri durumu seziyor ve sudan çıkarıyor zeyno'nun ölüsünü. durumu öğrenen oğulları ibo, salya sümük ağlarken babasının yanına koşuyor ama yok böyle bir hüzünlü ortam. ailece ağlıyoruz o sırada. babamın bile gözleri doluyor. ibrahim tatlıses'in yanına varınca "annem boğuldu!" diye zorla iki kelime çıkıyor ibo'nun ağzından. zaten durumu öğrenen ibram'ın yüz ifadesini hayal edersiniz. bir koşu gidiyor zeyno'nun yanına. bu sırada arkadan hemen müzik giriyor tabi:

    "şu fırat'ın suyu akar serindir oy oy ölem ölem, derdo ölem akar serindir oy oy oy oyyy."

    bu aralar tabi ablamlarda ağlayanlar kafilesine katılıyor. annem desen kendini kaybetmiş. benim halimde babamınkinden farksız. bildiğin etkilenmişiz yani. altı üstü dizi lan bu! şimdi böyle diziyi anlatmış gibi oldum ama başka türlü de olmazdı, kusura bakmayın.
    2 ...
  36. sürekli karşılaşılan ama tanışılmayan insanlar

    1.
  37. artık biz farketmeden de olsa, hayatımızın bir parçası haline gelmiş insanlardır. *

    belki okuyoruzdur belki de çalışıyoruzdur. rutin olarak gelip gittiğimiz yollarda gördüğümüz, sürekli çay içtiğimiz bir mekanda gördüğümüz insanları takip ederiz anlamadan. alışmışızdır artık onların varlığına, eksikliklerini hemen hissederiz.

    aranızda bir diyalog geçmez hiçbir zaman, hatta selam bile vermezsiniz. sevip sevmemek önemli de değil. ön yargıyla yaklaşmışızdır, ne kadar iyi biri bile olsa tanımadığımız için bizim gözümüzde daima kötü bir karakter olarak kalacaktır ya da tam tersi.

    staj dönemlerim. servisin bizim eve geçtiği en yakın yer bile bir hayli uzakta. ama yürünmeyecek gibi de değil yani. her sabah çıkıyorum evden. birkaç ay önce bizim mahallede küçük bir börekçi açılmıştı. simit, poğaça vs. satılıyor. ama ekmek falan yok, ondan fırın demedim. dükkan küçük ama ismi "... simit dünyası." gören de "ne biçim dünya bu lan! puhaha!" gibi bir tepki veriyor zaten. oradan poğaça, tahinli neyin bir şeyler alıyorum her sabah. o sırada bir başka adam geliyor. 4 günün kesin 3 günü karşılaşıyoruzdur. bisikleti var ihlas marka, hani ince kadrolulardan. birkaç poğaça ve kesin bir tane ayran alırdı. poşedi bisikletin gidonuna asar yavaş yavaş uzar giderdi ben arkasından bakarken.

    1: poğaça alan adam.

    poğaçalarımı aldıktan sonra köşeye varmadan poşetten çıkarıp yemiyorum. o sırada yukarıdan gayet şık giyimli, tahminen benden 3-4 yaş büyük bir kız geliyor her zaman. gerçi ne kasıyorsun, ye gitsin. sanane kızdan ama yok, karizma çizilmesin. evet, ayak üstü poğaça yiyenin karizması çiziliyormuş.

    2: güzel giyimli kız.

    köşeye vardığımda tehlike geçmiş oluyor. poşedi açmak yerine yırtıyorum bir güzel. az ileride kapağını hiç kapalı görmediğim çöp kovasına atıyorum poşeti. poğaçalar bitmeden karşı yönden gelen beyaz bir partner geliyor. adam kırık biraz sanırım. kaç kere kaza yapıyordu. gazete dağıtımı yapıyor. belirli yerlere yerleştirilmiş kutulara balya halinde gazete yerleştiriyor. kilidi kapatıp hızlı adımlarla biniyor arabasına.

    3: kırık gazete dağıtıcısı.

    bundan sonra biraz uzun süre yürüyorum. o sırada başkalarını görüyorum ama her zaman karşılaştığım insanlar değiller. servise bineceğim yere 5-10 metre mesafe ötede simitçi kürt çocuk var. bizim mahalleden aldığım için hiç alış-veriş yapmadım. bundan olsa gerek beni sevmiyor galiba. çünkü servise binecekler, çoğu zaman simit alırlar ondan.

    4: simitçi çocuk.

    servisi beklemeye başladıktan en fazla 10 dakika sonra, beline kadar uzanan kahverengi saçlı kız geliyor. yeri her zaman aynı, su borusunun yanında dikiliyor. makyaj güzeli değil ama, doğal bir güzelliği var. zaten kendi de anlamış olacak ki hiç makyaj yapmıyordu. rüzgar esince dağılan saçlarını toplaması favori hareketim olmuştu kızın. göz ucuyla arada ona bakıyorum ama şu kırolar yok mu? bildiğin bakarken kızın içine düşecekler anasını satim. bir insan bu kadar mı terbiyesiz olur allah'ım. adımlarını yavaşlatanlar bile var ulan. bakıyorsunuz bari çaktırmayın, odunlaşmanın alemi yok.

    5: uzun saçlı doğal kız.

    sonra zaten servis geliyor. usta başı ahmet abi, göbekli irfan usta, enişte lakaplı ismini bilmediğim biri ve şopar dedikleri levent abi'yle birlikte biniyoruz minibüse.
    5 ...
  38. bir anı olarak babanın anneni dövdüğünü hatırlamak

    1.
  39. muhtemelen hayatta karşılaştığınız böylesi bir olay, en kötü anınızın olacağı durumdur herhalde.

    aramaya inandım baştan söyleyim. çemkirmeyin sonra bana. babanın anneni dövmesi gibi birkaç başlık var ama benim söylemek istediğim, yıllar sonra durumla ilgili bir şarkı dinleyip anımsamaktır eski günleri.

    bu demek değildir ki babanıza nefret besleyeceksiniz, sevemeyeceksiniz oldunuz olası. onun yaptığı hata büyük olsa da hala babanız sonuçta. bir anlık öfkesine yenilmiş o kadar. hiç unutulmayacak ufak bir kırıklık bırakacaktır ama aranızın ciddi şekilde açılmasına izin vermemelisiniz iki taraf olarakta. herkes hata yapar, babalar bile.

