Çünkü kan ve gözyaşıyla beslendi bizim genlerimiz. Hayatta kalabilmek adına güçlü olan ve ölmemek adına öldüren, zulmeden nesillerin devamıyız biz. Bugün rengarenk ışıltısıyla ve türlü vaatlerle mutlu etmeye çalışan modern dünya var ya! işte onun temelinde bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün mazlumların ahı var. Habiller öldü, dünya kabillere kaldı ve biz o kabillerin çocuklarıyız.
Olabilir mi? mutsuzluklar üzerine kurulmuş bir mutluluk olabilir mi? zulme uğrayan insanların lanetini genlerimizde yaşatırken mutluluğun peşinde koşmak doğru mu?
Bugünkü masumiyet iddiamız var ya! kuru bir laftan ibaret. içinizde taşıdığınız canavarı görün ve ona sorun: “neden mutsuzuz” diye. O anlatır size.
içinizdekini göremediniz mi? Dışınıza bakın o zaman. Kullandığınız eşyalara, giydiğiniz elbiselere ve yaşadığınız evlere, bindiğiniz araçlara… Hepsinin üzerinde kan lekeleri var.
Hala “masumuz biz” mi diyorsunuz? Mutluluğun peşinde koşmaya devam edin o zaman. Masumsanız bulursunuz zaten.
Yalnızlığı… bütün bir ömür, tek başına, hiç şikayet etmeden, öylece dimdik ve ayakta; hayata şahitlik etmeyi.
Fedakarlığı… sadece binbir çeşit hayat beklentisi olan parazite yuva olmasıyla değil, bizzat nankörlüğü ile nam salmış insana bile yapabildiği fedakarlığı. Gölge olup serinletmeyi, meyve olup beslemeyi. Hatta kışın çırılçıplak kalma pahasına yapraklarını döküp güneşine engel olmamayı.
Ağlamayı… kesilen bir ağaçtan akan sessiz ve incecik gözyaşlarıyla, acısını hiç belli etmeden ağlamayı.
Yanmayı… yanarken bile çıkardığı sesin uyumuyla dünyanın en estetik ateşi olabilmeyi. Sonra küle dönmeyi. Küle dönerken bile “odun ateşinin külü” diye bir fark yaratabilmeyi.
Masumiyeti… asaletinden hiç taviz vermeden muhafaza ettiği; mazlum olmayı bahane edip hiçbir zaman kirletmediği ve hep haklı kalabildiği o destansı masumiyeti.
Ölmeyi… zamanı geldiği zaman dimdik ayakta kabullendiği, ne zamanından önce gelişini istemeyi, ne geldiği zaman baş kaldırıp çırpınmayı. Öylece kabullenebilmeyi…
Daha kelimelere sığmayan neleri ve neleri…
Ben burada laf ebeliği yapıp düşünme ve yazma acizliği içersinde sınırlar çizerken onlar yaşıyor. Yaşamasını biliyor.
Dünyanın en idealist yaşam formları! Öldüğümde beni de yanınıza alın. Hayattayken öğrenemediğim yaşamayı hiç olmazsa öldüğümde öğretin bana.
Deliliğini kontrol etmeye çalışan ama her hareketinde bir şekilde kontrolü kaybeden, "deneyerek öğrenme"yi ve öğrenirken "bedel ödeme"yi yegane yöntem olarak benimseyen aksiyon topluluğu.
Bu haliyle dunyanin yasanmaya değer en renkli birlikteliği. içinde yaşamak Bazen bir Aşk kadar tutkulu, bazen yalnızlık kadar bunaltıcı, bazen mutluluk kadar heyecan verici, bazen felaket kadar acı verici...
gösteriş için değil, gizli gizli, kıyıda köşede, kendiyle baş başa kaldığı zamanlarda hiç kimseyi incitmeden ağlıyorsa; suçunun ağırlığı altında ezilen ve masumiyet arayışı içinde olan bir vicdanı temsil ediyor olabilir.
Kendinde olanla başkasında olanı kıyaslamaktır. Güzel olan elindekini diğeri ile paylaşabilmektir.bu özlemi en samimi bir şekilde hissettirebilmektir. Bireysel olarak kaldığı müddetçe şiddeti nispetinde iki tarafa da acı verir.
Şurayı okuyunca insan cümle kurmakta zorlanır. Ne samimiyetsiz insanlar olmuşuz. "Her konuştuğumuz yalan dolan" desek daha dogru değil mi? Bu başlık altında yazılanlar Toplumsal bir çöküşün aynası bence.
