Mağdurun Dili´nde, edebiyatın dışlanmışlıkla kesiştiği alanda dolaşıyor Nurdan Gürbilek. Çoğu zaman klişelerle yaklaştığımız mağdurluğa edebiyatın nasıl ışık düşürebileceğini, öte yandan dışlanmışlık duygusunun edebiyatı nasıl biçimlendirdiğini anlamaya çalışıyor. Dostoyevski´nin "yeraltı trajedisi" adını verdiği çatışmanın, aynı anda hem büyük hayaller hem de incinmişlikten yapılma bir yeraltına itilmişliğin, yazarın okuruyla ilişkisini nasıl etkilediğini inceliyor. Edebiyatın gurur yarasını, yazarın kibrini, dahası okurun tutunamamışlıktan neden ısrarla bir zafer çıkarttığını tartışıyor. Dostoyevski´nin, Oğuz Atay´ın, Yusuf Atılgan´ın, Cemil Meriç´in yapıtlarının ışığında bu soruların cevaplarını arıyor Gürbilek. YAZAR HAKKINDA:Nurdan Gürbilek Boğaziçi Üniversitesi, ingiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü´nü bitirdi ve aynı bölümde master yaptı. Akıntıya Karşı, Zemin, Defter ve Virgül dergilerinde yazdı. ilk kitabı Vitrinde Yaşamak´ta (Metis, 1992) 80´li yılların Türkiyesi´ndeki kültürel değişimi konu aldı. Yer Değiştiren Gölge (Metis, 1995) ve Ev Ödevi (Metis, 1999) adlı kitapları edebiyatla ilgili denemelerine yer verir. Kötü Çocuk Türk (Metis, 2001) Türkiye´nin yakın tarihinde öne çıkmış kültürel imgeler üzerine denemelerden oluşur. Kör Ayna Kayıp Şark ise (Metis, 2004) Türk edebiyatında "Batılılaşma", "ulusal kültür" gibi kavramlar etrafında tartışılagelen sorunların yazarlar için nasıl olup da bir içsel endişeye dönüştüğünü tartışır. Gürbilek´in Walter Benjamin´in yazılarından derleyip sunduğu Son Bakışta Aşk Metis Seçkileri´nde yayımlanmıştır (1993).
kitaptan:
Bu kitapta zor bir konuyu, en azından bana hep zor gelmiş bir konuyu, edebiyatın mağdurlukla ilişkisini ele almaya çalışacağım. Mağdurluğun, adına "edebiyat" dediğimiz anlatma deneyimini nasıl biçimlendirdiğini, ama edebiyatın da adına "mağdurluk" dediğimiz duruma nasıl bir ışık düşürdüğünü anlamaya çalışacağım. Kendini dışlananlara, horlananlara, haksızlığa uğrayanlara yakın hisseden bir edebiyatın imkânlarını, aynı zamanda da sorunlarını tartışacağım. Ama önce kitabı borçlu olduğum, deyim yerindeyse ilk kıvılcımı çakan yapıttan, onun bazı bölümlerinden söz etmek istiyorum.
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ında beni en çok etkileyen bölümlerden biri, Selim'in bazı anları aklından çıkaramadığını anlattığı bölümdü. Atay'ın acıyı onca sayfa paranteze aldıktan, bir espri kabuğunun içine gizledikten sonra, okunu dosdoğru okurun kalbine yolladığı nadir anlardan biri. Unutamadığını anlatıyordur Selim: derede yıkanan çingene çocuğunu, çocuğun giysilerini başka çocukların alıp suya atmalarını, suda yüzen paçavralarına bakarak ağlayan çocuğu yirmi yıl boyunca unutamamıştır. Arkadaşlarının köylülerle alay etmelerini, onları durdurmadığı, onlarla birlikte güldüğü için duyduğu acıyı da unutamamıştır. Küçükken "öcü geliyo" diye dalga geçtikleri deli Rüstem'i, bar kızı Leylâ kendisine yüz vermedi diye beynine iki kurşun sıkan, insanlar kafasındaki delikle alay etmesin diye hayatı boyunca kalpakla dolaşan meyhaneci Hızır'ı, ortaokulda kekemeliği yüzünden arkadaşlarının alay konusu olan, havagazıyla intihar ettiği için evlerindeki soyağacında yağlıboyayla boyanmış titrek bir yapraktan ibaret kalan Ercan'ı unutamamıştır. Annesi Rus babası italyan olduğundan "gâvur" diye horlanan Altan'ı, kalabalık ailesiyle Evkaf apartmanının en üst katındaki yüzlerce odadan birinde oturan, sınıf birincisi olduğu halde ilkokuldan sonra elektrikçi çıraklığına başlayan Osman'ı, sakat olduğu için altını kirleten, misafirler görmesin diye yaz kış balkonda tutulan güzel yüzlü Ayhan'ı, el kapısında dünyaya gözlerini açan, kaderi hizmetçilik olan Kezban'ı bir türlü unutamamıştır.
Birçok yazarın elinde kolayca melodrama dönüşebilecek gerçeklerden tek göz odaya doluşmuş kalabalık ailelerden, kaderi hizmetçilik olan kızlardan, sınıf birincisi olmasına rağmen çıraklığa mahkûm oğlanlardan çocukluğumuzdan bu yana gözyaşı dökerek ama alttan alta gülünç de bularak seyrettiğimiz Yeşilçam filmlerinin bu kederli malzemesinden bir melodram etkisi yaratmadan, oradaki kederi bir ulusal mağduriyet hikâyesine doğru daraltmadan, belki hepsinden önemlisi sonunda tutunamayanların galip geldiği yatıştırıcı bir mazlumluk anlatısı da kurmadan söz edebiliyordu Oğuz Atay. Yalnız yoksulluktan da değil, aynı zamanda aşağılanmışlıktan, başkaları tarafından küçük görülüyor olmanın insanı nasıl yaraladığından söz ediyordu. Hatta bana öyle gelmişti ki Selim'in dertlerine derman olamadığı ama aklından da bir türlü çıkaramadığı "gerçek tutunamayanlar"ın yazgısında yokluk aşağılanmışlığı bir kadere dönüştürdüğü için Atay'ı bu kadar ilgilendirmişti. Bazı insanları tek bir bakış darbesiyle gülünçlüğe mahkûm ettiği için, kendini ele verme korkusu içinde daima ürkek, daima kırılgan, hep utanan taraf olarak yaşamak zorunda bıraktığı için yapıtlarının merkezine yerleşmişti. Kendi okumuş yazmış kahramanlarını da bir tutunamayan olarak, "gülünç olmaktan vebadan korkar gibi korkan" ürkek bir hayvan türü olarak, Tehlikeli Oyunlar'da olduğu gibi hayattan kaçıp hayali bir gecekonduya sığınmış insanlar olarak anlatmış olması boşuna değil. Bu dünyanın tutunamamışlarıyla kendi dışlanmış kahramanları arasında bir özdeşlik değil, ama bir benzerlik olduğunu anlatıyordu Atay. Selim'in dediği gibi: "Küçümseyici gülümsemelerinin beni gece yarısı uykumdan uyandırdığını, sabaha kadar yatakta kıvrandırdığını bilseler..."
Bir de mahkeme sahnesi vardı romanda. Başkalarını utandıranların, utançlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamadıkları ödeşme ânı. Bu kez yargıç kürsüsünde horlananlar, sanık sandalyesinde "onlar" vardır. Devasa romanındaki şaka örtüsünü ucundan bir kez daha kaldırarak, upuzun bir liste halinde, sanki hiçbir şeyi dışarıda bırakmama gayretiyle şöyle tanımlamıştı "onlar"ı orada Atay: "bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terk eden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar..."
"eli kırbaçlı denizdir alnıma düşen yas
ki bin hüzünle anlatır kendi gölgesini
uçkuru düşmüş kışa benzer biraz da
parmağında kuş, tende yankı"
kemal Varolyas yüzükleri'nin tanıtımı için virgül dergisine verdiği bir röpörtajda böyle diyordu sergey rubrov için. onu yolunu şaşırmış göçmen kuşlara benzetiyordu. aslında bir şey olmak istemiş ama hayat onu buraya getirmiş. bir de pek bilinmediğinden yakınıyordu bu şairin. kendi ülkesi olan azerbeycan da bile çok az tanınıyormuş.
kürtler eski bir hikaye anlatırlar: cinayet işlendiği zaman ceset bırakılıp kaçılmazmış. biri gelene kadar başına çömelinir, baş ellerin arasına alınarak beklenirmiş. işte bu olay birakuji denilen "kardeşin kardeşi öldürdüğü" zamanlarda başlamış. (ve devam etmemiş..)
habil ile kabil in torunları var mıdır diye soru sorulsa; parmağımı mezapotamyaya doğrultup, işte bunlar onlar. yüzyıllardır kendi kardeşlerini öldürüp başlarında beklemişler diyeceğim..
red kit in atını güneşin batışına sürmediği ve o güzelim şarkıyı duymadığımız tek red kit filmi.