    annen, seni en çok düşünen insan. dayağı yediği halde alttan alan, canının acısından değil, gururundan dökülür yaşlar gözünden o an. sevmek ve acımak. harmanlanır bu iki duygu evladın düşüncelerinin karmaşasında. ardından, teselli ve gözyaşlarına eşlik etmek...

    küçüktüm tabi o zamanlar. şimdi olsa karşı çıkar anne mi savunurdum elbette. sadece bir kereliğine mahsus gerçekleşti zaten. dediğim gibi, evlilik süreçlerinde sadece ilk ve son defa olacak bir hataydı babam için, ama büyüktü. pişman olmuştur sonradan kesin.

    benim sünnet düğünüm vardı. köydeki kadriye nine bile gelmişti ama amcam yok ortalıkta. ha geldi ha gelecek derken düğün bitti anasını satim. bahane bulmuş sonralardan ama ben pek ilgilenmedim tabi, yaşım küçük zaten. ipimle kuşağım, öhmm. ama annemle babam kızmışlar amcama. hele annem unutmaz yani, yanlışı olmasın birisinin. aklının bir köşesinde daima durur. babam öyle değildir ama, kızgınlığı anlıktır, ona kazık atmaya çalışsalar bile gayet anlayışlı, sabırlı, kin tutmayan biridir. ama enayi değildir tabi. ince çizgiyi korur her zaman.

    birkaç sene sonra amcamın kızının düğünü olacaktı galiba. tam hatırlamıyorum. "madem niye yazıyorsun lan mal!" diye söylenirseniz size hak veririm. ama durun hacılar burası pek önemli değil zaten. neyse işte, amcamın kızının düğünü varmış. annem hatırlıyor tabi amcamın benim sünnet düğünüme gelmediğini. gitmeyeceğiz de gitmeyeceğiz diye tutturuyor. ilk günkü kızgınlığı hala duruyor anlayacağınız. babam çoktan unutmuş, can atıyor gitmeye. bunlar bir tutuşuyor tartışmaya. annem diyor "gitmeyeceğiz!", babam diyor "hazırlan hadi adamı kanser etme!" diye. ben de onları izliyorum bu sırada. babam pes ediyor sen gelmezsen gelme diye. ama beni götürecek. üstüme düğünlük temiz kıyafet giydirmesini söylüyor anneme. annem inat, beni salmıyor. babama "gideceksen sen kendin git diye söyleniyor." babamın sigortalar atıyor tabi artık, bir güzel dövmeye başlıyor annemi. annem yere düşüyor, ben ağlar vaziyette mal mal izliyorum. arada araya giriyorum ama yok, bit kadar boyumla nereye ayırıyorum ben allah aşkına. sonra babam kızgın bakışlarla bana dönüp:

    - geliyor musun?

    + annemle kalcam ben. (ağlamayla karışık)

    vurup kapıyı çıkıyor babam. annemse yerde duvara sırtını dayamış vaziyette ağlıyor. atlıyorum kucağına. bir de ben hüngür hüngür. zaten anneme çok düşkünüm. bir güzel ağlaşıyoruz biraz. sonrası malum, annem hiç konuşmuyor babamla. 2-3 hafta ne yemek pişiriyor, ne doğru düzgün çamaşırlarını yıkıyor babamın. sonra barışıyorlar ama yavaş yavaş.
    7 ...
  40. hakan peker dinleyen kuşağın günden güne erimesi

    1.
  41. telefonda karşı tarafa küfreden birini izlemek

    ?.
  42. kızgın bakışlara maruz kalıp, tırsmadan öncesine kadar gayet eğlenceli vakit geçirmenizi sağlayacak durumdur.

    aynı, elinde tespih sallayan, 50'li yaşları geçmiş amcaların inşaatta çalışan iş makinelerini izlemesi gibi ilgi çekici. adamın karşı tarafa normalde aklının ucundan geçmeyecek küfürler etmesi, bu sırada kızgın tavırları, olayı açıklayarak konuşması ve sizin ona hak vermeniz ya da vermemeniz, el-kol harekeleri ve dahası. hepsi onun duygularının aksine son derece eğlencelidir sizin için. hani derler ya "kızınca çok güzel oluyorsun." diye, öyle bir his sanırım. sırıtık yüz ifadesiyle mesafeyi koruyarak izlersiniz. arada sanki onu dinlemiyormuş gibi başka şeylerle ilgilenirsiniz. ama saf aşıklar gibi kaç kişi durduk yere güler ki?

    anlar, evet anlar sizin dikkatinizin onda olduğunu. ama meşguldür o anlarda. sizinle ilgilenemez. daha doğrusu size belki de hakaret edecek, hatta kavga edecek vakti yoktur. siz de bunun kaçırılmaz bir fırsat olarak kullanırsınız elbette. ama önemli bir noktayı atlamamak gerek. karşılıklı telefon konuşması her an bitebilir. normalde anlarsınız sonlara doğru "hadi selam söyle, iyi günler, görüşürüz." tarzı sözlerden konuşmanın biteceğini. ama böyle bir durumda kaçışınız olmayabilir. adam pat diye kapatır telefonu ve hemen size odaklanır. kızgınlığını sizden çıkarmak isteyecektir. yavaştan sıvışmak lazım olay mahalinden.

    uyku düzeni bozukluğundan olsa gerek, yürüyüş için dışarı çıktım erken saatlerde, * **elimde yıllardır sporla ilgilenen biri gibi su şişesi. ama yok, onlar gibi yapamıyorum. adam bir yudum alıp kapağını kapatıp devam eder, arada tekrar 1-2 yudum alır falan. ben içiyorum 2 dikişte bitiyor. sonra atıp çöp tenekesine devam ediyorum. midemin duvarlarına çarpıyor su, "glup-glup" diye ötüyor bir de. midesi guruldayan birinin duyduğu utanç geliyor o sıralar aklıma. eve dönüp kısa bir duş aldıktan sonra* annemle birlikte kahvaltı yapıyorum. sonra babam arıyor "faturaları yatıramadım ben, git bugün onları sen yatır." diye. faturalar, paralarıyla birlikte çamaşır makinesinin örtüsünün altında diye açıklıyor ardından. ulan hiç sevmiyorum şu fatura yatırma olayını ama n'apalım, bu seferlik böyle olsun diye tekrar çıkıyorum evden. akıl mı kaldı, öğle tatiline girmişler. haydaaa. dön bakalım eve tekrar, söylen kendi kendine.

