ah,
koruyabilseydim böylesi zamanlar için eşkıyalığımı,
çapraz fişekliklere mermi diye sürerdim yalnızlığımı.
sonra da bir dağ başının pusatında,
sisin gümüşten yatağına çekerdim geri kalanımı.
meğer teslim etmişim dürbünlerin uzağı yüreğimi,
iki çıplak silah gibi üzerime çevrilen,
bakışını ağzına sürmüş gözlerine.
şimdi böyle çaresiz,
lal,
bilmediğim bir dille
nasıl konuşur, nasıl korurum kendimi?
yolu yok, serde eşkıyalık var
gelir en yanında kendimi öldürtürüm…
deli gönül, ahmak gönül,
bıkmadın mı boşluktan?
o yar seni terk eyledi
uyan deli gönül uyan.
seni seven terk eyledi,
nedir kapanmayan yaran?
umut bazen işkencedir,
bitmeyen zalim gecedir
yüz çevirmek, "bitti" demek
bilemezsin yar, nicedir.
"bitti" deyip çekip gitmek
bilemezsin ne acıdır.
susuz güllerin kederiyim bu gece
o kadar!
gerisi masal,
gerisi leyl-i lal..
dikenleri budanan güllerin kederi..
görecek günlerin mi var,
ömür dediğin kaç bahar?
her hayat özgünün sayar,
uyan deli gönül uyan.
her hayat özgünün yaşar,
nedir kapanmayan yaran?..
srebrenitza katliami'ni yok saymasiyla ne menem bir halt oldugunu, kimin cikarlarina hizmet ettigini ispatlamis divan. daha 10 yil önce bosnaklari sirplara peskes ceken sanki bu ve benzerleri degilmis gibi kapilarina dayanip, bir sans daha verip, bütün bagislayiciligimizla adalet dileniyoruz..
sonuc; serefsiz kararlar, salyali, insan kani soslu adalet kitaplari..
evet ermeni soykirimi vardir, srebrenitza soykirimi yoktur.
adalet böyle bir sey midir ulan??? taraf mi tutar???
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler! Göremezlerdi tabi'i:
Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kere de, ma'mûre-i dünya, o zamanlar
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer'-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma'suma bütün bir beşeriyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Örgüt, 'Cemiyetül ihvan-ı Müslimin' adı ile 1929 yılında misir'da, hasan el benna tarafından kurulmuştur. Örgütün görüşü, dinsel inançlara tam bağlılığı sağlayıp, islam ülkelerinde, sosyal ve siyasi yaşamda islamın emirlerini kabul ettirmek üzere faaliyette bulunmaktır.
Örgüt 1952 yılında misir'da nasir yönetiminin başa geçmesi ile yasadisi ilan edilmiş, liderleri ile üyeleri diğer müslüman ülkelere kaçmışlardır.
1970 yılına kadar suriye'de de legal faaliyet gösteren musluman kardesler, hafiz esat'ın iktidara gelmesini takiben yasadışı ilan edilmiş ve örgütün ileri gelen üyeleri tutuklanmıştır.
Örgüt üyeleri suudi arabistan, urdun ve irak'tan maddi destek saglamakta olup, ürdün ve lubnan'daki egitim merkezlerinde egitilmektedirler.
"zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" şuurunda bir gençlik...
devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk ikibuçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, allah'ın kur'an'ında "belhüm adal" dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, türkü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik...
gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün "dikey"leri "yatay" hale getirecek bir nida kopararak "mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...
halka değil hakka inanan, meclisinin duvarında "hakimiyet hakkındır" düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hakka kölelikte bulan bir gençlik...
emekçiye "benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! ama sen de, zulüm gördüğün iddiasiyle, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılamazsın!", kapitaliste ise "allah buyruğunu ve resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!", ihtarını edecek... kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik...
birbuçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, türkün de yine birbuçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin islâm'da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna islâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik...
"kim var!" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...
can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nisbette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...
büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik...
bugün, komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi, hasılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve telbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tekbaşına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik...
annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiç birini beğenmeyen, onlara "siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!" diyecek ve gerçek müslümanlığın "ne idüğü"nü ve "nasıl"ını gösterecek bir gençlik...
tek cümleyle, allah'ın, kâinatı yüzüsuyu hürmetine yarattığı sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, o'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve o'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik...
bu gençliği karşımda görüyorum. maya tutması için otuz küsür yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür allah'a hamd etme makamındayım. genç adam! bundan böyle senden beklediğim, manevî babanın tabutunu musalla taşına, anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır.
surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!..
