Sorumlular hesap verir mi bilmem ama sorumluları belirlemenin baya çetrefilli olacağı kesin.
Çünkü olayın hukuki zemini çok muğlak. Şöyle ki;
yaşanan olayda bir kere bolu belediyesi’nin herhangi bir sorumluluğu yok.
Otelin olduğu bölge bolu merkez itfaiye müdürlüğü’nün yetki alanında değil. Yangın yeterlilik yazısının 2007 yılında bolu belediyesi’nden alınmış olması hala oranın yetki alanında olduğunu göstermez. ikincisi, ilgili belge, işletmenin sadece ve sadece o tarihte yangın yeterliliğine sahip olup faaliyete başlayabileceğini gösterir. O günden itibaren ilelebet süren bir garanti belgesi değildir
binaların yangından korunması hakkında yönetmelik’in ‘denetim’ başlığı altında deniyor ki;
“MADDE 131- (1) Bu Yönetmelik hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığı aşağıdaki şekilde denetlenir:
a) Özel yapı, bina, tesis ve işletmeler, mahalli itfaiye teşkilatı ile bunların bağlı veya ilgili olduğu bakanlık ve kamu kurum ve kuruluşlarının müfettişi, kontrolör veya denetim elemanları tarafından denetlenir. Bina sahibi, yöneticisi ve sorumluları denetim elemanlarınca binaların arzu edilen bütün bölümlerini ve teçhizatını göstermek, istenilen bilgi ve belgeleri vermek zorundadır. Denetim sonunda eksik bulunan ve giderilmesi istenilen aksaklıklar ile talep edilen önlemlerin öngörülen uygun süre içerisinde ilgililerce yerine getirilmesi mecburidir.”
Haliyle Mahalli itfaiye teşkilatı bolu belediyesi itfaiye müdürlüğü değildir. Ya seben belediyesi itfaiye müdürlüğüdür yahut kartalkaya’nın dahil olduğu Köroğlu Dağı Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi’nin varsa özel düzenlemelerindeki birimdir.
Ayrıca, ilgili maddeden de anlaşılacağı üzere denetim yükümlülüğü sadece itfaiye üzerinde değildir, işletmenin bağlı veya ilgili olduğu bakanlık ve kamu kurum ve kuruluşlarının da yükümlülüğü vardır.
Yani yönetmelik, işletmenin bağlı/ilgili olduğu kurumlar denetim yaparken, işletmenin bir zamanlar (örneğin 15 yıl önce) anlık yangın yeterliliğine ilişkin herhangi bir itfaiyeden aldığı yazıya bakar, bunu yeterli görür, demiyor. Yönetmelik hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığına ilişkin, işletmenin bağlı ve ilgili olduğu kurumlara da denetim yükümlülüğü öngörüyor.
Peki yönetmelikte; itfaiye, ilgili bakanlık veya diğer kamu kurum kuruluşları için hangi periyotta denetim öngörülüyor?
Olayın nirengi noktası da burası işte. Çünkü Böyle bir düzenleme yok.
Madde 125: “ Yapı, bina, tesis ve işletmelerde yangın güvenliğinden; kamu ve özel kurum ve kuruluşlarda en büyük amir, diğer bina, tesis ve işletmelerde ise sahip veya yöneticiler sorumludur.”
Yani Yangın güvenliğini sağlama yükümlülüğü, işletme tüzel kişiliğini temsilen mülk sahibi veya ilgili yöneticide. Gelgelelim buna uyulup uyulmadığının periyodik olarak denetlenmesi yahut yangın yeterliliğin geçerlilik süresi diye bir şey yok.
Peki Yürürlükteki mevzuata göre işler nasıl yürüyor?
işletmenin, yangın güvenliğini etkileyecek herhangi bir yapısal/organizasyonel değişiklik halinde ilgili kurumlardan denetleme talep etmesi, uygunluk yazısı alması beklenir.
Peki mevcut olayda ‘yangın yeterlilik belgesi’ neden 2007 tarihli?
Çünkü yönetmelik 2007’de çıktı. işletmeler ruhsat alabilmek yahut ruhsatlarını koruyabilmek için gerekli düzenlemeleri yaparak itfaiyeye başvurdu ve uygunluk yazısını aldı.