    1-1.5 saat sonra çıkıyorum tekrar evden, varıyorum ptt'ye. 90'lı yıllardaki besaş kuyruğu gibi bir sıra. işim mi var allah aşkına diyerek geçiyorum sıraya. ellerinde 6-7 fatura olanlara bir güzel kaynıyorum içimden. hadi olur en fazla 3-4 tane, anlarım. adam biriktiripte mi getiriyor, hayır olsun diye eş, dost, akrabanın faturalarını mı topluyor aklım ermiş değil. tam pislik bunlar, tek kişilik sırasını çıkartıyor 4-5 kişiye. sıra bana yaklaştıkça sabırsızlanıyorum. ayaklarım ağrıdı ayakta bekleye bekleye. ama biz de şans yok ki anasını satim. önümdeki şapkalı dayı bir çıkarıyor ceketinin cebinden faturaları, seriyor veznede ki gözlüklü elemanın önüne. bir de demez mi "telefon faturasını kaybetmişiz, numarayı söyleyim ayarlayıver onu da." hey allah'ım.

    nihayet bana sıra geliyor, yatırıp çıkıyorum hemen kapıdan. biraz ileri de kendini manav zanneden marketin önünde martı kaş bir adam. muhtemelen kürt bi vatandaş. yanlış anlamayın he. genelde kürtlerin kaşları öyle oluyor ya ondan dedim. ama konuşması doğrular nitelikte. elinde telefon. (daha okunabilir olması için aynen yazamıyorum, zaten telaffuzda sıkıntı çekebilirim, ayrıca küfürlerin devamı tam düşündüğünüz gibi)

    - senin ananı ta eşekler...
    + (ne söylediği bilinmiyor)
    - ne, ne? lan varya ben onun ta anasının...
    + (ne söylediği bilinmiyor)
    - o gelecek, o gelecek buraya, o zaman seninle birlikte onu da köpeğe...

    aklımda kalanı bu kadar. o sırada ben de karşı tarafta akvaryumcunun balıklarını inceler gibi yapıyorum. sırıtıyorum durmadan. ama öyleydi hakikaten, konuşması hareketleri falan çok komik gelmişti. adamla birkaç kez göz göze geldik. birden kapadı bu telefonu. dedim inşallah anlamamıştır, yoksa sıçtık. dikti gözlerini bana, karşıya geçmek için yukarıdan gelen otomobilin geçmesini bekler gibi bir hali vardı. dedim bu kesin bana bir şey yapar bu sinirle, birden koşar adımlarla eve doğru yürümeye başladım. mesafe biraz açıldıktan sonra omzumun üstünden arkaya doğru baktım. kızgın kızgın bana bakıyordu hala. yakalasaydı akıtırdı pekmezimi...
    3 ...
  43. derin uykuya dalan babanın öldüğünü sanmak

    ?.
  44. bir anlık hissedilen büyük üzüntünün yersiz olduğunu görüp, karşıt duyguların ani değişimlerine maruz kalmaktır.

    düşüncesi bile insanı yeterince olumsuz etkilerken, bu durumda olanların psikolojisini kısa süreliğine de olsa anlamanızı sağlar. hayatta en sevdiğiniz insanı kaybetmek, fazlasıyla duygusal çöküş yaşatır her bünyede. kabul edilemez bir süre zaten, her şey hayal olarak, sadece bir rüyadan ibaret olarak algılanır. hiç olmamış gibi. böyle bir durum başıma geldiğinden değil, samimi tanıdığımızı kaybettiğimiz için söylüyorum.

    lise zamanlarım. her şey gayet düzenli hayatımda, sıradanlık hakim ama sıkıcı değil. annem 5 yaşında sandığı şahsıma fazlasıyla ilgili. gerçi şimdide öyle, 30 yaşında da öyle olacak gibime geliyor. anne işte, yetmez mi bu kelime her şeyi anlatmaya? ama babamın yeri ayrı. o, sevgisini içinde yaşayan, ilgisiz gibi davranan ama son derece endişeli, her daim desteğini eksik etmeyen, sevgisi ölçülemez hayat parçam. şimdi size ailemi anlatmaya gelmedim tabii, yaşanmış bir hikayesi var ki bu başlık açıldı.*

    otobüsten inip, tek hamlede çantamı sırtıma geçirdim. yürüdükçe ağırlaşıyor, sanki arkadan biri sürekli kitap ekliyor anasını satim. yorgunluk işte. 2 saat boş derste, zamanı olabildiğince dolgun yaşamayabilmek için maçta o kadar koşarsan olacağı bu. mahalleme vardığımda sürekli gördüğüm tanıdık yüzler arasında eve doğru yürümeye devam ediyorum. kapının önüne vardığımda zile bastığım halde kapıyı açan yok. müzik eşliğinde elektrik süpürgesi sesi geliyor. duymaz tabi annem zilin sesini. kesilmesini bekliyorum 5 dakika kadar sesin, sonra tekrar zile abanıyorum işaret parmağımla. nihayet, kapı açılıyor. içeri girdiğimde koltuklar yerlerinden oynatılmış halde. kapsamlı temizlik var anlaşılan.*

    akşama kadar oyalanıyorum etrafta. babam geliyor sonunda işten. hasta ama birkaç gündür. grip olmuş, üstünde bir halsizlik var. geldiği gibi yemekten sonra yorgunluğunu üstünden atmak için biraz uzanır. ama sonra kalkar, sosyalleşmek adına kahveye gidip 2 çay içer, arkadaşlarıyla sohbet edip geri gelirdi. bu sefer öyle olmadı. yatış o yatış. arada uyandı ama tuvalete, su içmeye falan kalktı. çıkmadı yani dışarı bu sefer. saatte 00:00 civarlarına gelince ben de yatmamın gerektiğini anlıyorum. zaten onlar çoktan uyumuşlar. ışığı kapatıp yatağıma yatıyorum. uykuya daldıktan kısa süre sonra annemin yüksek sesi duyuyorum.