üstad cahit zarifoglu'nun yine harika, yine güzel bir kitabi.
ayni isimli siiri;
yasin okunan tütsü tüten çarşılardan
geçerdi babam
başında yağmur halkaları
anam yeşil hırkalar görürdü düşünde
daha ilk güzelliğinde
alnını iki dağın arasına germiş
bir devin göğsüne benzer
göğsünden dualar geçermiş
çarşılar ellerinde ekmek iğneleri
cami avlularına açılan
havuz sularına kapılan çocuklar
görmeden günesin bütün renklerini
götürmezlerdi dükkandaki babalarına
ocaktan akan kaynar yemekleri
nenelerinin koyduğu avuç taslarına
başı ve yüreği şahbaz
kaleleri ağırlayan kadınların
süslerini kemerlerini
başlarını ağırlaştıran
ağır siyah şelale saçlarını
tutunca gençleşirdi erkekler
sonra insan o ki denizde
küçük ve büyük nehirde
bedeni ıslatan afsunlu suda
önce niyet sonra yıkanırdı
zaman dert getirdi sulara
içinde eski balıkların yattığı kayalar
savaşan insanların elinde
ince yontulup taşındı
balta mızrak şeklinde
anam kanları kuruyan
kavga ayıran bir kargı elinde
kara ocağın taşlarına
işaret koydu çocuklarını
belinde gezdiren babamın
beyaz yazılarla kazandığı adları
yüreği korkuyla kuvvetlendi babamın
unutup genç gelen günleri
zamanın sürerken çektiği günleri
çetin bilmecelerle
sürdü atını denize
yün ören at güden kadınlar
ormanlara tepeden eğilen toprak evlerde
küçük pencereli karanlık dar odalarda
uzaktan uzayıp gelen kurt seslerinin
uzağa çekilip giden
ayazda donan gülmeler içinde
ormanlarda süt emziren anne
unuttu gittikçe uzayan çocuğunu
hep kaçarmış şehirlerin
demir dağlarına
uyuyunca toprak beşiğimde
sahipsiz kalan
ellerimden kayan aydınlık günlerim
fondaki şarkı bitti yavrum
pilotun apandisiti patladı
uçak düşüyor
ve birlikte ölmek kulağa hoş gelse de
ben atlamayı tercih ediyorum
olur ya denize düşerim
bir gemi geçer
ibrahim Kiras, 1968 istanbul doğumlu. Türkoloji ve ingiliz Filolojisi okudu. Yüksek öğrenimini yarıda bırakarak basın-yayın alanında çalışma hayatına atıldı. TRT istanbul Televizyonu'nda, Armoni Yayınları'nda çalıştı. Geniş Zamanlar dergisini kurdu, yönetti. Ahmethan Yılmaz'la birlikte, tek sayısı yayınlanan "ikişiir" dergisini çıkardı. Ebubekir Kurban'la birlikte Şehir Yayınları'nı kurdu, yönetti. Haftalık ve aylık izlenim dergileri ile Yeni Şafak Gazetesi başta olmak üzere çok sayıda günlük gazetede, haftalık ve aylık dergilerde yazı ve yorumları yayımlanan Kiras, şiir çalışmalarını da döneminin az satılan edebiyat dergilerinde yayımladı. Bunlar arasında argos, ikindiyazıları, albatros, düşler, defter dergileri sayılabilir. Şiirlerini, -son dönemde güncel siyaset ve uluslararası konulara ilişkin yazılarının yayımlandığı- haftalık bir haber-yorum dergisine ismini veren, "Gerçek Hayat" kitabında topladı. Şiir başta olmak üzere edebiyatla ilgili teorik nitelikteki yazı ve eleştirilerini ise cumhuriyet kitap, hürriyet gösteri, varlık gibi mecmualarda yayımladı. ibrahim Kiras, halen bir kamu kuruluşunda basın danışmanı olarak çalışmaktadır.
bu kitap anaşizm üzerine bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışmadır. Woodcock, anarşizmi Düşünce ve Hareket olarak iki döneme ayırır. Anarşist düşüncenin soyağacını, 1793'te yayımlanan "Politik Adalet" adlı kitabıyla Godwin'den başlatarak Stirner, Proudhon, Bakunin, Kropotkin ve Tolstoy gibi anarşist düşünürleri eserleriyle birlikte tanıtır.
