Yalnızlığı… bütün bir ömür, tek başına, hiç şikayet etmeden, öylece dimdik ve ayakta; hayata şahitlik etmeyi.
Fedakarlığı… sadece binbir çeşit hayat beklentisi olan parazite yuva olmasıyla değil, bizzat nankörlüğü ile nam salmış insana bile yapabildiği fedakarlığı. Gölge olup serinletmeyi, meyve olup beslemeyi. Hatta kışın çırılçıplak kalma pahasına yapraklarını döküp güneşine engel olmamayı.
Ağlamayı… kesilen bir ağaçtan akan sessiz ve incecik gözyaşlarıyla, acısını hiç belli etmeden ağlamayı.
Yanmayı… yanarken bile çıkardığı sesin uyumuyla dünyanın en estetik ateşi olabilmeyi. Sonra küle dönmeyi. Küle dönerken bile “odun ateşinin külü” diye bir fark yaratabilmeyi.
Masumiyeti… asaletinden hiç taviz vermeden muhafaza ettiği; mazlum olmayı bahane edip hiçbir zaman kirletmediği ve hep haklı kalabildiği o destansı masumiyeti.
Ölmeyi… zamanı geldiği zaman dimdik ayakta kabullendiği, ne zamanından önce gelişini istemeyi, ne geldiği zaman baş kaldırıp çırpınmayı. Öylece kabullenebilmeyi…
Daha kelimelere sığmayan neleri ve neleri…
Ben burada laf ebeliği yapıp düşünme ve yazma acizliği içersinde sınırlar çizerken onlar yaşıyor. Yaşamasını biliyor.
Dünyanın en idealist yaşam formları! Öldüğümde beni de yanınıza alın. Hayattayken öğrenemediğim yaşamayı hiç olmazsa öldüğümde öğretin bana.
Özel bir yer? insan mesela… anadolu’da yaygın bir kültür vardır. Ölen birinin cansız cesedine ait yüz, büyük küçük bütün akrabalara gösterilir. Önceleri anlamazdım. Küçük bir çocuğa “ölü bir yüz” niye gösterilirdi ki? Sonra anladım tabi. Mesela babaannemi hala yaşıyor zannediyorum ben. Hala o evin içerisinde yalnız yaşıyor ve benim gelip kapıyı çalmamı bekliyor gibi. Bu histen kurtulamadım daha. Kaybettiğim diğer yakınlarım için geçerli değil bu. Çünkü onları gördüm. Ruhu gittikten sonra kalan o değersiz et ve kemik yığınını gördükten sonra artık onun yaşadığına dair bütün umutları siliyorsunuz.
Değersizleştirmek… Bulduğun ve kaybettiğin yeri sıradanlaştırmaktır. Bir şekilde “özel” olmasının ve efsaneleşmesinin önüne geçmektir. Çünkü orası efsaneleştikçe insanın felaketi olur. kaybedilenin bıraktığı boşluk, değeri nispetinde öyle ağır travmalara yol açar ki! Bazen hayatın akışını engeller. Halbuki hayat bir şekilde akıp gitmesi gerekiyordur.
Dışarıya değil içeriye dönük bir mesajdır aslında değersizleştirmek. Sizi hayata tutunmaya zorlayan bir savunma mekanizmasıdır. Yoksa Kaybedilenin değerini asla düşürmez. bir unutma yöntemi de değildir. sadece izi kalacağını bile bile o yaranın artık kabuk bağlamasını istersiniz.
imkansızlık ve çaresizliğin gerektirdiği acı bir tesellidir kısaca.
Av, canının derdinde, o yüzden kaçıyor. Avcı yavrularını beslemek istiyor. Onun da Kovalaması bu yüzden. Hangisi yanlış?
Baba sınırlar çiziyor, çocuğunu tehlikeye atmak istemiyor. Çocuğun derdi özgür olmak. Sınırları sevmiyor. Hangisi yanlış?
Hayat aslında göreceli doğruların bileşimi. hayatın her alanında bu iş böyle yürüyor. Nasrettin hocanın mizaha döktüğü "sen de haklısın" fıkrasının altındaki gercek bu.
Ama asil mesele Görünenin ardındaki gerçeği görmekten ziyade, böyle bir gerçek olduğunu bilmek.
kaza sonucu yanarak ellerini yaralamış bir adamın durumuna benzer. her yanan gördüğünde o elindeki acıyı tekrar hisseder. sanki o anı tekrar yaşar. aslında sevinmez başka birinin aynı acıyı yaşadığına. onu en fazla anlayan kişidir. sadece onda kendini görür. onu kendine yakın hisseder.
dünyada insana en fazla haz veren şey başka birinde kendini görmektir. velev ki bunun adı "acı" olsun.