kimsenin tahmin edemeyeceği bir şey. yaşamayan bilemez malesef. öldüğü yerde onu yatarken görmek ama uyandıramamak, tabutun içinde, omuzlar üstünde taşındığını görmek, bembeyaz kefenin içinden vücut hatlarını seçmek ama nefes almadığını fark etmek, üzerine kürek kürek toprak atıldığını görmek. artık rüyalarda onun ellerinden öpmeyi beklemek.
allah kimsenin başına vermesin ama, insanı (özellikle de erkek çocuklarını) çok olgunlaştırır. omuzlarına kaldıramayacağı sorumluluklar yükler daha küçük yaşında. ama en güzeli de hayata alıştırır artık o insanı. çoğu insanın dert diye bunalıma girdiği şeyleri o dikkate bile almaz başına geldiğinde.
çünkü canı yanabileceği en üste seviyede yanmıştır bir kere.
adı lazım değil bir üniversitenin maddi durumu kötü olan öğrenciler için kurduğu ücretsiz kıyafet alınabilen mağazasına tam 15000 (on beş bin) parça kıyafeti ücretsiz gönderen firmadır. gerisi sikimde değil.
tıp kaynaklarında da rastlayabileceğiniz, yani kabul görmüş bir sendromdur.
aşırı güzellik/görkem/yücelik karşısında kendinden geçme/bayılma, halini tasfir eder. birbinden alakasız gözükse de, kant'ın güzellik anlayışından tasavvufa kadar birçok konuda referans olarak verilebilir.
ayrıca bu sendromu (ömründe bir kez bile olsa) yoğun hissedebilcek bir insan, birçok açıdan çok şanslıdır.
şu hayatta hiçbir şeyden korkmadım. babamı 11 yaşında kaybettim, "napıcam lan ben şimdi, ne bok yicem de aileme bakıcam?!" demedim. kimseye muhtaç olmadan, kimseden korkmadan yaşadım bu yaşıma kadar. yeri geldi geceleri mezarlığa babamın mezarını görmeye gittim, evime 5 dakika mesafede olduğu için. deli dediler bana, dalga geçtiler mahallede. imam geldi eve yapma böyle şeyler cinleri toplama başına dedi. umursamadım.
ve en önemlisi ölmekten de korkmadım hiçbir zaman. canı veren allah, geri de o alacak. bu duruma yapacak bir şey yok... ne güzel demiş atalarımız korkunun ecele faydası yok diye. aslında korkunun hiçbir şeye faydası yok. bir şeyin olacağı varsa oluyor, biz ne kadar korksak da korkmasak da.
ama şu hayatta korktuğum tek bir şey var sözlük, deprem...
99 depremini hayal meyal hatırlamamdan mıdır, depremden sonraki hikayeleri canlı canlı dinlememden midir bilmiyorum. zaten fazla da bir şey hatırlamıyorum. babamın beni kucaklaması. dışarı çıkmamız. gökyüzündeki muhteşem görüntü (ki hala rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu düşünürüm). depremden sonraki günlerde amcamın evinden tüm mahallenin televizyon izlemesi. kahvaltı yaparken artçı sarsıntıda annemin çaydanlığı düşürmesi, buna gülmem ve dedemin hala çınlamasını kulağında hissettiğim tokadı ve kocaeli devlet hastanesi bahçesinde kızına sarılıp hüngür hüngür ağlayan kadın...
bunlar sadece fotoğraf kareleri. ne ötesini ne de berisini hatırlıyorum. ama bilmiyorum sözlük. şu hayatta her doğal afetin bir çaresi var, ama deprem...
"deprem olur da ölürüm" de değil korkum. en çok korktuğum depremin sevdiklerimi elimden alması, ve benim hiçbir şey yapamamam. ya bir gün sevdiğimin haberini alırsam deprem yüzünden. o sarılmaya kıyamadığım vücudu yenik düşerse beton parçalarına?...
ya annem. bu yaşına kadar her türlü zorluğa, hayat arkadaşını kaybetmeye, evladını kaybetmeye göğüs geren vücudu çaresizce kalırsa beton yığınlarının altında?...
içten içe kendimi yememe sevk ediyor beni bu korku. beklenen büyük istanbul depremi de tuzu biberi oluyor bu korkunun. allah'ım, sen benim canımı al ama o insanların elimden hiçbir şey gelmeden hayattan göçüp gitmelerine beni şahit etme ya rabbim.
dünyanın hiç bir yerinde yapılmayan, bu topraklara özgü bir saçmalık daha.
bilumum kahvehane, esnaf ve emekli çimentocular lokali muhabbeti.
dayılar sizin hiç işiniz yok mu. nasıl hesaplayabilirsin ha? nasıl yapabilirsin bunu?
