kesinlikle doğru olan önermedir. hatta su götürmez bir gerçektir. neden mi?
* salca'dan bahsediyoruz günlerdir. bakın biz diye konuşuyorum, sen- ben ayrımı yapmadan. yok saçı everest gibi, yok paçası sezercik gibi falan. geri zekalı olmamız lazım dürüstçe oraya çıkıp, edebiyle adabıyla oturup, gerektiği yerde konuşan sözcümüzü paçasıyla eleştirmek için. ''ulan ol moderatör de sen konuş'' derler adama, ama salca adam ki ağzını açıp gereksiz adamlara gereksiz cevaplar vermiyor bu biiiiiirrrrrrrr.
* şimdi beni salca yalakası yapacaksınız, s.kimde değil...
sözüm sana mal sözlük yazarı, biliyor musun sen salca'nın bu koca moderayon sürüsü içinde ne görevleri üstlendiğini ki, pasif moderatördü ottu boktu diyorsun. kakan bitince ''annneeeeeeeeeeee bittiiiiiiiiiiii'' diye bağıran sen, neden bi bok bilmeden adamı eleştiriyorsun? bil ki o adam ( bilen konuşuyor ) senin sözlüğünün dış dünyaya açılan en akılllı kapısıdır. entry silmekle, editlemekle olmaz sadece bu moderatörlük... neyse...
* şimdi sen burda konuşuyorsun... internet sansürü, seçimler, türkiye'nin akibetti, asgari ücret! kaç tane var senden? 5? 10?
tamam sen olmuşsun da, diğerleri? içinde erkek cinsel organı geçen kaç başlık var? ya türk kızı? ya da dedeler? şahin k? ne bileyim daha niceleri?
kız cinsel organını saymıyorum bile. ulan ayıp be... konuşun dedik, eşeğin genital bölgesine vidanjörle su bastınız...
ayıp denen şeyi size öğreten olmadı herhalde, ya da alışılagelmiş bir şekilde, yorgan altında dediler.
neyse... bunu da geçiyorum da, haline bak rezil. sağı solu eleştireceğine sağına soluna bak. her yer kusmuk dolu, insanları kusturdun, tiksindirdin, bıktırdın. bu musun sen hayatta? amsiklopedik bilgilerinle mi varsın? nesin lan?
işte bu aptal silsileye dahilsin ya %92 içindesin bu ikiiiiiiiiiiiiiiiiiii...
* şimdi bana ''lan salak tüm genellemeler yanlıştır'' diyen sözlük yazarlarına sesleniyorum. bu da benim %92 lik dilimdeki payım.
affedin affeyleyin, ben de böyle bir aptalım.
farkına varmadan kulak misafiri olduğum sohbetlerinden yola çıkarak, sinema bilgisinin ne kadar engin olduğunu görüp, önünde saygı ile eğildiğim yazar.
sen onu kul sandın da oldun mu ihya?
kimselere bağlanma demişti bir zat, her vakit olur dilemma;
sen onu duymadın, gönül verdin amma,
bak ağlamaktan gözlerin olmuş ama...
oysa ne sen ondokuzunda ne de ben koca bir kadın.
his nedir anlayabilir misin bilemiyorum. yani böylesini. belki bir kadın ruhunda erkeği bulmayı ya da bir erkek ruhunda kadını; ya da ruh gözetmeden eros'u , aşk-ı.....
anne ben eşcinsel'im... fena derecede...
affet diyemem çünkü affetmen için anlaman gerekir.
anlamak anlam bulmak demektir.
oysa sen bana eşcinsel yüzünü hiç göstermedin.
yani bu oyunda kodestesin. ama...
sevmek anlıktır. ya seversin ya sevmezsin.
iyi taraflarını, ortak noktaları ve bunun gibi bir çok şeyi baz alır da, bunlar üzerinden pay biçerek ısrarla sevmeye çalışırsan yanılır ve üzülürsün. akabinde de üzersin.
birini sevmek anlıktır. %100 uyuşmaktır sevmek. hem karşılıklı olarak uymaktan gelen bir uyuşma söz konusudur, hem de bedensel ve ruhsal uyuşma, uyuşmak -yani kontrolü kaybetmek, yani tüm vücudun karıncalanması, yani ruhun karşı tarafa akma isteği-
işte bu uyuşma yoksa bedeninde ve ruhunda, istediğin her güzel özelliği göz önünde bulundur, yine de sevemezsin. olmayınca olmaz. çabalamaya gerek yoktur.
mutlu olmaktansa mutsuz olmayı daha çok seven bir bünye olarak, yüzeye deoğru değil dibe doğru yüzüyorum gururla.
kendimi ne anne ne de bir eş olarak hayal etmediğimden, evlilik fikrinden oldukça uzağım.
zaten aile kavramı ebemi sikti yıllar yılı, bu kadar delik deşik bir kalbe sahipken neden evleneyim?
hele çocuk benim neyime onu hiç bilmiyorum. olsa diyorum bazen, ne de güzel olurdu. sonra koşullara bi bakıyorum, kendime sövüyorum sınırsız bir hayal gücü ile.
- buraya yazdığım şeyi silmeye karar verdim. pardon erteledim. yakında bir editle karşınızda olabilir. coming soon... -
alkol hayatımda sahip olduğum en güzel şey, ha bi de sigara. bazen reenkarnasyona inanıyorum sanırım. hatta galiba ben tanju okan' ım...
ha bi de bi zamanlar yaprak dökümü diye bi dizi vardı, üniversite 2. sınıftaydım ben o ara. o ilk bölümlerinde ne ağladım anasını satayım.
ben ağladıkça köpeğim göz yaşlarımı yalardı. bazen düşünüyorum da insanlar hayvanlardan daha haysiyetsiz.
ha bi de ''ağlamayı sevmem ben, kendimi pek üzmem. şarkılarda mutluluğu yaşarım ben.'' sözlerine sahip o malum yavuz çetin şarkısı beni hayata bağlıyor sanırım.
şayet o adam o gün o köprüden atlamamış olsaydı, günün bu saatlerinde o köprüden onunla beraber atlama planı yapıyor olabilirdik.
son olarak ''göt'' demeyi seviyorum. ö harfinde garip bi inceltme yapınca, pek bi hoş geliyor kulağa. göt lan. göt işte. göt göt göt göt göt...
a hey a hey...
sahne performansları mükemmel olan, mükemmelin bir adım ilerisindeki grup. fazla popülarite peşinde olmayıp, kısmi kitleler tarafından bilinmesi ve harcanan her popüler kültür ürünü gibi kısa vadeli olmaması ise gruba + puan. müziklerinde genelde günlük yaşantıda geçen depresif hava, basit kelimelerle anlatılır. gereksiz romantizmden ziyade gerçek kelimelerle anlatılan acı ya da negatif her şey ise yalınlığın insana nasıl duygu yansıtabileceğini kanıtlayan en güzel karakteristiğidir bu grubun.
''eğer ishal olmayacaksa erkek s.kmek sakıncasızdır'' şeklinde gelişebilecek bir önerme ile paralellik gösterir.
not: o kadar sikko başlıktı ki daha iyi ve ahlaklı bir şekilde örneklendiremezdim. yoksa ağzım bozuk değildir. sadece bu durumlarda sövesim geliyor.
not 2: eğer iz kalmayacaksa ve sizde de o g.t varsa, buyrun vurabilirsiniz.
aslında bu nesildir, rakamdır, tarihtir tartışmalarına girmek gibi bir niyetim yoktu da eşeğin genital bölgesine vidanjör ile su bastınız resmen.
bir kere tüm genellemeler yanlıştır mevzuu ile meseleye giriş yapmak istiyorum.
ikincisi bu sikko devrecilik anlayışınızı da gram anlamıyorum, birinci nesil olup da - ki ve - de eklerinin yazılışını bilmeyen, ayırt edemeyen bir çok yazar ve hatta moderatör bile gördüm ben bu platformda.
sekizinci nesilleri aklı sıra ezmeye çalışan, dar kalıp iq fakirlerine acıma içerisinde bakıyor ve kendilerine tek bir nick veriyorum:
bu bakınızı öyle bi bakın diye vermedim. şimdi çıkıyorsun iki satır üste, orada gördüğün parantez içinde bulunan yeşil yazıya tıklıyorsun. bak bakalım bu adam hakkında neler yazmışlar.
yetmezdi mi? her dakika oylarını kontrol ettiğin ben hedesine tıkla, oradaki kutucuğa milli susucu yaz, entrylerini incele adamın. bak bakalım sen kimsin, o kim. sen nasıl yazıyorsun, o nasıl yazıyor; sen kaç doğumlusun, o kaç doğumlu ve senin iq seviyen ne onunki ne?
* iq seviyesi ile ilgili yazdığımı anlayabileceğini düşünmüyorum aslında. en iyisi sen o kısmı es geç.
bu noktada ''salak resmen geri zekalı bu çocuk ya'' bakınızı vermek mübahtı da, çok klişe. ben söylemem sen anla.
filmlere konu olduğunda izlemeye doyumu olmayan, fakat hayatınızın tam orta yerine damlayan koca bir çamur şeklinde kendini gösteriyorsa, kişiye pek keyif vermeyen bir olgudur hayal kırıklığı.
ve maalesef ki kişinin hayal kurmasının getirisi olduğundan, hayallerden uzak durup körelmeyi tetikleyen en büyük etken haline dönüşür. ne kadar kötü değil mi?
aslında hayal etmek dünyanın en güzel yolculuğudur ve aslında insanın en büyük gücü belki de. gözleri kapatmak yeterlidir, ve saniyelik düşünceler... düşünceler birbirini kovaladıkça yeni bir dünya, yeni bir hayat, yeni mutluluklar ya da yeni sıkıntılar çıkar ortaya. insan zihni her zaman en iyiyi hayal edemiyor tabi, ara sıra olumsuzluklar da olacaktır mecburen.
sonra bir şeyler oluyor. sanki hoş olmayan bir şeyler.
birileri gelip hayalinizde oluşturduğunuz güzel dünyanızın temellerine koca bir tekme savuruyor.
yıkılıyor dünya, yerle bir oluyor, kırılıyor hayaller... hepsi yerlerde, sorun değil yine yaparsın da; sorun ne biliyor musun? hayalinin baş rolüne layık gördüğün o tatlı oyuncu ve o'nun oyunculuk yeteneği.
öyle oynamış ki, gözlerin yuvalarından fırlamışçasına izlemişsin, soluksuz, kaptırmışsın kendini,nasıl da gerçekçiymiş.
ama işte aslında oyundan ibaretmiş her şey. rolünü yapmış, kötü bir finalle parçalamış dünyanı; ellerini yıkamış ve uzaklaşmış.
bu evrede hayal kurmak aslında kendini kandırmaktan ibaret oluyor, duyulan sevgi ve güven duygusu da başroldeki güzelliğin ruhunun da güzelliğine inanmandan. bu durumda hem hayal kurduğun hem de güvenip sevdiğin için resmen ''salak'' oluyorsun...
bu adam susuyorsa eğer, tüm dünya konuşsun bu adam susmaya devam etsin.
boktan hayatlar vardır ya hani, tüm rutinler rutin bir şekilde fakat her yeni gün daha seri bir halde birbirini kovalar. hani her sabah kahve içişin, sigara içişin bie artık keyif vermemeye başlar, hani aslında sevdiğini düşündüğün insanı sevmediğini fark eder de susarsın, hani üstündeki battaniye gece yere düşmüş ama evde olmayan bir allah' ın kulu, sırf yokluğunda ötürü üstünü örtememiştir ve her yerin tutulmuştur, lanet edersin ya her yeni güne...
işte bu durumlarda milli susucu kana enjekte edilen doping ilacı gibidir.
geyik yapmayı da ciddi konularda yazmayı da çatır çatır, hakkını vere vere yapar milli susucu.
ben bu adamı okudukça, rutin diye küfrettiğim, canımı sıkan her yeni güne mutlu devam ediyorum.
keşke diyorum hep sussa, biz de sessizliğini dinlesek.
redd grubunun en mükemmel şarkılarından biridir. rahat adamların, rahat şarkısı.
ulan bir aşk - ı itiraf bu kadar sakin ve cool bir şekilde nasıl yapılır?
yapılamaz!
bildiğin platonik aşk şarkısı.
da o davul solo nedir öyle, 2 saniye sürse de rezil ediyor şarkıyı?
bir erkek olsaydım bu kadar güçlü bir kadına aşık olmam kaçınılmaz olurdu.
ama şu da var, bir erkek olsaydım şu yazdıklarının bir cümlesinden gram bi bok anlamazdım.
erkeğim ve ruhum yok. incitiyorum, farkına bile varamayacak kadar salağım, kayıbım. bu da benim en büyük ayıbım....
seçim meselesi.
mis gibi yaşamak dururken, salak gibi ölmeyi seçmek olabilir örneğin.
oysa ki gerçek olan mis gibi ölüm varken, mal gibi yaşamaktır da... farkına varması zor!
--spoiler--
When you try your best, but you don't succeed
When you get what you want, but not what you need
When you feel so tired, but you can't sleep
Stuck in reverse
--spoiler--
sözlerle insanın içinde bulunduğu kimi ruh durumlarını açık ve net bir şekilde anlatıp, zaten kalbinizin ortasında bulunan koca deliği bilmenize rağmen, bir de ona ad vermenizi sağlayan coldplay şarkısı. sözlerde umut vaat ediyor belki ama işin içine müzik de girince, nedense daha da mutsuzluğa sürüklüyor insanı. kalbiniz kırıksa dinleyin.
öldüğü ilk zamanları hatırlıyorum da...
nick altı entryden geçilmiyordu. üzülüyordur eminim bu duruma derdim ama kabul edelim, çürümüş bir ceset şimdi anılarıyla mezarında gömülü.
genç bir kız, kendine göre çevresi olan ve 100 sene sonra belki sadece adı hatırlanacak, büyük anneannesinin en tatlı ve en genç giden arkadaşı olarak...
hayat nankör, insanlar da öyle. eminim bir kaçı dışında, yanından ayrıldığı insanlar için gram üzüntüsü olmamıştır son nefesinde. kim hak eder ki, ölüm döşeğinde düşünülmeyi, can parçaları dışında?
--spoiler--
benim bu derdim, ne yağan yağmurda
ne yalancı sonbaharda
ne bomboş sokaklarda...
kırılmış her yanım
kaybolur zaman saçlarında
gözlerim sokaklarda
sebebi isyan aşkım...
içim yanar, içim kanar da
isyan...
geriye bir avuç yalan...
beni bu derde sen attında, gittin ya kafam hep duman...
--spoiler--
çok gereksiz bir cezadır aşk.
hele ki soyunmuşken, arınmışken tüm zırhlarından.
hele ki hazırsan gözlerini kapatıp, rüzgarda savrulmaya.
hele ki kelimeler artık karşılığından tamamen sıyrılmışsa.
hele ki ruhun bedenine ağır geliyorsa ve ölmeye çoktan hazırsan.
yıllar yılı korkmuştum evlilikten, çok tersti bana tamamiyle bir erkeğin himayesi altına girmek, hele de görücü usulüyle. çok karşıydım yaklaşık bir ayda tanıdığın bir adamın, bir ömür boyunca yanında uyanacağın adam olmasına. lisedeydim o zaman, ruh özgür ya hani; hippi olmaya karar vermişsin, sırtında çanta dünyayı dolaşacaksın.
evdeki hesap çarşıya uymuyor tabi, ne anan ne baban senin düşündüğün gibi ılımlı bakmıyor hippiliğe ki sen de zamanla vazgeçiyorsun bu sevdadan. vakti zamanında dinlediğin deep purplelar'ın, the doorslar'ın yerini, zamanla ajda pekkanlar, sezen aksular hatta ve hatta ahmet kayalar alıyor, engel olamıyorsun.
şöyle ya da böyle bir şekilde görücü usulü evlendim ben. hayal ettiğim koca ile sahip olduğum koca arasında da uçurumlar var. hayal ettiğim brad pitt hiç olmadı burak kut iken, sahip olduğum osman yağmurdereli hiç olmadı aşçı ümit usta oldu. 4 oda bir salon pala bıyıklı bir kocadan iki adet evlat verdim dünyaya. oğullarım ve ben.
hamile olmak dünyanın en garip şeyi, başlarda içinde büyüyen şey senin için sadece isimden ibaretken, sonradan bildiğin kung fu ustasına dönüşüyor. tekmeler, hareketler derken gün geliyor isyan ediyor. ''beni burda tutamazsın'' diyor. zaten sen de tutamıyorsun.
ilkini kucağıma aldığımda, son nefesimi versem inanın üzülecek hiç bir şeyim kalmadığına emin olabilirdiniz.
kapkara bir şey, bildiğin eli kolu hatta pipisi var. ve benim parçam.
çok tarifsiz.
anneliğe alışmak biraz zaman alıyor ama dünyanın en değerli şeyi kesinlikle annelik.
uğruna canınızı vermek için sebep aramayacağınız türden bir güdü annelik, ölüp öldürmeye her daim hazır olmak demek.
ve evlatla beraber alınan her nefes için tanrıya şükür, onu kaybetmemek için ise her saniye tanrıya dua etmek demek annelik.
böyle bir insan tanıdım ben. uzun yıllardır tanıyorum. mesleği de memurluk. idealine ulaştı yani.
bir köy okulunda başlamış bu hayalperestliği. orta anadolu'nun bir köyünün derme çatma, ahırdan bozma bir okulunda. bir sınıfta 20 kişilermiş ama sıralar yetmiyormuş hiçbirine, ilkokul 1, 2 ve 3ler aynı sınıfta ders yapmak zorunda olunca. bir tarafta ali ata bak öğrenilirken, diğer tarafta araç a şehrinden b şehrine doğru yola çıkıyormuş. ne ali'yi ne de aracı tam olarak kavrayamamışlar onlara öğretildiği anda. düşe kalka mezun olmuşlar ilkokuldan, orta okulun farklı olacağına dair hayallerini de kağıttan kayık yapıp yüzdürmüşler, okulun kenarından geçen minik derede; ortaokula başladıkları gün.
yine çoklu sınıflar, yine sefalet, yine okuduğunu ya da anlatılanı anlayamama. salak değillermiş de kalabalıkta ne anlayacaklar.
bu arada aile tarımla uğraşıyor tabi. buğday tarlası ve arpa tarlası arasında koşuşturararak geçmiş tüm çocuklukları. bir bakmışlar ki zaman geçmiş, kocaman adam olmuşlar.
liseye gelince durum biraz daha değişmiş tabi. merkezde bir okula gitmek ile bir köy okuluna gitmek arasındaki dağlar kadar farkı, kendi cüsselerine göre bir dağ ebatında olan minik tepeleri aşarken anlamışlar okul yollarında. ama mutlulularmış.
hikayenin kahramanının babası yıllar yılı devlet memnurluğunu anlatmış utanmadan sıkılmadan.
'' devlet kapısı altın anahtar gibidir. her kapıya açılır.''
'' devlet büyük nimettir, alkına sahip çıkar.''
'' bu hökümet çok hayırlı deyirler, memurlara zam da yapacağımış.''
'' memur olmayacağan da neyolacaan? anarşik mi kesilecen başımıza?''
'' memur olursan hayatın gurtulur, sikortan olur, hastalıkta sırtın yere gelmez a ahmet, akıllı ol oglum.''
yıllar yılı babasının telkinleri ile büyüen ahmet de daha büyüğünü hayal edememiş. babasının sözünden çıkmamış. devlet memuru olmuş; bir de yandaki köyden selvinaz ile evlendirmişler tamam olmuş.
hayatları yolunda, iki de çocukları olmuş. olmuş da...
bir gün ahmet bir iş arkadaşı ile beraber, dertten mi keyiften mi bilinmez bir meyhaneye gitmiş. orada içip sohbet ederlerken, eski bir arkadaşına rastlamış. arkadaşı klarnet alarak para kazanıyormuş. selamlaşıp sohbet etmeye başladıktan takribi bir saat sonra konu klarnete gelmiş.
'' bu da bizim ekmek teknemiz işte..'' demiş arkadaşı, ''senin gibi devlet adamı olamadık ki! ahh kafam ahh, keşke okuyaydım.''
'' zor mudur bunu çalmak? nasıl öğrendin?'' deyip başlamış ahmet sorularına ve sohbetin ilerleyen saatlerinde almış klarneti eline, deneme amaçlı. bir iki detone ses, bir kaç yanlış nota sonrası güzel güzel çalmaya başlamış, ne nota ne de herhangi başka bir bilgisi olmamasına rağmen.
tuşlara bastıkça ruhu dökülmüş klarnetten, ses yerine. çaldıkça heyecanlanmış, heyecanlandıkça huzur bulmuş, huzur buldukça çalmak istemiş. neden bunu daha önce denemediğini defalarca sormuş kendine, ve neden daha önce ona böyle bir fırsat tanımadığı için tanrı'ya bile kızmış.
belki erken yaşta klarnet ile tanışsaymış, çok iyi bir performer olabilirmiş; ama ne yapsın hayal gücü sadece etrafındaki imkanlar ile sınırlıymış. o yaşlarda, o şatlarda olabileceği en iyi şey devlet memuru, o da olmazsa tarlada ırgatlık olabilirmiş. sınırlı
sayıdaki hayallerinin arasına klarneti nasıl sokabilirmiş ki. bu tadını hiç bilmediği, ve asla görmediği bir yemeği canının istemesi kadar uzakmış ona.
ahmet devlet memuru olmasın da ne yapsın? başka şansı mı varmış?