nedir, nasıl meslek haline gelir, kime uygundur, kim ustasıdır; en iyi ankara üniversitesi iletişim fakültesi'nde, reklam atölyesi'nde öğrenilir. tasarımcı ve reklamcı, metin yazarı ve reklam yazarı, reklam yazarı ve reklamcı, müşteri temsilcisi ve reklamcı arasındaki farklar büyüktür ve önemlidir. işte reklam atölyesi bu farkları öğretir, yaratır ve bu sayede mezunlarının sektörde fark yaratmasına katkıda bulunur.
dışarıda en çok duyduğu 3 şey
1.) ya benim de çok güzel fikirlerim var aslında, bak anlatıyım mesela bi' tanesini...
2.) beni de oynatsana reklamlarında
3.) aa, ne güzel, ben de çok istiyodum reklamcılığı ama mühendis oldum işte'dir.
tanıyan bilir. ben galatasaraylıyım. hatta o -lı yapım eki, takımın bir parçası olmaktan bizi alıkoyar düşüncesiyle, "hangi takımlısın?" diye sorulduğunda, "galatasarayım!" diye cevap veririm.
neyse, burada konu ben değilim.
herkes bilir. ayhan akman galtasaray'ın kaptanı. galatasarayla maddi ilişkisi bu minvalde. manevi ilişkisi; -en azından akıllarda kalacak, on yıl sonra çocuklara anlatılacak olanı-
"bir ayhan vardı, 5 metrelik yarıçapında rakip futbolcu yokken kendi kendini çalımlamaya kalkar yere düşerdi. ali sami yen'e veda ederken herkesin aklında metin oktay, herkesin ağzında galtasaray varken; onun aklında cem yılmazla çektiği reklam filmi, onun ağzında sakız vardı."
neyse ki, burada konu o da değil.
bilen bilir, kasım 1993'te manchester'ı eleyip şampiyonlar ligi'ne katıldığımızda tugay'ın gözyaşları, bütün türkiye'ye sevinci, gururu, zaferi aynı anda yaşatmıştı. o gece her şey kusursuzdu. ama tugay'ın gözyaşları söylenecek her sözden, atılacak her zafer çığlığından daha iyi anlatıyordu hissettiklerimizi. bütün gazetelerde tugay'ın gözyaşları içindeki fotoğrafı vardı ve altında "tugay hem ağladı hem ağlattı" yazıyordu.
şimdi sene 2011. galatasaray ali sami yen'deki son maçında rezil olmaktan bir fenerbahçeli'nin golüyle son anda kurtulmuşken... stadın ışıkları sönmeden önce, ali sami yen'e yazılmış bir şiir okunuyor. arda utancından ağlayamıyor. taraftar ağlıyor. taraftar, takımının düşürüldüğü hale ağlıyor. taraftar yarın kalbinin en hızlı attığı yere girecek dozerlere ağlıyor. taraftar hırsından, sinirinden, çaresizliğinden ve maruz bırakıldığı hayal kırıklığından ağlıyor. bu sırada kameralar bir adamı gösteriyor. sahanın ortasında saçları sarı gözleri kırmızı ilk bakışta kim olduğu anlaşılamayan bir adam... ağlıyor. tugay yine ağlıyor. tugay yine "hem ağlıyor hem ağlatıyor."
o'nun ağladığını görünce hatırlıyor taraftar. 1993'ü hatırlıyor. kim olduğumuzu, ne olduğumuzu hatırlıyor. koltukları "domuzdan ne koparsam kardır, satarız ednancım çok para." mantığıyla söktürülmüş stada gelip taşın üstünde oturan; hatta saatlerce ayakta, her şeye rağmen takımının yanında duran taraftarın karşısına geçip gevşek gevşek sakız çiğneyen boklavatlardan başka olduğumuzu hatırlatıyor bize o gözyaşları. o'nun gözyaşları.
o'nun gözyaşları bizi bi' takım için ağlamaktan değil, bu takım için ağlamayandan utandırıyor.
yaklaşık 3 saat sonra hazreti steve jobs hayatımızı değişterecek bu mucize aleti açıklayacak. her ne kadar isminin islate olduğu kesinleşmemiş olsa da apple'ın bu yeni tablet pc'si için steve abimiz kendisinden "en önemli ürün" olarak bahsetmekte. ve çalışma şekli için insanları oldukça şaşırtacak yeni bir şey olduğu kulaktan kulağa dolaşmakta.
şimdilik san francisco'dan aktaracaklarım bu kadar. gelişmelerle bulutların üstünde tekrar birlikte olacağız. tırnaklarınıza iyi bakın.
aktif olarak beşyüz kişinin yazdığı kıçıkırık sözlüğümüzün dördüncü yılını coşkuyla kutlayan ama zahmet edip ölü sayısının beşyüzbinlerle ifade edildiği 12 ocak 2010 haiti depremi ile ilgili bir gelişme yazısını yayınlamayan. kutluyorum en moderatif yerlerini.
kemikleri dinazor yemi olarak kullanılan newton'un doğumgününü kutlayan ve newton başlığına tebrik yağdırmak için gelişmeler butonunu kullanan, ancak 12 ocak 2010 haiti depremi'ni gelişmelere alıp insanların dikkatini çekmeye tenezzül etmeyen. bi alkış da kendisine istiyoruz.
500.000 insanın ölümünden bahsediliyor. şehirdeki büyük hapishanenin çöktüğü ve mahkumların firar ettiği konuşuluyor dünyada. insanlar toza çamura kana bulanmış, yakınlarının yardım çığlıklarını duymak için rüzgardan dileniyorlar sessiz olmasını. biz burada israil büyükelçisinin oturduğu koltuğun kerestesinin hesabını yaparken, dünyanın en fakir ülkesinde nufusun yirmide biri enkaz altında can veriyor.
haberlerde son durumu öğrenmek için haiti'ye bağlanılıyor ve tek konuşulan oradaki 52 türk polisinin durumunun iyi olduğu.. insanlar konuşuyor, "haiti'deki depremi duydunuz mu?" "yaa evet, yazık. zaten fakirlermiş." fakir olduklarından, adamların acısı bile beş para etmiyor.
ve yüce devletimin tenasül uzuvlarına dünya ile minareyi aynı anda hibe etmekten başka, gecenin şu saati elimizden hiçbir şey gelmiyor. hoş, elinden gelen de ardında saklıyor gibi ya, neyse.