Bunlar her bir ağızdan, oteritenin en önemli varlık kurumu olan devlet hakkında bize şunu söylerler:
"Devlet geliştiği ölçüde insanın iç dünyasının bir ikâmesine dönüşür. Liberal devlet en uç demokrasi biçimine ulaşırsa ve herkes devletin bir görevlisi, kendi kendinin polisi haline gelirse, devlet sonunda insanın içindeki canlı ruhu da yok etmiş olacaktır. Yanlışlık, devletin şu ya da bu biçiminde değil, bir düşünce, bir ilke olarak devletin kendisindedir; belirli bir devlet biçiminin iyiliği ya da kötülüğüyle değil, devletin yanlışlığıyla uğraşmamız gerekir."
Bakunin'in çalışmalarıyla büyüyerek yayılan anarşist hareketi her ülkede tek tek ele alarak inceleyen Woodcock, bu tarihi, çeşitli ülkelerden gelen üç binden fazla kişinin katıldığı 1984 Venedik Kongresi'ne kadar izler.
Ortalık iyice karardığında, etraftakiler seçilmez olduğunda, kimseyle yüz yüze gelemiyorsan, artık gitmelisin. Bakışlar bulanıklaşıyorsa gitmek gerek, başka coğrafyalara, başka sokaklara, gökyüzünün henüz aydınlık vermeye devam ettiği yerlere.
Bu kent üzerine çullanıyorsa artık ve ağırlığı adımlarını günbegün yavaşlatıyorsa gitmelisin. Başka sokaklarda adımlamalısın. Sabahı ve geceyi direngen adımlarla yürümelisin.
Sana ait herşey tükeniyorsa zamanla, ve artık tüketmekten korktuğun birkaç şey kaldıysa, bırak onlar kalsın bu şehirde. Bırak onlar hasretinde yaşasınlar. Bırak onlar hasretinde büyüsünler.
Bırak onlar, uzaklarda bir gece vakti yaktığın sigaranın dumanıyla çoğalsınlar hayatında.
Git ve giderken bakma sakın.
Geride kalan birkaç kişinin gözlerine bakma sakın.
Bakarsan gidemezsin. Gözlerinden çekip alamazsın kalbini.
Geride kalanların gözlerine bakmamalısın. Bir bakarsan ateş ruhunu yakar. Adımların yavaşlar, gidemezsin.
Anneler elbette ağlar.
Anneler hep ağlar.
Gorki'nin Ana'sında askerler Pavel'i almak için evini bastığında, annesi Pelage ağlamaktadır. Yürekliliği azalmış, hiçbir şey yapamamak yüzünden ruhunu ısıran acı göz yaşları yanaklarına doğru inmektedir. Subay aşağılayıcı bir yüz ifadesiyle;Pek çabuk yaygaraya başladın analık! Dur bakalım, şimdiden böyle yaparsan sonrası için dökecek göz yaşı bulamazsın! diyerek bakar zavallı kadına. Pelage'nin cevabı kızgın bir ses tonu ile gelir: Analarda her vakit için dökecek göz yaşları bulunur, Her vakit anladınız mı?
Uzaklar annelerin göz yaşlarıyla yıkanırsa zarar veremez sana.
Anneler elbette ağlar.
Kimseye veda etme giderken.
ille de geleceksin, veda etme sakın. Hiçbir cümlenin sonuna bitişik sözcükleri ekleme. Yarın hep senin için ve umut hep senin.
idamına yarım saat kala annesi ve kardeşleriyle konuşuyordu adam. Sean Penn oynuyordu filmde. Dead Man Walking'in bir sahnesiydi bu. idam mahkumu adam ailesiyle son konuşmasını yapıyordu telefonda. Dik durmaya çalışıyordu, sesinin titrememesi için çaba sarfediyordu telefonun başında. Tedirginliğini, korkusunu gizlemeye çalışıyordu. Telefon konuşmasının sonunda tekrar görüşürüz diye kapattı telefonu.
Tekrar görüşürüz!
Yarım saat sonra ölüm muhakkak olduğu halde, yarım saat sonra görüşürüz. Nefes alıp vermeye devam ettiğimiz ölçüde tekrar görüşürüz. Tekrar görüşebiliriz. Bu umudun adıdır işte. Duanın adıdır bu.
Veda etmemeli kimseye ve hep aynı cümleyi söylemeliyiz. Tekrar görüşürüz. Her an, her umutsuzluğun ardından, tökezlerken, yalpalarken bu umudu tekrarlamak gerekir.
Yaşıyorsak sonrası hep var.