    "hikmet! hikmet uyansana!"

    üzerimden anın sersemliğini atmaya başlarken yine annemin sesi:

    "oğuz! oğuz koş babana bir şey olmuş!"

    normalde binbir güçlükle, olabildiğince ağır hareketler sergileyerek uyandığım yataktan fırlıyorum birden. o sırada bacağım yatağın tahtasına çarpıyor. acıyı şiddetli şekilde hissediyorum ama umursamıyorum. evin içinde beygir gibi koşuyorum kısacık mesafede yatak odasına doğru. kapıdan girerken refleks olarak elim hemen ışığa gidiyor, yakıyorum lambayı. annem, babamı uyandırmaya çalışıyor.

    "hikmet! hikmet uyansana!

    ama yok böyle bir ses. öyle bir acıklı, öyle bir hüzünlü konuştuğunu duymamıştım daha önceden annemden. ben de:

    - baba!baba!baba!

    kelimeleri eşliğinde hafif sallıyorum babamı kolundan bastırıp. o arada moral felç zaten, gözlerim doluyor. endişe, hüzün, üzüntü ve daha fazlası. bütün duygular birbirine karışıyor. sonra babam gözlerini alan ışık eşliğinde hafif kısık olarak açıyor;

    "bi uyutmadınız insanı, gidin başımdan yahu!"
    2 ...
  45. çekirdek satan üniversite öğrencisine acımak

    1.
  46. durun! kimseyi aşağıladığım yok.

    acıma duygusunun en yoğun yaşandığı durumdur. belki de kişiye göre.

    arkadaşları arasında belirli bir saygınlığı olan, sevilen, genel anlamda iyi bir izlenim bırakmış, lakin meteliğe kurşun atan öğrenci kardeşimiz, maddi durumunu biraz da olsa düzeltebilmek için çekirdek satmaya başlar. az ya da çok, kazandığı kardır yanına nasıl olsa. arkadaşlarına çaktırmamaya çalışır, ama biraz dikkat edenler anlayacaktır maddi sıkıntı çektiğini. anlayanlar da nasıl olsa görmemezlikten geleceklerdir büyük ihtimal. memlekette yaşamaya devam eden ailesi, gönderdikleri parayı yetiyor sanıyorlardır belki de. ah be bey amca, keşke yetse de oğlun çekirdek satmak zorunda kalmasa. hayat, gerçekler...

    belli etmemeye çalışır arkadaşlarına maddi sıkıntı çektiğini. onlar gibi olmaya çalışır ama çoğu zaman hep bir bahanesi vardır nasıl olsa, inandırdığı ya da inandırdığını zannettiği yalanları. zaten biraz dikkat edenler anlar ne durumda olduğunu, görmemezlikten gelirler çoğu zaman.

    - oğuz, konsere geliyorsun değil mi?
    + yok be olum, ben manitayla buluşacağım o saatte.
    - onu da al gel, hem konsere gelmiş olursunuz, hem beraber.
    + romantik ortam planlıyorum olum, başbaşa.
    - iyi hacı sen bilirsin. hadi görüşürüz.
    + görüşürüz.

    gibi, her defasında kaçamak cevaplar, benzer diyaloglar. bilet parası mı? ne gezer. manita mı? oğuz, alem adamsın. sen de sevgili he, güldürme beni. gider parkta oturursun o saatlerde boş boş. çekirdek satarsın belki o saatte. hem değişiklik olur. arkadaşların eğlensin coşsun, sen böyle içten içe kahrol. paranın gözü kör olsun değil mi? ama seni karşıdan gören hiçbir şey anlamasın. yakınında olduğun insanları kastedmiyorum, yabancılar, tipine bakıp kendi kendine senin hakkında düşünce çıkaranlar, akıllarının ucundan geçmiyor biliyor musun senin bu durumun? çok iyi bir oyuncusun.

    evet, durum biraz da olsa özetlendi sanırım. ama şuanlık oğuz gibi mecburi yalan atmaya ihtiyacımız yok çok şükür.

    ilkokul arkadaşımla hala görüşüyoruz. hiç aramız açılmadı o bu zamana kadar. o benim hatalarımı, ben onun hatalarını görmemezlikten geldim. hiç borç alıp vermeyiz birbirimize. biliriz arkadaşlığımızın biteceğini, zarar göreceğini çünkü. aynı sokakta olmasa da aynı mahallede oturuyoruz. 4-5 dakikaya normal tempoda yürüyünce kapılarının önüne varabiliyorum. o kadar yakın yani. sıkılınca çıkar gezeriz, dolaşırız herkes gibi. eğleniriz, bazen kafa dağıtırız. bilirsiniz işte, tipik insan davranışları.

    geçende, geçende dediğim 2 ay oluyor nereden baksan. bastım zile hadi gidiyoruz dedim. sorgu sualsiz giyinip çıktı. hadi tophane semalarına çıkalım da, ne zamandan beri görmediğimiz bursa manzarasını seyrederiz dedim. yoldan abur cubur, içecek falan alıp çıktık yukarı. ama o merdivenler genç bünyeyi de yoruyor be arkadaş. yukarıda manzara eşliğinde eski çocukluk anılarımızı konuşurken birkaç saatin geçtiğinin farkına varıp gitmemiz gerektiğini anladık. altıparmak'tan sallanırız yürüye yürüye. hem midye dolma yeriz yol üstünde. dediğimiz gibi de oldu. midye dolmanın dayanılmaz lezzetine kapılıp öküz gibi yemeye başladık. artık yeme işine durmamız gerektiğini anlayıp tekrar yürümeye başladık. birkaç metre gittik, kendi aramızda:

    - ne yedik be dimi?
    + aynen, ne pis boğazlıymışız aslında.
    - ama çok lezzetli şimdi, yalan yok.
    + orası öyle, bu kadar yediğimize göre.

    derken, kenarda oturmuş, önündeki ters çevrilmiş karton kutunun üstünde duran şeffaf şeker poşetleri içindeki çekirdekleri satmak için bekleyen, muhtemelen okuyan, hafif karizmatik, bizim yaşlarımızda ya da bizden daha büyük bir genç duruyor. ama yüzünde bir hüzün var. tam biz geçerken:

