32Mist: 32 yaşında, erkek, istanbul'dan diye anlaşılabilecek biri. diğer bir bakışla niyetini direkt belli eden abaza. (sözlükte böyle biri var mı bilmiyorum varsa affola. ben mirc32 yıllarını anımsatan bi nick olarak yazdımdı)
son killanma tarihi- efendim...
kadının biri- aloğ! eeee sen kimsin!
skt- siz kimi aradınız?
kb- ben mahmut'u aradım da sen kimsin bayan!
skt- hanımefendi yanlış aradınız
kb- ne demek yanlış aradınız ya! bana bak o yanındaki kimse ver onu telefona çabuk!
skt- hanımefendi mahmut diye biri yok burda bu numara bana ait
kb- ne demek bu numara bana ayit ya benim kocamın numarası bu, telefonumda kocam diye kayıtlı bi kere nası sana ayit!
skt- (gülerek) hanımefendi manyak mısınız siz? yanımdakini verim istiyosanız ama kendisi mahmut değil, kocanızı tanımıyorum ben.
kb- yaa gapat gapat yaaa!
5 dakika sonra tekrar aradı kendisi. bir de ödemeli arıyor, ben kapatıp geri arıyorum.
kb- şimdi bakın bayan, dediğiniz doğru olabilir. şayet öyleyse belki bende yanlış kaydedilmiştir bilmiyorum ama öyleyse sizden özür diliyorum
skt- öyle hanımefendi yanlış kaydedilmiş, bu numara şahsıma ait.
kb- ee tamam.. eğer sizin dediğiniz gibiyse ...
skt- yahu benim dediğim gibi!
kb- peki tamam o zaman ben bi kontrol ediyim bu numarayı..
skt- tamam siz kontrol edin yalnız ben sizi bi daha aramıycam ona göre
kb- e tamam siz aramayın. bıdı bıdı bıdı... (hala bana inanmayarak, eğer bi yanlışlığa rastlayamazsa sonradan gelip saçımı başımı yolabileceğine dair açık kapı bırakmaktadır kendisi)
skt- peki iyi günler
kb- tamam iyi günler o zaman...
bir kesim der ki bilgi acı getirir. bilmeyeceksin, acı da çekmeyeceksin. mutluluk acı çekmemekse şüphesiz ki bilgisizlik / cehalet mutluluktur. (bkz: ignorance is bliss)
lakin uygulanabilir bir yanı yoktur bu önermenin. hele ki içinde bulunduğumuz bilişim çağında "bilmemek/habersiz kalmak" neredeyse imkansız. ki mümkün olsa da bilmeyen cahil bir insan olarak ne ifade eder insanlığımız?
5 yıl felsefe eğitimi almış biri olarak kişisel çıkarımım ise şu yönde: mutluluk "an"dır. her "an" mutlu olabilir miyiz, hayır. ama mutluluğu oluşturan şeylere baktığımızda aslında onun sadece mutlu "an"lardan oluştuğunu görebiliriz.
umarım yaşam adına ip ucu veriyordur söylediklerim. mutsuzsan kalk yerinden, silkelen kendine gel, seni mutlu edecek bir şeylere yönel. bazen harekete geçip sadece o şeye yönelmek bile bir çözüm başlangıcıdır. unutma; sadece anlık basit hazlarla mutlu olduğun anlar kısıtlı olacaktır ve sürekli mutlu kalabilmek için peşinden koşturduğun bu hazlar seni yoracaktır. halbuki uzun süre etkisi kalacak olan "haz"ların peşinden gitmelisin. beynini değil ruhunu tatmin et; çünkü beyin yaşlanır ölür, ama ruh zamandan bağımsızdır, ebedidir. ruhunu tatmin ettiğin o "an", kendiliğinden diğer "anlar"a da yayılacaktır.