Verilen yazı, faaliyete başlamaya uygun olduğunu ancak yangın güvenliğinden işletmenin sahibi veya yöneticisinin sorumlu olduğunu söyler.
Bir diğer deyişle; benim denetimim anlıktır, işletme bu şartlarda faaliyete başlayabilir ama bu şartları korumak, değişen şartlara uymak ve genel olarak yangın güvenliğinin sürekliliğini sağlamak işletmenin sorumluluğundadır, denir. Kısacası, gerisi beni bağlamaz, diyor.
Türkiye’de ruhsat alan milyonlarca işletme bu şekilde ruhsat alıyor. ikamet amaçlı binaları da işin içine katarsanız, kaç milyon ediyor, siz hesaplayın.
Zaten buna her ne kadar yeterlilik belgesi falan dense de, aslında bu bir belge değil. Hukuki olarak bir belge niteliği taşımıyor. “itfaiye geldi, o an için yangın güvenliği yönünden faaliyete başlamama engel bir durum görmedi” yazısıdır.
Dahası, bir denetim raporu niteliğini de haiz değildir.
Hatta dahası, re’sen inceleme sonucunda yazılan bir yazı da değildir. Yazının başındaki ‘ilgi’ bölümünden de anlaşılacağı üzere, bir cevap yazısıdır. işletme itfaiyeye “yangın yeterliliğimin değerlendirilmesi” içerikli bir dilekçe yazar, itfaiye değerlendirme sonucu bir cevap yazısı yazar ve son paragrafa mealen “sonrası seni bağlar, haberin olsun” der. işletme de ruhsat veya diğer belgelendirmeler için ilgili kurumlara talepleri halinde bu yazıyı gösterir. işte hepsi bu.
Dolayısıyla otelin 2007 yılında aldığı yeterlilik yazısından yola çıkıp hukuki sorumlu aranmaz.
Ne yazık ki, aynı durum bütün binalar için de geçerli. Toplanma amaçlı (sinema, tiyatro, kongre merkezi vs) binalarda da durum bu.
Bir bakın bakalım kaç işletme ruhsatı aldıktan sonra bir daha yangına dair herhangi bir denetim görüyor?
Çevrenize bir bakın; işletmeler ruhsatı aldığı günün hemen ertesinde fiziki şartları baştan aşağı değiştirecek (sundurma çıkma, kaçak kat, alan genişletme, yeni bölme ekleme, yangın yükünü arttıracak depolama vs.) şeyler yapıyorlar mı, yapmıyorlar mı? Bunlardan kaç tanesi bu tür değişiklik ertesinde tekrardan ilgili bakanlığa ya da mahalli belediye itfaiyesine başvurup yangın yeterliliği devam ediyor mu diye yazı yazıyordur sizce?
18 senede ne değişiklikler olur, siz hesap edin vs vs.
Konuya dönersek;
Buradaki savcılık soruşturması, sorumluların tayini ve görevi ihmal olup olmadığıyla alakalı olacaktır.
Yönetmeliğe göre Sorumlular; mahalli belediye, ilgili bakanlık, ilgili kamu kurumları ve (eğer yangına ilişkin özel düzenleme varsa) turizm koruma gelişim bölgesinden sorumlu kurumdur.
Denetim anlamında Görevi ihmal var mıdır?
Yönetmelik periyot belirtmiyor ama bunlar tarafından denetlenir, diyor. (Yangın yeterlilik yazısı o anı bağladığı için onun konuyla ilgisi yok) ilgili madde yetkiyle birlikte sorumluluk belirtir şekilde düzenleme getirmiş.
Dolayısıyla seben belediyesi ve işletmeyle ilgili kurum ve kuruluşlar müteselsil sorumlu. Gelgelelim, periyot belirtilmediği için neyi baz alacaksın? Denetim yükümlülüğü nasıl, hangi şartlarda ve hangi aralıklarla yerine getirilir? Mevzuatta düzenlenmemiş.