Kınıyorum ve şarkının en sevdiğim bölümünü mırıldanıyorum..
i am a poor lonesome cowboy
i am a long long way from home
and this poor lonesome cowboy
has got a long long way to roam
over mountains over prairies
from dawn till day is done
my horse and me keep riding
into the setting sun
hakkari ve van ın en meşhur aşiretlerinden. bu aşirete mensup en meşhur kişi ise Yılmaz erdoğan ve mustafa erdoğan. bu ve Aşağıda ismi geçecek olan birkaç aşiret yüzünden hakkari de insanlar birbirinin adını unutmuş durumda. ilk tanışıldığında "adın ne" diye sorulmuyor "aşiretin ne" diye soruluyor. yıllardır aşiret ağalarını milletvekili yapan siyasi partilerin de bunda katkısı büyük tabii. misal zeydan lar padişahlık gibi babadan oğula sırayla milletvekili oluyorlar. eh işe girmek, karakoldan kaçak kesim odun geçirmek veya yardım parası almak için de selam şart.
bu raddeden sonra işin tuhaf tarafı "bu ülkede hala aşiretçilik var" olamaz. işin tuhaf tarafı bu ülkedeki aşiretçilik siyasal mekanizmalar tarafından korunuyor olur.
aslında tam olarak başlık sözlüğün gece yarısından sonra kalitesinin yükselmesi dir.
birkaç gecedir dikkatimi çekiyor. saat 1 den sonra sözlükte abazan başlıkları ve bilumum gereksiz anketler azalıyor ya da tamamen bitiyor. köşesine çekilmiş gece kurtları bir bir ortaya çıkıp tematik çalışmalara dalıyorlar. mesaj kutuları yanmaya başlıyor. masa kenarlarındaki sade kahveler eşliğinde güzel sohbetler ediliyor. bu da sol frame e renk getiriyor. elbetteki sözlüğün kalitesinden muzdarip yazara da keyif...
herhangi bir şiir kitabını elinize alıp rastgele açarsanız ve gözünüze ilk ilişen satırı okursanız ve son olarak da bunun sizin geleceğiniz olduğuna inanırsanız yaptığınız şeyin adı rapsodomansi olur işte.
rivayete göre teenage ya da trash filmlerin birinde geçen replik.
umut ideolojilerde psikolojide ve günlük yaşamda çok kullanılan hatta tüketilen bir kelime. ama bu kelimeye bu cümle kadar gerçekci yaklaşanını görmedim. ademoğlu çaresizliğinin bir sonucu olarak umut etmeye başlar. umut etmek yeni çaresizliklere yol açar ve bu da yeni umutlar demektir. sonlu dünyada sonsuz bir dizgeden söz edemeyeceğimiz için insan umut edemeyecek kadar kötü bir surumdayken hayatı sonlanır. bazıları ölümden sonrası için umut etseler bile bu yaşamın içerisinde olan bir durumdur ve ölümü bağlamaz.
baştan edit: nietzsche halt etmiş. circle is arround, hatta tam sürüm olarak : zaman ölebilir, çember yuvarlaktır.
progressive trance türünde eser veren dj.. türkiye de de performans sergilemişler. parçaları fazlasıyla birbirine benziyor. dance for eternity ile Destinys Path ı hatta too many times ı birbirinden pek ayırt edemiyorsun. en iyi parçaları ise zatıma göre trance and acid ve too many times.. ayrıca kliplerini de biraz film kıvamında çekiyorlar. keşke çekmeseler. hepsi trance and acid gibi olsa.
bakırköy belediye tiyatrosunun da sahneye koyduğu muzaffer izgü oyunu/kitabı. ü
kısa bir c-p yapılırsa:
"Lütfen Kızımla Evlenir misiniz?", kocası öldükten sonra tüm hayatını kızını evlendirmeye adayan bir annenin evlenmeye karşı direnen kızıyla giriştiği mücadeleyi mizahi bir uslupla ele alıyor. Anne, kırk yaşının üstündeki kızına koca bulmak için her yolu denemektedir. Kızı bankada çalışan annenin, en büyük eğlencesi evlilik üzerine kurulu olan "reality show"ları izlemek ve internette chat yaparak kızına koca aramak.
iran menşeili kokulu kaçak çay. nefistir ve kaçak çayların bir numarasıdır. koyu yeşil kutusuyla bileni ahmedinecat çay der. bu çayın sallaması da var. içimi çok güzel. bir tanesiyle 3-4 bardak çay içebilirsin.
genel bi yanılgıyı düzeltmek gerekir ki kaçağın her şeyi ucuz değildir. kaçak çoklukla ucuz olduğu gibi bazen de vazgeçilmez olduğu için ithal edilir. çay buna en güzel örnektir.
Aaron Russo nun 2006 yapımı belgeseli. amerikan vergi sistemi üzerinden amerikan sistemini anlatıyor. bu vergi konusu gerçekten de düşündürücüdür. sen vergini verirsin senden aldıkları vergiyle sana zulmederler. silah alıp yine seni vururlar falan filan.
yönetmen, genç sinemacı.. geçenlerde de trt 2 de de yayımlanan ceza adında çok sağlam bi cast e sahip berbat bir kısa metrajın sahibi. aman allahım o ne kompozisyon o ne anlatım. 12 dk. lık kısa metraj yarım saat cehennem azabı çektirdi.
--spoiler--
adam kadınları yazabilmek için kadının biriyle (ilk tanışmada teklif ediyor) yaşamaya başlıyor. ama sonunda anlıyoruz ki kadın onun filmini çekiyormuş.
--spoiler--
senaryo hakan günday ın. reis çelik e de özel teşekkür etmiş yönetmen. ve bunca şeye rağmen filmin kalitesi amatör türk porno filmleri seviyesinde. ne yaptıysa da hikayeyi bir türlü sinema formatına aktaramamış. neyse bunca şeyden çıkarabileceğimiz şey şudur: ceza filminde görülmüştür ki emel keleşoğlu iyi bir yönetmen değildir ama çevresi gerçekten geniştir.
kieslowski nin 1966 da çektiği 5 dk lık kısa metraj film. film bir devlet dairesi kuyruğunda geçiyor. 5 dk boyunca birbirine giren seslerle cam bölümden içeri kağıt uzatan insanları (yaşlılar bunlar) ve içerde kağıtları alıp onlara birşeyler yazan genç bir kadını izliyoruz. sonra da kırtasiye manyağı olmuş devlet dairesinin dosya raflarıyla bitiriyoruz. usta bunu hangi kuyrukta düşünmüş bilmiyoruz ama 2008 de bile değişen bir şey yok.
imdb de şöyle de bir link buldum http://www.imdb.com/title/tt0167319/
burdan kieslowski ye söyleyecek bir çift sözüm var: ölmek en çok sana yakışmıyor.
yönetmenliğini Hyun-seung Leenin yaptığı 2000 yapımı kore sinemasının hoş örneklerinden biri. il mare (deniz) adıyla da biliniyor. başrolleri Jung-Jae Lee ve Gianna Jun paylaşıyorlar. görüntüler çok iyi. konusunun keyifli olmasına karşın yer yer akıcılığını kaybediyor ama yine de kötü bir taklidi olan göl evi (the lake house) dan çok çok iyi.
Virgil Widrich in yazıp yönettiği 2003 yapımı kısa film. nefis bir kolaj çalışması. klasik olmuş treni atıyla kovalayan kovboyla fiğlm başlıyor. görüntü görüntülerden oluşmuş. tren vagonlarını oluşturan görüntüler vagona simgesel anlamlar yüklüyor. bu şekilde film devam ediyor. geçişler harika. kurgu yine öyle. 13 dk lık mutlaka izlenilmesi gereken bir kısa film.
güzide bir film sitesi. aradığınız birçok şeyi bulabilirsiniz. türkiyeden de pey bir kullanıcı var. cithiz.com un film bölümünü kaldırdığı başvurulabilir. filmleri indirebileceğiniz gibi yeni çıkan filmlerin trailer larını da izleyebilirsiniz. bana her zaman biraz karışık gelen bir site. ama film indirmek için youmları mutlaka okuyun zira moderatörler pek iş yapmıyor.
başka bir alternatif film bulabileceğiniz forum sayfası için.
Ve bir adam söyle dedi: "Bize kendini bilisden bahset."
Ve o cevap verdi:
"Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sırrını sessizce bilir.
Ancak kulaklarınız, kalbinizin bilgisini işitmek için deli olur.
Ruhunuzun saklı kaynagı yükselmeli ve çağıldayarak denize dogru koşmali;
Ve o zaman, sonsuz derinliğinizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.
Ancak bilinmeyen hazinenizi tartmak için tarti aramayin;
Ve bilginizin derinligini değnekle veya iskandil ipiyle ölçmeye kalkmayın.
Çünkü kişi, ölçüsüz ve sınırsız bir deniz gibidir.
'Tek doğruyu buldum' degil, 'Bir doğruyu buldum' deyin.
'Ruha giden yolu buldum' değil,
'Kendi yolumda yürürken ruhu buldum' deyin.
Çünkü ruh, her yolda yürür.
Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür;
ne de bir kamış gibi dümdüz büyür.
Ruh, sayısız taç yapraklari olan
bir lotus çiçeği gibi açilir
fransada en çok ziyaret edilen siteler arasında üçüncü sırada. sitenin tanım bölümünde Social Networking Site yazıyor. sanırım bu arkadalık sitesi anlamına geliyor. blog yapma özelliği güzel. türkiyeden katılım pek fazla değil. 5 6 tane dil seçeneği var ingilizce ile idare etmek zorunda kalınıyor. ilk başta site çok karmaşık gelse de biraz alışınca herşeyde olduğu gibi pek dert edilmiyor.
tetikte mi bekliyordunuz mübarekler. bu kadar mı kötüydü 4. nesil olmak. her yeni gelen 5. nesilin altında en az 3 tane hoşgeldin abisinin entrysi. aklıma mirc günleri eldi. "esra join dalnet #zurna" falan yazdığında atlardık. bu şekilde ona ilk yazan kişi olurdun. anılarım depreşti.
ilk bakışta hepsiburada.com a bir atıfmış gibi düşündürüyor. sanki ikinci el eşyaları satacaklarmış gibi ama öyle değil. farklıyı, azınlığı, antikahramanı çağırıyor gibi. herkes yazılarını asabiliyor. yeni bir mekan. düşüncesi de hoş.
ek: "söz konusu vatansa gerisi teferruattır" bir jargonu hatırlatıyor bana ama belki bir esprisi vardır diyorum ve izliyorum.
Hey!
Neyimiz eksik, bir araya gelelim, bir site yapalım dedik önce. Sonra ekledik: Bu site ne olduğunu açıklamak derdine düşmemiş, ne olmadığını net tanımlamış bir platform olsun.
"Ne kardeşim bu" diyenlere şu cevabı versin: Dünyanın gerisini kucaklayan, ne olmadığını açıklayan, aptal olmayana aklın yolu çoktur diyen, hareketi, sitesi, projesi; her nesi ise osu.
Bu platformda, nasıl derler, "nüktedan" ve "medyatik" ve dahi "popülist:)" bir kolektif içerik ortamı oluşturalım.
Tartışalım, şarlayalım, yaygara koparalım.
Yaratıcı eylemler tasarlayalım.
Beğendiğimiz eylemlere destek olalım, sahip çıkalım, hatta yalan söyleyelim, biz yaptık deyip çalalım.
Yazan yazsın çizen çizsin, hiçbirşey yapamayan mail forward etsin *
Sonra, bunun dergisini çıkaralım.
Sonra, buradaki yazıları toplayıp kitap yapalım.
Sonra, buradan bağış toplayalım günlük gazete çıkaralım.
Sonra, gazeteyi çok satalım, TV açalım.
Sonra, TV'yi çok seyrettirelim, kurumlaşalım, halka açılsın, boku çıksın, bir çoklarımız projeden ayrılsın, ben de onların arasında olayım. Hep beraber gerisindenkalanlarburada.com alan adıyla yeni bir mücadeleye başlayalım. Heyecanlanacak yerlerimiz ağrımıyorsa yeniden heyecanlanalım.
Web sitesi bebek daha. Küvezden çıkmış sayılmaz henüz. içini beraber dolduracağız.
Siz ne yapabilirsiniz:
a) Proje ile ilgileniyorsanız, basitçe, "tutun bir ucundan".
Hangi ucundan tutacağınıza sonra bakarız. Üye olun hele. içerik üretmeye, yorum yapmaya filan başlayın.
b) "a" şıkkını uyguladıysanız, bununla yetinmeyin, açın ucundan bir tutacakların önünü. Sitemizi yayın. Gördüklerinize projeden bahsedin. Washington Post'a ilan verin.
c) a'yı yapmak istemeyip de b'yi tek başına yapası gelenler de kendini tutmamalı tabii.