bir şey daha... mutluluk, mutsuzlukla var olur. eğer mutsuzluk diye bir şey olmasaydı mutluluk da olmazdı, varlığını fark edemezdik. dolayısıyla "ulan tam mutlu oluyorum ardından yine mutsuzluk geliyor" şeklindeki bir kaygı saçmalıktır! mutsuz olmadan, mutluluğun varlığını bilemezdin. mutsuzken bile mutluluğun hayali vardır, mutluluk başlı başına "vardır" yani. sen mutsuzken mutluluk, "umut" olarak içinde vardır. umudunu kaybetmişsen asla mutlu olamazsın. dolayısıyla mutluluğa götüren en büyük etkenlerden biridir "umut".
bu yazdıklarımı okuduysanız önerim: "schindler'in listesi"ni izleyin.
sadece analog saatler için geçerli olan önermedir. bozuk saat demek, saat fonksiyonu bozuk olan saat demektir. saatin bozuk olması; yavaşlaması, durması veya garip bir nedenle tersine çalışması şeklinde olabilir. dolayısıyla "durması" haricindeki bozukluklarda saatimiz analog da olsa bu önerme geçersizdir.
perşembe, kullandığımız takvime göre dördüncü gün olmakla beraber, kelime olarak farsça'da "beş" anlamına gelen "penc" ve "gün" anlamına gelen "şenbe" kelimelerinin birleşiminden oluşur. yani "beşinci gün" demektir.
bilimum şarj aletleridir, yanımda kıyafetten çok kabloyla gezmekteyim. (bkz: allah ın siktir ettiği yer)de oturmak. öyle ki bazen telefonumu unutuyorum ama neyse ki şarj aleti yanımda.
yatağa çarşaf sererken kollarımı kaldırdığım anda karın bölgesinden deli gibi gıdıklanmak. o bölgede birinin parmaklarını hissediyorum sanki çok garip bir his.
esasında açlık sınırının altında kalan bir ücretle, aç kalacağını bile bile zorunda bırakılan durumdur. bu kişinin kendine ait ortalama bir yaşantısı olması mümkün değildir. genelde aileye bağımlı yaşar. asgari olarak belirlenen miktardaki paraya bakıldığında, bu durum devletin kendi vatandaşına kendi hayatını yaşama hakkı tanımaması olarak görülebilir. ya da görülmeyebilir, aynı kişilere oy verilmeye devam edilir.
hem yaşadıklarını unutmak isteyen, hem de unutur gibi olduğu anda suçluluk duygusuna kapılan yazardır. yaşadıklarını sözlük ahalisiyle paylaşmak ister, ama diğer yandan hayatını allak bullak eden o günü tekrar yaşamak istemediğinden susar. belki bir gün yazacaktır.
ayrı yazılan "de"nin yanlış kullanıldığı entrydir.
ayrıca sadece birazcık araştırmayla açıklığa kavuşacak olan konudur. zor değildir araştırmak, okumak.
eski bir dövmeci olarak rahatlıkla savunabilirim, dövme abdeste engel değildir. zira dövme boyası (ki bitkilerden elde edilen kök boyadan başka boya kullanılmamaktadır) cildin altına veya üstüne temas etmemektedir. derinin en fazla 4'üncü katmanına işlenir ve orada kalır. çok içinize sinmiyorsa abdest alıp yaptırırsınız ama lüzumsuz bir kaygıdır.
konusu bakımından pek orijinal olmayan, fakat anlatım ve yaşattığı tecrübe için 10/10 verdiğim filmdir.
şahsen yavaş ilerleyen filmlerden sıkılan bir insanım, ancak bu beni kendine kenetledi resmen. her duruşu bakışı yorumluyorsunuz ister istemez. öyle sığ bir film değil bu, vakit kaybı olduğunu söyleyen yorumlara aldanmayın. kafanızın rahat olduğu bir ara oturup vakit ayırın derim.
mads mikkelsen'in canlandırdığı baş karakter Lucas, tipi itibariyle aslında bana göre itici, soğuk ancak çocuklarla kurduğu bağ ve iletişimin gücünü gördükçe ısındığınız bir karakter oluyor filmin başlarında. ayrıldığı eşinin göstermediği oğluna özlem duyan, aynı zamanda da hayvansever bir abimiz oluyor kendisi. bir gün çalıştığı kreşte ona fazlaca yakınlık duyan bir kız çocuğunun cinsel içerikli uydurmalarıyla bir anda insanların gözünde sapık bir canavara dönüşüyor. her şey güzel giderken Lucas'ın bir anda toplumdan haksız yere dışlanmasına içiniz giderken, hala azimle hak ve onur arayışına şahit oluyorsunuz.
her şey tatlıya bağlandıktan ve aradan bir sene geçtikten sonraki bir sahne var ki insana kendi ahlaksızlığını sorgulatır cinsten. küçük kız yerlerdeki çizgilerin üzerine basmaktan hoşlanmadığı için kapıdan içeriye giremiyor. ve film boyunca haklı olduğunu bildiğiniz, asla birini incitmeyeceğini düşündüğünüz adam, bu sahnede küçük kızı kucağına alarak kapı eşiğine kadar ona yardımcı oluyor. kız önce çekiniyor adamdan, kas katı ve soğuk duruyor kucağında. işte o sırada aklımdan adamın gerçekten kızı taciz ettiği düşüncesi geçti ve tiksindim bu görüntüden. film boyunca adamı suçlayan zihniyet nasıl içime işlediyse, adamın suçsuz olduğunu bilmeme rağmen kız adamın boynuna sarılıncaya kadarki o kısa süre içinde tiksindim Lucas'tan. işte burda yönetmeni tebrik etmek lazım. insan zihninin bu şekilde kirlenmeye nasıl elverişli oluğunu bana gösterdi.
kilise sahnesi muhteşemdi. film afişine konulmuş o bakış, çok yerinde bir seçim. Lucas kimse tarafından sevilmeyen istenmeyen biri olup çıktıktan sonra sığınacağı tek şey tanrı oluyor. ama gururuna yediremeyişi ve hala kendini doğru ifade etme isteği var içinde. işte o an o bakışı atıyor bir zamanlar en iyi arkadaşı olan ama şimdi onu kızının sapığı olarak gören adama.
gururdan gözleri doluyor...
"the hunt" ismiyle bu film ne alaka derseniz: adamcağız eski yaşantısına dönüp tekrar geyik avına çıkıyor sevdikleriyle. kendinden emin ve güvenli. ancak bir anda bir kurşun kafasının üzerinden ağaca saplanıyor. hayal meyal üzerine tüfeğini doğrultmuş birini görüyor ve bu görüntü kayboluyor. işte orada aslında avcı değil de halen bir av olduğunu anladığındaki yüz ifadesi var ki mikkelsen'i bir kere daha takdir etmek lazım. işte hayat da bu ahlak anlayışı ya da anlayışsızlığı düzeyinde aslında böyle değil midir bazen. birilerinin attığı çamur çıkmaz üzerinden, asla anlatamazsın derdini. hukuken temize çıksan bile, bir yerde birilerinin zihninde hep o şüphe kalacaktır mutlaka.
son bir şey daha. bu insanlar o kadar arkasından konuşup çamura buladıkları adamın nasıl yüzüne bakabilmektedirler akıl alır gibi değil. yüzüne bakmayı bırak, tekrar eskisi samimi davranıyorlar bir de, tabi görünüşte. bu nasıl bir riyakarlıktır yav. belki danimarka toplumu böyle bir toplumdur bilemiyorum. ama değil 1 sene, aradan 10 yıl bile geçse ben o adamın yüzüne bakamazdım utançtan.
en yakın arkadaşı karşı cinsten olan insanlar için gerçekleşmesi muhtemel eylemdir. genellikle "alkollüydük" bahanesiyle üstü kapatılan asla anlam veremeyeceğim ilişki çeşididir. mide bulandırır.
doğru açılımı "makinecilerin neslini artırma, koruma ve yaşatma derneği"dir.
em. dz. alb. behçet akmansoy tarafından espiri amaçlı kurulan hayali dernektir. amblemi aşağıdaki gibidir. https://fbcdn-sphotos-d-a...69577019468_3810468_n.jpg
sürekli kilo artışı yaşamak olası bir hastalık belirtisi olmakla beraber; "kilonun kendisine yakıştığı" düşüncesi psikolojinin; "ama kilo da pek yakışıyor" diyen teyzelerin davranışı ise sosyolojinin konusudur.