nasıl benim araba 18 kuruş yakıyor diyebilirsin herşeyi anlarım da buçuk ne oluyor? adam bir de hiç utanmadan diyor ki "27 liraya datça'ya gittim bu arabayla".
lpg fiyatı her yerde farklı, araçların şehir içi ve şehir dışı yakıt tüketimleri farklı bunu nasıl kesin bir netlikle hesaplarsın.
haysiyet cellatları, aşağılık herifler yeter artık buna derhal son verin. hepinizden, gömleğinizin üst cebindeki uzun samsun'dan, sararmış bıyıklarınızdan, benim araba şu kadar yakıyor hacum demenizden, hırsınızdan bıktı usandı artık bu halk.
bana göre damacana su ve gsm bu şeylerin başını çeker.
suyu kaynağından alıp şişeliyorsunuz, şişenin depozitini alıyorsunuz, hani diyecem birçok işlemden geçiriliyor, o da yok. birçoğunun test sonuçları vasatın altında. neredeyse ham maddesi yurtdışından gelen, şişesi depozitsiz kola fiyatına satanlar var bunu.
hele gsmi anlamak mümkün değil. konuşsan da konuşmasan da o baz istasyonları bilgisayarlar vs hep faal zaten. belli bir aidatı anlarım ama konuşmayı ücretlendirmenin bir anlamı yok. şebekeler yetersiz kalır desen zaten kontrolsüzce her tarafı baz istasyonlarıyla donatmışsın belki yüzde 50 kapasiteyle bile çalışmıyorsun. 50-60tl fatura mı olur yani at alırız o paraya be.
bir tek benim başıma mı geldiğini merak ettiğim olay. bim'e girdiğimde daima kasalar boş oluyor zira kasiyerler birçok işle ilgileniyorlar, ürün yerleştirme vesaire. o sırada siz boş olan kasalardan birine yönelirsiniz ve ekseriyetle kasiyer sizi diğer kasaya çağırarak ''buyrun böyle alayım'' der.
hayır %50 şansım var zaten neden hiçbir zaman tutturamıyorum ya da işin ucunda bir ibnelik mi var bilemedim.
yıllardır söylüyoruz chp bu terörist seviciliği yüzünden bok çukuru olmaktan kurtulamaz, karşısına bir adet vazo bile koysanız millet gider o vazoya o verir diye.
ama bu herif ve bunun gibilerin derdi memleket değil, her ay düzenli gelir olduğundan maalesef gazi mustafa kemal atatürk'ün kurduğu cumhuriyet halk fırkası şu an çöplüğe dönmüş durumda.
atam hayatta olsaydı ilk astıracağı kişiler partinin içindeki bu ve bunun gibi mevki makam sevdalısı karaktersiz siyasetçi bozuntuları olurdu.
valla ister kızın ister övün, bana göre tesbihtir.
şu yaşıma kadar tesbih sallayıp da efendi olan bir tane eril birey görmedim. hepsi mi barzo olur arkadaş. ha bir de utanmadan elinde tesbih ayağında babet çorabıyla cuma namazını kıldıktan sonra etrafındakilere delikanlılık dersi verir bu tipler.
önünde 7 metre kale var. 11 metre mesafeden bu topu o 7 metre kaleye sokamıyorsan sen zaten bırak milli takımı amatörde bile oynama.
penaltının tekniği bellidir. gözüne bir köşeyi kestireceksin ve o köşeye ayak içiyle tüm gücünle vuracaksın. zaten herhangi bir kalecinin o hızdaki bir şutu çıkarma imkanı yok.
bu yüz yıllık ingiliz penaltı taktiğini hala yaşatan da yine bir ingiliz, harry kane.
topu dağlara taşlara vuran, artistlik yapayım derken milyarlarca insana rezil olan milyon euroluk davarlar şu videoyu izleyip ders alsın.
bu tanımlamayla; sahip olduğu üç kalp, dallı budaklı bir hayvan oluşundan kaynaklanan bir evrimsel süreçle meydana gelmiş gibi dursa da, durum farklı...
şöyle ki, sualtı komşuları -balıklar- iki tane solungaçla güzel güzel yaşamlarını sürdürürken; bunlar kanlarındaki istisnai bir durum nedeniyle düşük sistolik basınçlarla idare edemezler. eritrositleri, oksijen için ideal taşıyıcı olan hemoglobin yerine hemosiyanin ihtiva eder. vücut kılcallarına çalışan ana kalbin sonrasında gelişen iki kalbin bu dezavantajı kırmak için (solungaçlara daha fazla kan pompalanması zaruretinden) evrimleştiği düşünülüyor.
hepi topu 27/15mmhg gibi bi tansiyonları vardır bu hayvancıkların. anlaşılan; onların üç kalbi, insandakinin 5'te 1'i kadar bir kan basıncını jenere edebilse de, bunca yıl nesillerini sürdürmelerine yetebilmiştir.