    "çekirdek var abi, çekirdek alır mısınız?"

    onun çekirdek satmasına değil, istemese de, mecbur kaldığı için bize "abi" demesini çok içerledim. hani hüzünlü bir parça dinleyip, tüylerinizin diken diken olduğu o an gerçekleşti sanki. birkaç saniye önceki, tavana vurmuş moralimin kafasına balyoz indi. hiçbir tepki vermedim, daha doğrusu vermedik. yanından geçip gittik. her ne kadar onun yararına çekirdek alacak ta olsam, alış-veriş sırasında oluşan duygu karmaşası aklıma geldi ve bir davranışta bulunamadım o an, sanki yardım etmek isteyen kolları bağlı biri gibi...
    1 ...
  47. araba farı yüzünden bacak hatları belli olan kadın

    1.
  48. aslında başlık "gece dışarıya çıktığında araba farları yüzünden bacak hatları belli olan kadın" olacaktı ama sığmadı.

    bir de tanım yapalım: ince kumaştan yapılmış eteğin kurbanı olmuş kadınlardır. * *

    kadınları son derece rahatsız eder bu durum. eğer güzel vücut hatları yoksa, kendini rezil edecektir büyük ihtimal. ama kendine bakan, sürekli kilosunu dengede tutan, bakımlı olanlar, abaza tayfaya (buna 40-50 yaş grubu amcalar da dahil) görsel şölen olacaktır o anlarda. bakıp bakıp iç geçiren, ergenlikten başlayıp, üst yaş sınırı olmayan insanlar...

    zaten çoğunlukla fiziği düzgün olmayanları kapsıyor bu konu. yoksa, pantolon giyerlerdi en darından değil mi? ama görüyoruz tempra kadarlar da giyiyorlar. resmen taşıyor kemer hizasından yağlı etleri. tiksiniyorum, tiksiniyoruz, giymeyin ulan! ama bu manzarayı ortaya çıkarmamak için uğraşan, son derece akıllıca davranan hanım ablalar, kızlar, kadınlar, bağyanlar, neneler ve dahası, sizleri seviyoruz.

    hesaba katmıyorsunuz bu anlattığım durumu, orası işi bozuyor işte. ama kaçınılmaz belki de.

    - kız, önüme geç çabuk, önümden yürü!
    + noldu, niye ki?
    - bacaklarım belli oluyor arabanın ışığından, arkamızdakiler görmesin.
    + he, öyle desene kız.

    gibi diyalogların yaşanması muhtemel. o an unutmuş, sere serpe yürüyenler yok mu? var elbette. ya içinde bulunduğu durumun farkında değil, ya vücuduna güveniyor. arkadaki tayfayı dönelim;

    - abi, öndekine bak.
    + uvvv, maşallah, sağlammış.
    - tüh be adam köşeden döndü görüyor musun?
    + olsun, bak ilerden başka araba geliyor.
    - hehe, sen de az çakal değilsin.

    gibi muhabbet almış gidiyor. hiç utanmaz bunlar, konuşur da konuşurlar. yaşını başını almış adamlar bir de. hatta bu diyalog bile en masumu olabilir bu konunun. sen asıl diğer bahsettiklerimi düşün, hani fiziği düzgün olmayanları...
    0 ...
  49. ısınmak için doğalgaz sobasının bacasına konan kuş

    1.
  50. öncelikle, çok pis ikilemde kaldım "doğalgaz" mı "doğal gaz" mı diye. doğalgaz olarak yazdım, yanlışsa ödemeli atın ben anlarım.

    kuş beyinli demenin, hakaret olarak algılanmaması gerektiğini savunan görüşü destekler nitelikte davranan hayvandır. * *

    belki de kuş beyinli derken, insanın kafa boyutuyla kuşunkinin karşılaştırılıp, kuşun beyninin insan kafatasında küçücük kalmasını ima etmişlerdir söyleyenler. ama küçük olması, hakaret niteliği taşımamalıdır. hem size, hem kuşlara karşı. siz böyle diyenlere "kuş beyinsiz" deyin en iyisi. yeter bu kadar saçmalama.

    normal birgün. pencere önüne dizilmiş çiçekleri suladığım, babamın iddaa kuponuna bakmam için bilgisayarı açtırdığı, masamın üzerinde her daim makas, kerpeten, elektrik teli vs. bulunduğu, son derece normal birgün. içeride, sürekli müge anlı'yı izlemekten bıkmamış, durmadan üzücü haberleri duymaktan zevk alan ya da üzüldüğü için tv başından ayrılamayan, fırında tavuğu ve sütlacı pek güzel yapan annem, kahvaltı sofrasını kuruyordu. ama biz masada yemeyiz. olduk olası yer sofrası. hem daha rahat masaya göre. bazı yazarlar ilkellikle suçluyor ama olsun, kimsenin salladığı yok zaten.

    mutfağa yöneldim, biraz da olsa yardımım dokunur diyerekten reçel kavanozunu boşalttım kaseye. götürdüm içeri.

    - günaydın.
    + günaydın, hayret! bugün erken kalkmışsın.
    - öyle oldu. kapat anne şunu allah'ını seversen. tiksiniyorum şu kadından artık. bu kaybolursa kim bulacak bunu acaba!
    + hadi çok konuşma, bak adamın kızı kayıpmış, onu arıyorlar. sende ne vicdansız çıktın. tuzu almamışım, yumurtaları da soy, sonra gel başlayalım.
    - tamam.

    ocakta yumurtalar kaynıyor. ne zaman kaynamaya başladıklarını bilmiyorum ama elliye kadar sayma gereği duydum o an. kıvamı güzel oluyormuş, aklımda öyle kalmış. ocağı kapatıp aldım yumurtaları soğuk suya koydum. sıcaklar bir de, parmaklarımın uçları yandıkça daldırıyorum elimi soğuk suya. soyarken yarısı kabukta kalıyor zaten. annem de her zaman aynı şeyi söyler bu durumda: "tazeler de ondan soyulmuyorlar." haklıdır belki, belki de değildir, bilmiyorum. soyduktan sonra tuzu da alıp gittim içeri. çayın buharı tütüyor yavaştan, döküyorum ince belli 2 bardağa yavaşça. dolduruyorum küçük çocuklar gibi 3 kaşık şekeri bardağıma. şerbet gibi oluyor, ohh mis.

    doğalgaz sobası hemen yanımızda, normalde bildiğiniz gibi çakmak ateşi kadar sürekli yanar vaziyette duruyor. sıcaklık seviyesi var 7'ye kadar, bizimki genelde 4'te duruyor. içersi soğuyunca yanmaya başlıyor, belirli bir sıcaklığa gelince sönüyor. ama o an normal halinde. yanma sesi yok yani sobada. zaten yanarken metalin genleşmesinden midir nedendir çatur çutur ötüyor. bir yandan televizyonun sesi bir yandan çatal-kaşığın sesi derken bir ses daha duyuyorum. sürekli "tık-tık, tık-tık-tık".