Özel bir yer? insan mesela… anadolu’da yaygın bir kültür vardır. Ölen birinin cansız cesedine ait yüz, büyük küçük bütün akrabalara gösterilir. Önceleri anlamazdım. Küçük bir çocuğa “ölü bir yüz” niye gösterilirdi ki? Sonra anladım tabi. Mesela babaannemi hala yaşıyor zannediyorum ben. Hala o evin içerisinde yalnız yaşıyor ve benim gelip kapıyı çalmamı bekliyor gibi. Bu histen kurtulamadım daha. Kaybettiğim diğer yakınlarım için geçerli değil bu. Çünkü onları gördüm. Ruhu gittikten sonra kalan o değersiz et ve kemik yığınını gördükten sonra artık onun yaşadığına dair bütün umutları siliyorsunuz.
Değersizleştirmek… Bulduğun ve kaybettiğin yeri sıradanlaştırmaktır. Bir şekilde “özel” olmasının ve efsaneleşmesinin önüne geçmektir. Çünkü orası efsaneleştikçe insanın felaketi olur. kaybedilenin bıraktığı boşluk, değeri nispetinde öyle ağır travmalara yol açar ki! Bazen hayatın akışını engeller. Halbuki hayat bir şekilde akıp gitmesi gerekiyordur.
Dışarıya değil içeriye dönük bir mesajdır aslında değersizleştirmek. Sizi hayata tutunmaya zorlayan bir savunma mekanizmasıdır. Yoksa Kaybedilenin değerini asla düşürmez. bir unutma yöntemi de değildir. sadece izi kalacağını bile bile o yaranın artık kabuk bağlamasını istersiniz.
imkansızlık ve çaresizliğin gerektirdiği acı bir tesellidir kısaca.
aynasıdır. bakan kendini görür. ne kadar sırlanır ve cilalanırsa o kadar temiz, ne kadar kirletilirse o kadar karanlık gösterir.
bazen tertemiz aynalara bakamayız. çünkü korkarız, yüzleşemeyiz kendimizle. korktuğumuz kendimizdir aslında, ayna değil. karanlık, kirletilmiş, makyajlanmış ve ayarlarıyla oynanmış aynalara bakmak işimize gelir çoğu zaman.
gel gör ki insan bitki değildir. bitki olmadığı için haklı olarak isyan eder. insanoğlu bu günlerine zincirlerini kıra kıra gelmiştir. acı çekmek ve her türlü bedeli ödemek pahasına diğer canlılardan kendini ayırabilmiştir. insanı bir bitki gibi saksıya yerleştiren ve duvarlar ardına hapseden her sistem, her düşünce, her anlayış iflas etmeye mahkumdur.
modernlik adıyla zincirlenen her insan bir şekilde isyan ediyor. şurada en akla gelmedik yöntemlerle dikkat çekmeye çalışan troller bile bu isyanın birer parçası. çünkü bu isyan aslında bir varoluş mücadelesi.
böyle muallak bir ifadeyle insanların yargılanmasına karşıyım ben. anlaşmak nedir? nereye kadar geçerlidir? sınırları var mıdır? mecbur mudur değil midir? hangi konularda anlaşır? hangi konularda çatışır? davranışlarının altında neler yatar? bilinçaltında neler gizlidir? ortada pek çok bilinmeyen var.
bir insanı tanımak o kadar kolay bir iş değildir. maalesef çok fazla subjektif hareket eden bir toplumuz. hislerimizi kontrol edemiyoruz. bir kaç cümle veya bir kaç davranışla hemen notumuzu verip tavır almaya kalkıyoruz. sonra aynı yöntemle ve bir başka kalıpla birileri de bizim davranışlarımızı yargılamaya başladığı zaman bu kez "mağdur" oluyoruz.
"ne hasta bekler sabahı" dizesindeki sabah hasta için neden önemlidir?
"sabaha çıkmak" neden bir deyim olmuştur?
"gece uyukusu" neden genlerimize işlemiştir?
çünkü gecenin ızdırap veren karanlık bir yüzü vardır. geceyi sevenler bu ızdırabı yüzünden sever. dertlerini gece ile paylaşır. sabahsa bambaşka bir dünya hediye eder yorgun bünyelere.
Bir kere o "kaybetme" fikri girdi ya zihnine. Bir kurt gibi kemirmeye başladı ya düşüncelerini, Bir kere "korkusu" yerleşti ya! Artık Bir virüs gibi işgal eder bütün benliğini. Bütün hücrelerini işgal edip zayıflatır Önce. Sonra iflah olmaz bir kaybedene dönüştürür. Kaçınılmaz son gelir bulur nihayet seni.