Bu metni gerçek bir manifesto haline de getirmemiz için aklınıza birşey geliyorsa
meb in geçen yıl başlattığı çalışma. bazı aksamalar olsa da umut verici. artık sınıflarda klasör klasör kağıt depolamaya, öğrenci nakil belgesi için aylarca beklemeye, sınıf defteri gibi eziyet bir işle uğraşmaya son. öğrenci bilgilerinden okul bilgilerine, öğretmen bilgilerinden ruhsal dosyalara kadar her şeyi işleyebiliyorsunuz. türkiyede taşrada internet altyapısı pek olması çok büyük dezavtantaj olsa da yine de sunduğu imkanlar göz kamaştırıcı. sosyal yardımlaşmanın öğrenci devamsızlık işlemlerini ve ek ders işlemlerini de buradan yapabilsek ve ben milli eğitim müdürlüğüne hiç uğramak zorunda olmasam dünyanın en mutlu insanı olabilirim. zaten kırtasiye bu ülke için çok büyük bir giderdi. teknolojik altyapı bu türlü çalışmalardan çok daha ötesine de elveriyordu. neyse geç oldu biraz ama oldu işte.
trt nin akşam haberleri ile açıldığı dönemlerdi ve star tv nin açılması ile devam etti. bir dönem görünüp kaybolan tv5 de de vardı bu durum. annelerimiz hafta sonları elbiselerden sonra naylon poşetleri yıkar ipe asardı çarçabuk kurusun diye. bilimum nevali içeren azıklar ona konur yine onlarla sebze pazarlarına gidilirdi. hatta aynı dönemde sebze pazarlarında selpakçı çocuklar gibi poşetçi çocuklar vardı. ne kadar sürdü ne zaman bitti bilmiyorum ama şimdi o naylon poşetler evde çöp oldu atılacak yer bulmakta zorlanıldı.
(bkz: nostalji)
gecede 150 nin üzerinde araba duruyor. em de küçücük mekanda. garsonlarını görünce turgut uyar ı anımsamadan edemiyorsunuz. "garsonu üzgün ceketli ... köşede bir başına"
sahibi ve işletmecisi ibrahim derindere ve oğullarıdır ( adettendir birinci dereceden erkek akrabalar müdürlük yaptırılır dinlenme tesislerinde bunun olmadığı görülmemiştir) mafyacılık ve kuyumculuktan buralara gelmiştir. bütün dinlenme tesisi sahibi gibi gömlek giydiği günlerde gömleğin sağ alt tarafı dışarı bırakılır.(silahı gizliyrlar sözde ya da silahım var demek için bu yolu bulmuşlar) diğer tesis sahipleri gibi (yaşanmıştır) günlüğü 10 ytl den 12 saat çalışan işçileri hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle dövmeleriyle meşhurdurlar.
bilmeyenler için sçylemek gerekir dinlenme tesislerinde hırsızlık, kasadan para çalma vakası çok yaygındır. özellikle tuvaletlere bu yüzden kamera koyulur ve ocakçılar çayda marka kullanır ama bu işin de çözümü vardır.
karadenizden, doğu anadoludan istanbul a otobüsle yolculuk edip de bu tesisi bilmeyen çok azdır. son dönemde otobüs ve yolcu sayısı epey bir düştü ( (bkz: derindereler dinlenme tesisleri) ) ama bu sektörde olup mafyaya karışmayan nadir insanlardandır. işçilerine hiç zulmetmez. hatta yaz sezonunda patronu tanımadan işi bırakan personel bile olur. e-5 otoyolunun en eski dinlenme tesislerindendir. bu yüzden kapasitesi küçüktür. bütün dinlenme tesislerinde olduğu gibi karnınız açsa yemek yemeden girişte soldaki tostçudan tost isteyin. tuvalet için paranız yoksa hemen yandaki benzikte ücretsiz wc bulabilirsiniz. (bu hemen hemen bütün tesisler için geçerlidir. dilerseniz yolda kaptanın ismini öğrenip "...... kaptanın misafiriyim" diyerek wc ye beleş gidebilir hatta beleş çay bile içebilirsiniz ' (bkz: öğrencilere yolculuk taktikleri) ' )