    - anne, sesini kıssana bi saniye televizyonun.
    + n'oldu?
    - sen kıs bi sesini.
    + (sesini kısar televizyonun)eeee?
    - duyuyor musun?
    + neyi?
    - bak "tık-tık" ediyor bir şey, sanki sobadan geliyor he?
    + hakikaten bi ses var sanki öyle.

    kıllanıyorum tabi ben, sobanın ayarıyla falan oynuyorum, bakalım bir değişme olcak mı diye. yok 5 dakikadır aynı. sobanın dışarı uzanan kısa bacasına bakmak için pencereyi açıyorum ki ne göreyim. guktinin biri geziniyor üstünde. tırnakları metal yüzeyde yürüdükçe "tık-tık" diye ses çıkarıyormuş meğersem. ama yavru olduğu belli halinden. ısınmak için gelmiş herhalde, yazık. en ufak bir tırsma da yok ben bakarken, bakışıyoruz öyle biraz.

    + neymiş?
    - guktiymiş, ısınmaya gelmiş.
    + gukti de ne be?
    - hani sabahları ötüyor ya "guggucuk-guggucuk" diye.
    + hee, anladım. yazık hayvan üşümüş herhalde, ondan orda duruyor.
    - herhalde.

    camı kapayıp içeri giriyorum. devam ediyoruz kahvaltımıza. 1 saat sonra baktığımda bile orada. hayvan fena üşümüş herhalde. yazık...
    5 ...
  51. elinde gillette mach 3 ile bekleyen platonik aşk

    ?.
  52. muhtemelen sizi sakal tıraşı yapmayı planlayan karşılıksız aşkınızdır. * *

    durun durun! anca rüyanda görürsün demeyin hemen. rüyamda gördüm zaten. yoksa, olacak iş değil böyle bir durum. şimdi ki gibi dolanıyordum sözlükte dün, sabah hava aydınlanana kadar. sonra tabi koaladan hallice uyumaya gittim. uyandığımda saat 17:00 civarıydı. aileden kimse de "kalk hadi kalk, öküz gibi uyuma!" da dememiş bütün gün. kaptırmışım ben de. ama bu kadar güzel rüya göreceğimi bilsem, düzenli olarak tekrarlarım herhalde.

    öncelikle, gerçek hayat gibi bir gerçeklik yok tabii ki rüyalarda. olabildiğine saçma olabiliyor her biri. bu sebeple ki, bizi uyandığımızda güldürebiliyor ya da somurtmamıza sebep oluyor. neyse, yeter bu kadar ön açıklama.

    sabahın ilk ışıklarında koydum kafamı yastığa. kirpiklerimin köklerinde hafif acı vardı zaten uykusuzluktan ya da herhangi bir sebepten işte. dalmışım karışık düşünceler arasında uykuya.

    yürüyorum son derece amaçsız olarak bizim mahallenin yollarında. ama etrafta hiç insan yok, sadece ben varım mal gibi. birden kendimi her zaman film kiraladığım dükkanın önünde buluyorum. dükkana giriyorum yavaş adımlarla. sonra bir bakıyorum arabanın ön koltuğundayım. direksiyonda dükkanın sahibi, arkada kendini yönetmen sanan, takım elbiseli, ciddi yüz ifadesine sahip bir adam. abi diyorum, bruce willis'in yeni filmi çıkmış, bol aksiyonlu. var mı sende cd'si? arkadaki adam konuşmaya başlıyor. "v for vendetta benim filmim. yönetmeni benim o filmin. şimdi ismini hatırlayamadığım bir kadını oynatmıştım." ben hemen "natalie portman" diye atılıyorum. direksiyondaki dükkan sahibi; adam einstein beyler diyor birden. olaya bakın lan!

    sonra torpido gözüne uzanıyor dükkan sahibi. al bak burada diyor, git izle evde. kimlik bırak ama. bakıyorum cd'nin üzerine buz devri. hemde diego'nun resmi var anasını satim. bu mu şimdi bruce willis'in aksiyon filmi diyorum kendi kendime. elimde cd ile açıyorum arabanın kapısını, hooop, bizim evin daire kapısının önündeyim. selena gibiyim ulan. bakmayın öyle, saçma işte, rüya bu arkadaş.

    giriyorum içeri, televizyonun yanına doğru yol alıyorum. takıp izlemeyi planlıyorum filmi. bir bakarsın, içerde koltukta oturmuş, bir elinde tıraş köpüğü, bir elinde gillette mach 3 stajda tanıdığım platonik aşkım. sanki normalmiş gibi gidip havlu alıyorum ben bir de. halıya, üstüme başıma bulaşmasın köpük diye. bir güzel köpüklüyor yanaklarımı, bu arada gülüşüyoruz falan. resmen yan yana, göz gözeyiz o anlarda. favorileri uzun tut diye tembihliyorum arada. bir güzel tıraş ediyor ki sormayın. sinek kaydı resmen. sonra havluyla iyice kalan köpükleri silip, burnumun ucuna öpücük konduruyor.

    sonra uyanıyorum, rüyamda gördüklerime kıkır kıkır gülüyorum bir güzel. her rüya böyle olsa...
    1 ...
  53. uzun mesafe yürümenin ufak keşifler kazandırması