Mahalli belediye diyecek ki, benle ne alakası var, zaten ruhsatlı işletme, yönetmelik yangın güvenliğinin sürekliliğini sağlama sorumluluğunu işletmeye vermiş. Bakanlık diyecek ki, ben 2007 tarihli bir yazıda uygunluk gördüm, yangın mevzusunda gerisi beni bağlamaz, ben turizm açısından denetledim. Bolu belediyesi diyecek ki, ben 2007’de faaliyete başlama için uygunluk yazısı vermişim, sonra adamların içeriyi nasıl değiştirdiğine, önlem alıp almadığına dair nereden bilgim olsun, zaten ben mahalli belediye de değilim, orası (artık) yetki alanımda da değil. Mahalli belediye diyecek ki, benim zaten re’sen denetim yetkim yok.
Bu arada, Olay siyasi çekişmeye döndüğünden işletmenin yangın güvenliğinin sürekliliğini sağlama yükümlülüğünden bahseden yok. Gerçi her halukarda ilgili yöneticiler yargılanır. (Ama Muhtemelen mülk sahibi yırtar)
Tabi bu konuya ilişkin, ilgili kurumlara (seben belediyesi veya ilgili bakanlık vs) iletilen eski bir şikayet varsa ve buna istinaden denetim olmamışsa o kurum denetim yönünden birincil sorumlu haline gelir.
Bunun dışında “yangın merdiveni vardı” denilen bakanlık açıklamasına istinaden sosyal medyada “hani yangın merdiveni yok” diyenlerin sanırım bilmediği konu şu; yangın kaçış merdivenleri her zaman bina dışında olmak zorunda değil, bina içinde de olabilir. O konuda otelin cephe fotoğraflarından çıkarım yapılamaz.
Durumun hukuki boyutu böyle.
Denetim anlamında Mevzuat mı yoksa kurumlar mı suçlu, tartışılır.
Ama her ne olursa olsun ölen öldüğüyle kalacak ve siyasi çekişmelerle oluşan gündem dağıldığında kimse bu olayı hatırlamayacak.
oyundan bağımsız olarak ben muslera’dan sıkıldım artık ya! Son zamanlarda ortalama kaleci performansını hiç aşamıyor. Tamam, büyük kaleci, tamam yetenekleriyle bize şampiyonluk da yaşattı ama Bundan sonra daha iyiye gidecek gibi gözükmüyor. Bir lorik cana takası daha lazım bize.
bugüne kadar denediğim bütün odunsu parfümlerin açık ara en iyisi.
sandal, sedir, ud gibi en oturaklı kokular üzerine bir de deri notası var.
sanki sadece takım elbise üzerine kaşmiş pardesü, eldiven, deri ayakkabı, puro kombini için yapılmış gibi. otoriter, kendinden emin ne varsa onu temsil ediyor.
tom ford ombre leather ve oud wood bir araya gelse bu kokuya yaklaşamaz.
atkinsons oud save the king’ten sonra atkinson’ın bence en iyi kokusu.
kötü yanı, kış mevsimi haricinde kullanılacak bir şey değil
ya tamam yüzük cezbedici falan da, daha önce zaten bir sefer o işin ucundan dönülmüşlüğü var. Yüzük hüküm dağında lavların ucuna kadar getirilerek yok etme denemesi yaşanmış aga. Eleman son anda vazgeçerken ayağı kaysa geçmiş olsun amk, onca varsayım boşa gitti.
Millet lavın kenarında uyanıyor mevzuya. böyle lüzumsuz risk için bile bir önlem alınır. Zaten dağ taş ork amk, bir bölük de oraya ayırırsın, olur biter. bir nöbet çizelgesiyle çözülür iş.
Dünya üzerinde yüzüğün yok edilebilir olduğu tek bir yer var ve oraya önlem almıyorsun. Lan ben olsam o lavların falan üstünü silme çelik konstrüksiyonla kapattırır, üzerine beton döker, kenara köşeye derz dolgu yaptırırım.
Yüzüğünü atmaya gelen ork bölüğünü aşsa bile göt gibi kalakalır orada. Buranın ıslah çalışmaları Hüküm dağı belediyesi tarafından yaptırılmıştır. Hadi amk, napacanız şimdi!
böyle konuların üniversite eleştirmek için kullanılması bana gereksiz geliyor.
işte yakışıklı güvenlik gelmiş. E gelsin amk, boş beleş etkinlik işte. bilmem ne kulübü sırf geyiğine çağırabilir, giden öğrenciler de hayatın sırrını bulma umuduyla gitmemiştir, goygoyuna gitmiştir zaten.