Yaşıyorsak hayata en anlamlı cümleleri söyleyebilme şansı hep var. Geri dönebilme ve yeniden başlama şansı. En önemlisi de hep yeniden başlama şansı.
işte bunun için böyle söylemeli tekrar görüşürüz. Herkesle, inadına bir seslenişin ifadesi bu. Kimilerinin içini ısıtan kimilerinin de gözlerine korku düşüren bir sesleniş. Bu kentte hiçbir şey yarım kalmayacak. Tam konuşacakken boğazımızda düğümlenen hiçbir cümle yarım kalmayacak.
Şimdi gitmelisin artık.
Bu kentin kalabalıklarından geçip ve kimseyi umursamadan, omuz atarak. Bulabildiğin en gösterişli, bulabildiğin en serseri adımlarla gitmelisin.
Asla veda etmeden gitmelisin.
Geride kalan iyi insanların gözlerinin içine bakmadan gitmelisin.
Aynı cümleyle hayata gülümsemek için.
Başka cümleyle hayata gülümsemek için.
Başka coğrafyaların nefes alan toprağından beslemek için ruhunu.
Gitmelisin.
Ve.. ve..
Tekrar görüşürüz..
Kumandayı fırlatıp spiker kızın yüzüne
Bir şeyler yapmalı, diyorum - Ama ne?
Afrika'ya gidelim, diyor, karım içerden
Kahve içelim muhallebi yiyelim
Der gibi iyi niyetli
Günlük vurguyla
Afrika'ya gidelim
Toplayalım pılıpırtıyı
Çocukları kitapları büyükanneyi
Plakları albümleri seccadeleri
yasayan siir efsanesi, latif sair cahit koytak'in bir siiri
Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz
Bir general her şeyi göze alıp
Biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
Bastonunu kaçırır hemen
Sokağın küçük oğlanları
Damdan dama damdan dama
Ve rüzgarlı kahkahalarıyla
küçük kızları sokağın
Şapkasını uçurur bulutlara
Bir general her şeyi göze alıp
Biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
Bembeyaz barikatlarına takılır
generalin dikenleri madalyaları
Bulut kokan akasya ruhu kokan
Çivit ve cesaret kokan
sonsuz çamaşırların
Bir general her şeyi göze alıp
Biz ölümlüler gibi
sokağa çıkarsa
Sokağın ortasında
büyük bir ayna
Bir yüzde sayın general
ötekinde mahalle bekçisi
Bütün bunlar
ve buna benzer nedenlerden ötürü
Generaller sokağa çıkamazlar
Sokağın üstündeki sahanlıktan
geçip gider
helikopterle teyyareler
Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Uykularından balçık akıyor
Umulmadık goller peşinde hepsi
Ve yağmur yutuyor bütün golleri
Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Karanlık sofralarda morfin alıyor anneleri
Ah bilseler olup biteni
Ve yağmur yutuyor bütün golleri
Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Gülleler taşıyorlar ayaklarında
Hırsından ağlıyor kimileri
Ve yağmur yutuyor bütün golleri
Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Top yukardayken uyukluyor
Tempo o kadar ağır
Ve çekilmez ki
Hakem düdüğüyle durmadan
Oyuna çağırıyor düşenleri
Ve yardıma melekleri
Yağmur yutuyor bütün golleri
Yağmurlu bir gün
Dışarda futbol oynuyor çocuklar
Azgın kamçısıyla sonbahar
Dövüyor akasyaları iğdeleri
Gövdeleri boşluğa savuruyor oyun
Ve çocuklar kaynayan toprağı tırmalıyor
Kararan göğü
Gözümüzdeki kalın perdeleri...
sonunda yağmur yağacak,
hem öyle bir yağmur ki
yapılmayan işlerin,
ödenmeyen borçların,
tutulmayan sözlerin
mazereti olacak .
ve kefareti, uğruna bir tazenin
kalkıp yollara düşmeyi
ve kaderle güreşmeyi bu yaşta
göze alamamanın...
öyle bir yağmur ki, aylarca
belki yıllarca yağacak;
senatoyu su basacak,
sarayı, kiliseyi ...
ve patriğin külahını
snodun çamurlu tortuları üstünde
yüzdürecek kadar
yükselecek sular;
yağlı takkelerini yüzdürecek kadar
çerçöple birlikte,
kavgayı kızıştıran ruhanilerin;
ve takma başı üstündeki
takma perçemini
biçare imparatorun.
elmas sertliğinde yağacak,
sabır inceliğinde...
ve yasaları eritecek yağmur,
töreleri - o yıkılmaz sanılan
kaleleri, kurumları falan...
yer gibi sağlam, gök gibi her yerde
diyerek şanını yücelttikleri
ama kanını emdikleri,
kökünü kemirdikleri
köhne devleti...
öyle bir yağmur ki...
allakbullak edecek piyasaları,
dinleri, sanatları, ülküleri;
maskaraların suratlarına sürdükleri
boyalı pudra gibi eritip akıtacak,
pudra şekeri gibi...
dilleri, üslupları, retorikleri.
ve siz ey, süslü seremonilerin,
sadakat gösterilerinin,
ödüllerin, nişanların altında
yamalı ciğerlerini,
tahta cambaz bacaklarını
gizlemeye çalışan
yeteneksiz saray şairleri!
o yağmur yağınca,
o büyük yağmur,
teranelerinize can katmak için
cıvıltılarına kulak kabarttığınız,
tahsisat-ı mestureden ödenekli
ilham perileriniz,
ilham fareleriniz
yuvalarından dışarı vuracak,
halkın yatağının, yastığının altından,
gardıroplarından fahişelerin,
akla gelen her kuburdan,
hatta ayak yollarından muhaliflerin;
hem de leşlerinin kuyrukları
sizin burunlarınıza
dolanmış olarak!
o yağmur yağınca,
o büyük yağmur,
kemerli, revnaklı hayalhanelerinde
arp çalan, neşide söyleyen,
iskambil falı açan
ve tatlı ürpermeleri içinde
ölümlü ihsasların
aşk oyunlarıyla oyalanan
zarif ruhlarını çürütecek rutubet
ve rakik vicdanlarını
suskun entelektüellerin.
ve yıkayacak o büyük yağmur,
silip temizleyecek
noktasına, virgülüne kadar,
halkın belleğine balçıkla sıvadıkları
bulanık satırlarını,
görece lekelerini şöhretimin;
o göçebe serazen güzeliyle yaşanan
küçük, masum macerayla ilgili...
bunları ben söylüyorum;
en uzak yıldızlara,
ziclere, atlaslara bakarak...
ben, el harizmi'nin gözde tilmizi,
-öyle olduğu için de
bağdat'ta tutunamayan,
roma'da anlaşılmayan,
ve bizans'ta, elli yaşında
tam yıldızı parlayacakken
adı ikon kırıcıya
ve kart hovardaya çıkartılan-
ben, yıldızbilimci, şair,
harranlı leon:
ben, matematikçi, mimar, ressam;
rum ateşinin mucidi;
hendesede hace-i hacegân;
yedi dilde konuşan,
üçünde yazan-bozan;
gizli ilimlerde,
bahusus maraz-ı kalpte
ve inkisar-ı aşk ve muhabbette uzman;
diline hâzık hekim,
eline mahir cerrah;
tarid-i cin ve sihir,
ilahiri ilahiri ilahir...
"yorgusuz çıkagelmek hele,
sen en cana yakışık kadın
bir odanın bundan böyle üç kez üç köşesince çoğuna senin ellerin vardır
her bir yerlerine konuşmuşluğumuz var
sen aşk konusunda yaşamlara doyamamışlığın
sinop'ta bir oda
varsa bir penceresi ama denizlere bakıyordular
özgüsüz ellere açılmayacağını bil
bil ister;
iki çizgi yeşil bulmaktı, bu on basamaklar çıkmak bir bahçeye
ortada varlığından ayrı bir asmalı havuz ama görmüşlüğünüz
balık bulutlarından yoksun
nereye açılacağını bil bu pencerenin.
biri varmalar getirmelidir yanına,
bakışı hoyratmış çektiğince
bir kalleş çocuk, bu bir ev içre görmüşlüğünüz olacaksa olsun
anladık uzun uzun denizlere tükürüyormuş
gelip oturmalar kuruyormuş ta yanına
her gelişinde iki buçuk kez ölüyormuş
yüzüne bakmıyor muşun ya
kahpelik seninki.
ellerim üzre yüz karalarım,
daha da bir acınıyorum erkekliğime
şimdi demirler ötesinde ömürlerim, seneler mut'suz geçecek
yok ama seneler kadınsız, yok
senin uzun uzun bakmaların
dı benim tutsak yaşantılarım yok
dahası kapılarıyın önünden geçemiyormuydum...
bana bakmalarını demiyor muydu biri -yerlere gireceğim.
bu ikisi bir den tutulmak birine
öldürecektim onu
öldüğüm kez dirilmemdi oysa,
bir odanın bir köşesi
af-muf ya da alışamadığım bir takvim üzre 22. sene
bitmişliğimi sürecektim sokaklara
kapı önleri vardı: kapı önleri maraş'ın ta bir köşesi
bir yüreklerim dolusu eğik eğik"