    1.
  54. yorgun bünyenin, yürümesine sebep verecek işin hallolmasının yanı sıra, başka mutluluklar kazanmasını sağlamasıdır. * *

    sürekli, binlerce kez geçmiş, ayaklarımızın bize sormadan kendi kafasına göre davrandığı yollardan geçmişizdir bulunduğumuz zamana kadar. tahmin edeceğiniz gibi, eve varmak için kullandığımız, işe gitmek için ya da arkadaşlarımızla buluştuğumuz her zamanki mekana giden yollardır zaten. ama belirli bir yere kadardır buralara varmamız. dolmuşun evimizin en yakınında bırakması bile bizi bir kaç yüz metre yürütecektir. ama sadece eve varmak amacıyla mı yürürüz o yolu?

    temel amacımızın o olduğunu düşünürsek(ki zaten öyledir), evet. ama o güne kadar hiç farkına varmamışızdır etrafımızda bize garip gelecek, neşelendirecek, belki de üzecek durumları. kafamızı kaldırıp bakmayız, farkına varmayız hiçbir şeyin. sadece tek bir yere odaklanırız, gideceğimiz yere varmak...

    tamam, buraya kadar sadece kısa mesafeleri göz önünde bulundurduk. hoş, bacağı kırılan adam bu söylediğimi küfür olarak algılar. biz son derece sağlıklı halimize odaklanalım öyleyse.

    evdesin, geçende çarşıda bir mağazanın vitrininde görüp beğendiğin ama o an müsait olmadığın için alamadığın takım elbiseyi almanın vakti geldiğini düşündün. ama acelen yok, ha bugün ha yarın. giyindin, anahtarları alıp kapıyı kapadın.

    * nereye?
    * dolmuş durağına.
    * boşver dolmuşa binmeyi. yürüyerek git.
    * neden ki? biraz aptallık olmuyor mu?
    * hayır, bu seferde böyle olsun. hem spor olur.
    * iyi, n'apalım, öyle olsun bakalım.

    gibi sorular sorup cevapladın kendi kendine. başladın yürümeye. yavaş yavaş, etrafı inceleyerek.

    daha mahallendesin ama. etraf son derece tanıdık yüzlerle, tanıdık mekanlarla dolu. kahveci rıza, her zamanki gibi senin "hayırlı işler" sözünü söyleyip gitmene fırsat vermeden:

    - hayı...(yine yakalandık iyi mi)
    + ooo, oğuz? n'apıyon iyisin?
    - iyi rıza abi ne olsun, uğraşıyoruz işte. sen n'apıyon?
    + iyi biz de işte, bütün gün çay demle dur.
    - herkesin bir işi var be abi.
    + orası öyle canım.
    - hadi abi ben gideyim yavaştan, hayırlı işler.
    + sağol, sağol.

    muhabbeti uzattıkça uzatmak isteyen rıza abi'yi de geride bıraktın. köşede ömerlerin ev var. ama daha önceden hiç farketmemiştin; balkonlarının köşesinde duran "ortanca" dedikleri çiçekleri. oldukça da büyükmüşler ayrıca, hatta yan yana, şekilleri aynı ama renkleri farklı hepsinin. mavi, beyaz, pembe...

    bak, yanından çarşı dolmuşu geçip gidiyor. hiç el sallamadın, ıslık çalmadın bile arkasından, çoğu kez yaptığın gibi. zaten doluymuş. ayaklarında şuanlık en ufak ağrı yok. daha çok yolun var yürüyecek, dur bakalım. marketçinin koyu yeşil tofaş kartal'ı dururdu herzaman ki yerinde. niye orada değil acaba? ama onun yerine doblo var, hemde yeni olduğu taa karşıdan belli oluyor. yeni almış olmalı. hmmm, bir de işler kesat diyordu. çok çakalsın ahmet abi çok.

    - hayırlı olsun ahmet abi, araba yeni galiba.
    + yeni yeni. aldık işte be oğuz, diğeri çok eskimişti.
    - iyi yapmışsın iyi, bunun tipi de güzelmiş. hem onu-bunu taşırsın. arkası müsaitmiş. hadi, allah kazasız belasız sürmek nasip etsin.
    + eyvallah, hadi görüşürüz.
    - görüşürüz.

    hele şükür, mahalleden uzaklaşmaya, yavaş yavaş daha önceden görmediğin yerler keşfetmeye başladın. buralar kestirme ama, dolmuşun güzergahından gidersen,ohooo. yarına varırsın anca. bak, ufak çocuk parkı varmış burada, küçükken gittiğin atlı-karıncalı parkı hatırladın, ne çok sallanırdın salıncaklarda, hatta düşüp kafanı yarmıştın. hala izi var, tam sağ kaşının üstünde.

    ne zamandır böyle bir yürüyüşe çıkmamıştın. et kesiği olmasa bari bacakların. şurada bir cafe var, bir kahve içersin.

    - bi kahve alabilir miyim?
    + peki efendim, hemen geliyor.

    ortam fena sayılmaz, hatta çok samimi, fazla büyük bir yer değil, ondan olsa gerek. "arkadaşlarla gelmek lazım arada, tuttum burayı."

    + buyrun.
    - teşekkürler.

    yavaşça ilk yudumu aldın. sonra sıklaştırdın yudumlar arası süreyi. soğumasını istemezsin zaten. hesabı ödeyip çıktın. devam...

    bak, sözünü ettiğin mağaza görünmeye başladı ileride. adımların hızlandı doğal olarak. sonunda içeri girdin ve istediğin takım elbiseyi göstererek hazırlamalarını söyledin satış elemanına. denemek için soyunma kabinine girdin. müthiş! tam üzerine oturdu. daha kaç beden vermeleri gerektiğini bile söylememiştin oysa. hesabı ödeyip "hayırlı işler" dedikten sonra çıktın dükkandan. 2 hafta sonra yapılacak olan ablanın düğününde giyersin artık...
    5 ...
  55. bilgi birikimi farkının oluşturduğu aşağılanmışlık

    1.
  56. başlığın yarım kalmış gibi göründüğünün farkındayım. siz "bilgi birikimi farkının oluşturduğu aşağılanmışlık duygusu" olarak kabul edin onu. sığdıramadık, n'apalım.