Amk bizim zamanımızda yazarları, gastecileri, tv programcılarını falan çağırırlardı, bu amına koduklarım da karşısında soru sormaya hevesli genç çocukları görünce baya kanaat önderi havalarına girerlerdi. Hepsini toplasan bir sike derman değiller, alayının da sadece ekmeğinde olduğunu zaten zaman apaçık gösterdi.
Keşke bizim zamanımızda da böyle boş beleş şeyler daha çok olsaymış.
serkan inci denilen denyonun herhangi bir krizi yönetecek zekada olmamasıyla ilgili.
inci sözlük, zaten spontane gelişen ve kaotik içeriyle önemsenen bir şeydi. Serkan denyosu sikko bir blogspot açmaktan başka bir şey yapmış değil. (Öyle ki arama butonu bile çalışmayan, bir yazılanı bir daha göremediğiniz bir yerdi) inci sözlüğü büyüten ve kitlelere yayan şey ilk dönem yazarlarının mizah seviyesi ve formatsızlıktır.
Sonra serkan, açılan en ufak davada dalağı götünde atar hareketler sergilemeye başladı. Adnan oktar’ın götünü öptü. Çoluk çocuğu siteye doldurdu, haliyle sözlükteki mizahı üreten yazarlar 1,5 - 2 yılın sonunda sözlüğü terk etmeye başladı.
Hikayesi bundan ibarettir.
Kontrolü, Serkan denilen 5. Sınıfı dolandırıcı salağın elinde olan bir oluşumdan da fazlası beklenmezdi zaten.
Yüksek lisans sürecinde seçmeli aldığım bir ders vesilesiyle mezhepler tarihini araştırdım. Daha sonrasında konudaki ciddi kaynakları taramaya devam ettim.
Bu konuda daha evvelden bilgim var sanıyordum ama gerçekte pek de yokmuş. Çünkü genel olarak o döneme kadar okuduğum kaynakların bilimsel olmadığını fark ettim.
Diyebilirim ki, Mezhepler tarihiyle ile ilgili çok temel iki problem var:
1- geriye doğru tarih inşaası:
Mevcut mezheplerin (anaakım sünni ve şia mezhepleri dahil) hemen hemen hepsi kendilerini hz. Peygamber’in yaşadığı dönemle bağdaştırma çabası içerisinde. Ki, yok böyle bir şey.
Şu an varlığını sürdüren hiçbir mezhep hz. Peygamberin yaşadığı dönemle ve hz. Peygamber’in ölümünü müteakip 1 asırlık süreçle kendini ilişkilendirilebilecek bir geçmişe sahip değil.
(Bugün varlığını sürdüren ibazziye haricilikle anılsa dahi, kendilerini hariciyenin devamı olarak tanımladıkları pek söylenemez. Keza, hariciyenin muhalefeti siyasi vaka ile başlayıp daha sonra itikadi altyapı kazanmıştır ki, tekfircilik ve radikallik, bir mezhep olarak o dönemki fikirleriyle varlığını sürdürmesine engel olmuştur. Bugün hariciyenin devamı diye gösterilen irili ufaklı birkaç mezhebin şu anki görüşleri asıl hariciyeye kıyasla çok yumuşak ve ılımlı kalır.)
Örneğin şia’nın iddialarının aksine, ilk asır kaynaklarında “şia/şii” bir lafz olarak bile yoktur. ikinci asır kaynaklarda ise hiç de mezhep gibi telafuz edilmemiştir ve o dönem o isimle (şia/şii) anılanların bugünkü şiayla ne itikaden, ne de silsile olarak herhangi bir ilgisi yoktur. Keza sünni mezhepler için de durum böyledir. Haliyle mezhepler kabaca tabiun’dan bile sonradır ve emevi/abbasi döneminde (mezhep imamlarına bizzat eziyet eden) iktidar eliyle kurumsallaştırılmıştır.
2- tarafgirlik:
Mezheplere ilişkin ilk dönem kaynakların birçoğu karşıt/muhalif/farklı mezhep mensupları tarafından kaleme alınmış eserlerdir. Haliyle en başından; aleyhte, muhalif yahut içeriğe çok da vakıf olmadan genellemeci bir yaklaşımı temsil ederler. Mezhebi doğrudan içinden anlatan eser sayısı azdır.
Bu iki temel problem bilimsel/tarihsel yaklaşımı ciddi şekilde gölgelemektedir.
Diğer bir sorun ise, kaleme alınan eserlerdeki metodoloji sorunudur. Birçok eserde, dile getirilen iddialara, tariflere dair belirgin kanıtlar, dayanaklar ve referanslar yoktur. Dahası, kronolojik çelişkiler de mevcuttur. (Gerçi tarihin o dönem için bu sorun, bilgiye ve yazılı belgeye erişim zorluğu düşünüldüğünde çok anlaşılmaz değil.)
Haliyle mezhepler gelişirken, (bu zorlukları ve belirsizlikleri bir nevi lehlerine kullanarak) yüzyıllar içinde değişen görüşlerini geçmişe yönelik tadilatlarla sürdürme yolunu seçmişlerdir.
Dahası, en başta devlet ve iktidar eliyle kurulan mezhepçilik, tarihi boyunca hiçbir zaman bu etkiden soyutlanmamış, hatta bizzat siyasetle herc ü merc bir ilişki içinde serpilip büyümüş, çeşitlenmiştir. Bir diğer deyişle; mezheplerin hemen hemen hepsi hemen hemen her yönüyle kurumsaldır. Bireysel yaşama ilişkin çok az sayıdaki ufak tefek bakış farklılıklarını bir kenara koyarsak, toplumsal anlamda itikadi bir bakıştan ziyade siyasi bir konumlanmaya tekabül ederler ve konumladıkları yeri itikadın gereği kabul ve ilan ederek temsil ederler.
Tasavvufun da işin içine girmesiyle ilk dönem mezhep imamlarıyla ilişki, ustalara saygı kuşağı nevinden bir selamlama seviyesinde tutularak tarihsel gerçeklikten de ciddi anlamda uzaklaşılmıştır. (Bugün, örneğin türkiye’deki en yaygın mezhep olan hanefiliğe mensup olan insanların çoğu ebu hanife’nin yaşamına veya herhangi bir eserine dair fikir sahibi değildir ama birçok tasavvuf ehline ilişkin türlü menkıbelere vakıftır.)
Bugün türkiye’deki ortalama islam anlayışında Mezhepçilik tasavvufla o denli iç içe geçmiştir ki, birini diğerinden ayırmak, çerçeve çizmek yahut basit bir tasnife gitmek için bile cerrah hassasiyetinde dikkat gerekir. (Bu ekolün temsilcilerinin kütüb i sitte gibi kaynakları neredeyse ayetle bir tutacak derecedeki canhıraş savunmaları bahsedilen tarihsellikten ve kurumsallıktan bağımsız değildir ama işin orası çok daha tafsilatlı bir değerlendirme gerektirir ve zaten her halukârda gargaraya gelir. )
Hulasa, mezheple ilgili her zaman akılda tutulması gerekenler:
- mezhep, dinin gereği değildir. Sosyolojik çerçevesinden tamamen soyutlasak dahi, en temel anlamıyla dinin uygulanışına/yaşanmasına yönelik bir görüştür ve her görüş gibi sadece sahibini bağlar, dinin kendisini değil.
- mezhepler, hz. Peygamberin ölümünden çok sonra ortaya çıkmış ve zaman içinde iktidar eliyle kurumsallaştırılmıştır.
- mezhep imamlarının hiçbirisi, mezhep kurma ve ekolleşme iddiasıyla içtihat etmemiş, görüş bildirmemiş ve görüşlerini bütün zamanları kapsayan nihai içtihatlar olarak ilan etmemiştir.
- mezhepler insan yapılarıdır ve her insan yapısı gibi yanılmayla malüldürler. Kendi öz kızına “fatıma çalış, ben seni kurtaramam” diyen bir peygamberin getirdiği dinde bilmem ne müçtehidlerinin, bilmem ne imamlarının, bilmem ne şeyhlerinin, bilmem ne kutublarının kutsallığı falan yoktur. Zira Bu din, kara kadının oğlunun da dinidir.
Bütün bunlara ilaveten, mezhep, din kisvesine sarılıp sarmalanmış bir tür kavmiyetçilik işlevi görüyorsa zaten bu dine aykırıdır.
Edit: mezhepler tarihiyle ilgilenenlere iyi bir kaynak önerebilirim.
insanların isimlerini, numaralarını, nicklerini vs çok az hatırlayabiliyorum.
Hele de biri bana bir şey anlatırken (misal işyerindeki kişiler) isim verdiyse falan bir noktadan sonra isim rehberim doluyor ve son yüklenenler baştakileri silmeye başlıyor. Birkaç gün sonra aynı kişiden bahsettiğinde “o kim ya” dediğim çok oluyor. Bunun, sevgilim olduğunda yarattığı “sen beni dinlemiyorsun” tribi çok bayıyor beni.
Ama anlatılan bir olayı direkt kafada video haline getirdiğim için asla unut(a)mıyorum. Baya baya, karşı taraf anlatırken her yeni veri gelişinde arka plan, tahmini yüzler, bakış, davranış, (tahmini)yansıma, gölge vs en ince ayrıntısına kadar görselleşiyor. Böyle ayrıntılanmış bir şeyi 20 yıl sonra yine en ince ayrıntısına kadar hatırlarım
Çoğunlukla isimleri de o videodaki rolünden çıkarabiliyorum. Mesela, “o kimdi” sorusuna “hani şöyle yapmıştı” tarzı bir cevap alabilirsem sorun kalmıyor. Ama tek başına isimler benim için muallaktan ibaret.
Müzik kulağı vs zaten yok. Anca klibi falan olacak.
Mesela roman okurken de beni en çok bunaltan şey romanın başlarında ayrıntılanmamış çok fazla karakter ismi verilmesi. Roman ilerledikçe karakterler oturuyor. Ama onda da bir süre sonra sadece olayların görseli kalıyor, karakterin ismi yine gidebiliyor bir süre sonra.
Haliyle herhangi bir metni (kelime kelime) ezberlemek benim için bildiğin çile.
Bu nedenle eğitim hayatım boyunca çok zorunlu kalmadıkça hiç ezber yapmadım. Zar zor ezberlediklerim de işim biter bitmez hafızamdan silindi. Bunun bir faydası, her şeyi anlamak zorunda olmaktı. Matematiksel formülasyona bile sebep-sonuç ilişkisiyle anlam veremezsem unutuyordum çünkü. Çok şükür sözelci de olamadım bu sayede :p
Güncel hayatta tek faydası, birinin bana yalan söylemesi için söylediği yalanı en ince ayrıntısına kadar hatırlaması lazım. Çünkü ben muhtemelen ilk beyanı her ayrıntısıyla hatırlıyor olacağım.
Kötü yanı, insanlar kendilerine saygı duymadığınızı düşünüyorlar haklı olarak. iş hayatında da bunu sürekli yaşıyorum, biriyle tanıştıktan 10 dakika sonra ismini unutuyorum, bu sefer hitap etmek zorunda kalmamak için sürekli ikinci çoğul kullanmam gerekiyor. Tabi bir de bu unutkanlık aptal gibi görünmeme de sebep oluyor.
Kendisine sadece satrancın kuralları öğretildi (taş değer puanlamasını önemsememesi istendi) ve kendi kendine araştırma yapıp çalışma talimatı verildi.
ilk 9 saatte eski maçları analiz etti ve kendisiyle 44 milyon oyun oynamış olarak geri döndü.
Akabinde o ana kadar dünyanın en gelişmiş satranç robotu olan stockfish’le müsabakaya çıktı. 100 maçta 28 galibiyet, 72 beraberlik ve 0 mağlubiyetle stockfish’i perişan etti.
Bu maçların bir kısmını izledim. Hayatımda hiç görmediğim kadar garip pozisyonları gördüm. Hatta öyle ki, bazı hamlelerine dünyanın en güçlü büyükustaları bile 15-20 hamle geçmeden hiçbir anlam verememiştir.
Böylesi kompleks oyunlarda böyle bir dominasyon resmen ürkütücü.
Sadece bunun oyunlarını sabırla analiz eden herhangi bir satranç ustası gücünü ciddi oranda arttırır.
Tabi benim gibi hobi düzeyinde satrançla ilgilenen biri analiz etse satrancı tamamen bırakmak isteyebilir.
Kısacası, inanılmaz bir hesap gücü.
Gelgelelim, çalışma mantığı, geleneksel deneme yanılma ile milyonlarca varyantı kontrol etmekten ibaret değil, ekstradan nöral ağlarla çalışıyor.
Biraz insan doğasına benzeterek açıklamak gerekirse; bir anda milyonlarca varyant hesaplayabilen, bununla birlikte sezgisel oyun kabiliyetine de sahip olan bir canavardan bahsediyoruz.
Sezgisellik ve makineler, anlamlandırması bile çok zor.
Klasik satrançta gelmiş geçmiş en yüksek elo’ya ulaşan, 2882 elo puanıyla magnus carlsen.
Gelmiş geçmiş en yüksek elo puanı listesinde ilk 20 kişinin tamamı hala hayatta olan isimler.
Bunlardan, profesyonel satranç kariyerini sürdürmeyen gary kasparov 2851 puanla ile listenin 2. sırasında; alexander morozoviç 2788 puanla listenin 20. Sırasında.
Dünya satranç tarihinin en yüksek elolu oyuncuları listesinde sadece 5 isim 40 yaşın üstünde.
Yani demek oluyor ki, hem rekor, hem sayı olarak dünyanın en iyileri şu anda oynayanlardan oluşuyor.
Efsanelerin (bazıları tahmini analiz) puanları:
Paul morphy: 2690
Mihail tal: 2700
Emanuel lasker: 2720
Jose raul capablanca (profesyonel satranç oynayıp da bu adamın kitabını okumayan tek kişi yoktur): 2725
Robert fischer: 2780
Sebebi açık aslında:
Bilgisayarların akıl almaz hesaplama kabiliyetleri ile satranca dahil olması.
Bugün yaşayan satranç ustalarının en büyük avantajı, kendilerinden çok çok daha üstün bir rakiple istedikleri her an oynayarak kendilerini geliştirme imkanına sahip olmaları.
Şu an 10 yaşında bir çocuk bile bedavaya edinilen sıradan bir satranç robotuyla oynamaya başladığında magnus carlsen’den çok daha güçlü bir rakiple çalışma imkanına sahip oluyor. Dahası, her hamlesini ve devam yollarını bilgisayara analiz ettirme, alternatifleri değerlendirme, hatalı ve doğru hamleleri sebepleriyle öğrenme şansına sahip oluyor.
Yapay zeka da işin içine girdiğinden beri insan satrancı artık çok zayıf bir hale düştü.
Satranca yeteneği olan ve Bu imkanları iyi kullanıp disiplinli çalışan biri için tarihin en büyük satranç ustalarının, dünya şampiyonlarının seviyesine erişmek mümkün.
Paul morphy’nin veya capablanca’nın insan rakipleriyle oynamak veya masa başında kendi kendine devam yolu analizi yapmaktan başka çaresi yoktu.
Gelgelim, eski ustalar bugün yaşasa ve bu imkanlara sahip olsa zannederim çok büyük sıçrama gösterirlerdi. Paul morphy’nin yapacaklarını tahmin bile edemiyorum.
valla erkeklerini bilmem de, ben baya güzel kızlar görmüştüm gittiğimde. Beyaz tenli, renkli gözlü falan. Türkiye ortalamasının baya üzerinde gibi gelmişti ama birkaç hafta kaldığım için öyle tesadüf etmiş de olabilir, bilemiyorum.
Ben adana’da birinin trafikte birine yol verdiğini hiç görmedim. Genel olarak trafikte şerit algısı da yok, herkes karambole şerit değiştiriyor, sen şeridini korumaya kalkarsan saçma bir şey yapıyormuşsun gibi gözüküyor.