    öncelikle aşağılanmışlık duygusunu, kişinin sadece kendi kendine oluşturduğunu, belki de hafiften sezdirilerek açığa çıkarıldığı gerçeğini söylemek lazım. yoksa kimsenin kimseye "kara cahil, git yanımızdan, çöplüğüne geri dön ve oradan hayatının sonuna kadar çıkma!" gibi cümleler sarfettiği yok elbette. zaten bunları söyleyenlerin yanında ne işin var? "ben istifa ediyorum ulen!" deyip çektirip gidersin yanlarından ya da yanından.

    evet, gerek yaşının verdiği cahillikle, gerek çevresinin ona verebileceği maksimum bilgiye ulaşan, artık kendini daha üstlerde görmek için uğraşan birey, adımını atmaya çalışır kendinden üstün insanlar topluluğuna. üstün derken; göreceli, kime göre neye göre gibi kavramları öne sürmeyelim hemen. sen beyaz şahin'e binen apaçiyle, nietzsche(bunu yazamadım, gittim google'ye sordum) okuyanı bir mi tutuyorsun şimdi? onun gibi işte, anladın değil mi?

    tabi ortama ilk girişte kendi de kabul eder bu durumu, hatta önceden biraz çalışıp gelir, sınava girecekmiş gibi. yoksa karşısındaki laf arasında "oğuz, sen söyle allah aşkına, pink floyd dinlenmez mi hiç." derse ne diyecek? anlamsız bakışlar atacak tabi etrafına, af buyur tarzı duruşuyla. dua etsin de daha önceden duymuş, parçalarından birine denk gelmiş olsun. hiç olmadı çalıştığı yerden çıksın bari. en azından aklında kaldığı kadarıyla melodisini mırıldanır, ismini bile telaffuz edemediği şarkının. durumu kurtarır en azından. yoksa vay haline. bilmiyorum dese, karşısındaki belki de dürüstlüğünden dolayı hak verecekti ona. işte, buna benzer binlerce diyalog...

    ama bunların yanında gittikçe bilgi hazinesi genişleyecek farkında olmadan. son derece iyi niyetli, son derece samimi arkadaşları da olacak. kendisi bırak yurtdışına çıkmayı, en fazla 3-4 şehir gezmişken(askerlik sebebiyle o da), o ülke senin bu ülke benim gezen arkadaşlarıyla sabahlara kadar eğlenecek, giyim tarzı bile değişecektir. ama bu sizi yanıltmasın, bilinçaltında hep "aşağılanmışlık duygusu" yer etmiş olacak, her ne kadar kabullenemese bile.

    kendini sorguya çekecek her gece uyumadan önce, eski yaşanmışlıklarını, eski arkadaşlarını, barcelona'ya handikaplı verdiği ortak iddaa kuponlarını düşünecek. ait olduğu yaşantısına geri dönmeyi... hem o zaman arkadaşları arasında kasıntı halinde olmayacak, aklına ne geldiyse pat diye söyleyebilecek, iğrenç espri yeteneğini bile arkadaşlarına ustaca yedirecek. onları dolu dolu güldürecek. aklında söz ettiğimiz duygu da yok olacak gidecek puff diye. diğer yanı ise kabullenemeyecek. yavaştan alıştığı yeni düzeni, yeni hayatı. iki ucu b.klu değnek anlayacağınız. kendi bilir...
    2 ...
  57. hastalanıldığında hazırlanan beyaz örtülü yatak

    1.
  58. her annenin, aile bireylerinden birinin hastalanması durumunda uygulamaya koyduğu davranış. * *


    hastalık derken; grip, soğuk algınlığı vs. kastedmiyorum tabii ki. ama bunların da bazı bünyelere fazlasıyla ağır geldiği durumlar istisna olabilir. ama temel olarak, ameliyat sonrası evde yatacak hasta için geçerlidir bu durum.

    anne, kısa süreliğine hastayı geçici olarak, asıl hazırlayacağı yatağa yatırmak için yatak odasına alır ve sonra başlar dolapları karıştırmaya. her ne kadar koyduğu yeri hatırlamasa bile, evin altını üstüne getirerek bulur o mis kokulu beyaz yatak örtülerini, çarşafları vs. her neyse işte.

    bilindiği gibi televizyon odası, salon gibi kişiyi fazla sıkmayacak, bunaltmayacak odalardan birini seçer. koltuğu açar ve bugünler için sakladığı beyazları serer büyük bir özenle üzerine. hasta için değil yanlış anlaşılmasın, hasta ziyaretine gelecekler içindir bunca uğraş. fırsat bu fırsattır zamanında verilmiş emekleri gün yüzüne çıkarmanın, mahalle komşularını kıskandırmanın.

    kapı çalar:

    - kim o?
    + benim kız hayriye.
    - dur bekle açıyorum kapıyı.

    - hoş geldin. geç şöyle içeri.
    + hoş bulduk. oğuz ameliyat olmuş, sonradan haberim oldu, kusura bakma vallahi.(bu arada herzaman ki gibi marketten gazeteye sarılmış 1 litre meyve suyu ve petibör bisküvi tutuşturulur ev sahibinin eline)
    - yok olur mu öyle şey, geldin ya sonuçta.
    + hadi geçmiş olsun, allah şifa versin.(öpüşülür)
    - sağol, amin amin. ben geliyorum şimdi.(mutfağa bir şey hazırlamaya gider)
    + oğuz, nasılsın yavrum? (gözler etrafı süzer, beyaz örtülerin kenar dantelleri incelenir)
    ^ iyiyim selma teyze.

    hasta ziyaretine gelen selma teyze, örneğini çıkarmaya başlamıştır bile dantellerin. hafifte bir kıskançlık duyar bu sırada oğuz'un annesine karşı. ee, herkes beceremez o dantelleri yapmayı. gelişi amacından sapmıştır bu saatten sonra. evin hanımıyla akşama kadar sohbet ederler. çay suyu da konursa, demeyin keyiflerine.


    buna benzer durumlar bir hafta kadar sürüp gider farklı farklı komşular vesilesiyle. olan hastaya olur sonuç olarak.

    hasta iç ses: "artık gelmeyin ulan, kafam şişti yeminlen, bi siktirin gidin lan evinize artık!"
    2 ...
  59. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük