çakma anarşistlere yönelik soru tümcesi. zamanında "moda" olarak solculuğa bulaşan bugünün hedonistlerinin "son sığınağı" anarşizm. şöyle de denmelidir illa kendilerine: ulan sen kim anarşizm kim, ananı siksin bakunin.
Şu gökten üç elma gibi düşüp ömrüme
işgâl edenler var ya hani kalbimi
Genelde "Geldikleri gibi giderler" öyle
Kağıttan kule mi sanıyorlar sevmeyi ne
Bir kağıt gemiyken ah şu kalbim
Aşk'ın iç kanamalı Denizler'inde
Ömrüm Mahir bir aşk kanamayken
Kızıl Derelerce akan "güzel günler"e
Saatsiz Maarifet Takvimi gerek cancağızım
Bana topyekûn dâhil olabilmeye
"Ben savaşçı değil gül yetiştiricisiyim" Özkan Mert
Kürtçe güller derledim düşlerimin ince yerinden
Lazca şakıyor umudumun haylaz serçeleri, hayatın omzunda
Islak tümcelerini Rumca öpüyorum gecenin, ay altında
Bahara Zazaca sarılıyorum en nazlı yerinden belinin
Kalbime taş atan çocukların kelepçelerinden öpüyorum acılarını
Koğuşlarında Ermenice bir ağıttır ela gözlerim, kırık dökük
Kederlerinin röntgenini çekmeye yetmiyor buruk harflerim
Kızıl bir Laz takasıyım Kürdistan dağlarında yüzen
Kürt ve Türk canlarım yanıyor orada, hece hece düşerek toprağa
Dolar dolar üstüne haince yükselirken
Firavun silah şirketlerinin kâr marjı piramitleri
Koltukları, apoletleri palazlanırken obur bencilliğin
Auschwitz'de milyonlarca kez yakıldık vicdanın öldüğü yerden
Yetmiş iki bin kere süngülendi düşlerimiz Dersim'de, arsız sırıtışıyla vahşetin
Irak'ta hamburger üstü tatlı niyetine işkence oyuncağı olduk Amerikanca
Maraş'ta, Çorum'da sokak sokak vurulduk uygarlığın kalbinden
Kosova'da görmezden gelindi yakamızda katledilen çiçekler
Filistin'de taşla kırdılar özgürlüğümüzün kollarını
Bir milyon kere yok edildi Ermenice ninnilerimiz, Ararat'ın kollarındaki
Hakkari'de çocukluğumuzun kafasına dipçikle vurdular
Ruanda'da palalarla kestiler en çocuk heveslerimizi
Dolar dolar üstüne haince yükselirken
Firavun silah şirketlerinin kâr marjı piramitleri
Koltukları, apoletleri palazlanırken obur bencilliğin
Bilmediğimiz dillerde de öpebilsek ya birbirimizi
Başka dinlerde susabilsek usulca, dingin
Diğer coğrafyalarda ağlayabilsek koşar adım
Bir harf bile eklemesek savaş çığırtkanı tümcelerin kuyruğuna
Kalbimizi asla yaslamasak vahşet çığlıklarının çağrısına
Neresinden ölmeye başlar acep savaş ve kapitalizm
Vahşet neresinden lâl olur barış senfonilerimizin önünde
nobel edebiyat ödülü'nü almak için şiir yazmıyorum. ola ki elli sene sonra beni bu ödüle aday göstermek gafletinde bulunanlar çıkarsa, şimdiden ödülü reddettiğimi, hatta birilerinin bana ödül vermeye kalkmasını hakaret saydığımı belirtmek isterim. bunun politik-etik gerekçelerini daha iyi algılamak isteyenler "ödül düzleminde şiir erkini yıkmanın anatomisi" adlı yazımda, yeterince veri bulacaklardır. nobel edebiyat ödülü'ne olası, farazi aday gösterilişimi daha şimdiden reddettiğimi ifade ettikten sonra, ulusal ve uluslar arası diğer tüm ödülleri de reddettiğimin altını çizmeme ihtiyaç olmasa gerek. uluslar arası edebiyat-şiir ödüllerinde işleyen mekanizmaları bilemiyorum, ama ulusal çaptaki ödüllerin işleyişi hepimizin malumu. ödülü bir sıçrama tahtası olarak kullanarak "ünlü" olmak, bu "ün" üzerinden maddi ya da manevi rant sağlamak, şair olarak bu yolla rüştümü ispatlamak, ödül yoluyla ulufe dağıtan şiir erk odaklarına biat etmek, bu şiir baronlarının politik-poetik dümen suyuna girmek, bu kişilerin müridi olmak gibi dertlerim yok.
yani "atını al tımarını sikeyim"...
şiir yıllıklarına (ya da antolojilere) girmek için yazmıyorum. ülkemizde başlangıcından bu yana her biri nesnel olmaktan çok uzak kalmış, politik-poetik yanlılığın ötesinde, kirli kişisel ilişkiler, intikamlar için araç olarak kullanılmış şiir yıllıklarını, adamdan saymıyorum. (bu noktada, kendisine kötü söz eden şairi, hazırladığı şiir antolojisine almaktan çekinmeyen, tepeden tırnağa şiir namusuyla, şövalyece davranan ihsan topçu'nun, tüm şairler, yıllıkçılar, eleştirmenler tarafından örnek alınabilmesini diliyorum...). hangi şiirim- poetik yazım hangi antolojiye alınmış ya da alınmamış diyerek de zerre kadar takip etmiyorum, ama kalkıp birkaç gülünç şair gibi "filanca editöre küstüm, benim şiirlerimi yıllıklara zinhar almaya kalmasın" da demiyorum, çünkü idealize edilmiş, olması gereken bir şiir yıllığının amacı, şiir coğrafyamızın yıllık fotoğrafını çekmektir. burada toplu fotoğrafa girmekten kaçınmanın tek yolu, dergilerde hiç şiir-yazı yayımlatmamak olmalıdır. "filanca editöre küsen" gülünç şairlerin, bu yolla diğer şiir yıllıklarını onaylıyor olduklarını (ki diğer hiçbir yıllığa rest çekmediler) fark edememeleri acınası. (tabi o yıllıklarda kendi şiirleri her sene boy gösteriyordu ne de olsa. ne gerek vardı o zamanlar, durduk yerde şiir yıllıklarını eleştirmeye). oysa ilk şiir yıllığından bu yana, "olabildiğince nesnel", bilinçli olarak öznel seçimlerin bataklığına girmemiş şiir yıllığı hiç olmadı bu coğaryada. buna rağmen şairler, kendileri için karne saydılar bu yıllıkları. kırık not alınca "örtmen bana taktı", dediler, iyi not alınca koşar adım aferin alacakları kişilere gösterdiler karnelerini. obur egolarını doyurmak isteyen şairler tarafından, kendisine gereğinden çok daha fazla değer atfedilen şiir yıllıkları, aslında teknik bir dokümantasyondur, yıllık hazırlayıcıları da teknisyen. teknik çalışmanın başarısız kotarılmış olması sadece teknisyenin ayıbıdır. şairlerin obur egolarını beslemek adına, yıldızlı pekiyi almak düşleriyle debelenmeleri ise sadece yıllık hazırlayıcı şiir tarihinin "hizmetçilerinin" erk gücünü arttırır, şair-yıllıkçı hiyerarşisi oluşturur. tıpkı biat kültürünün hüküm sürdüğü sefil coğrafyamızda bireylerin, topyekün kendilerinin çıkarları için "hizmetçi" olması gereken politikacıların karşısında el pençe divan durması gibi. şairler karnelerini yırtmadıkça, yıllıklara girip girmediklerine karşı kayıtsız kalmadıkça, yıllıkçıların erk alanı genişler ve bu traji-komik oyun temcit pilavı olmaya devam eder her sene. buyrun, isteyen elinde gezdirsin gülünç karnesini, ben almayayım.
yani "atını al tımarını sikeyim"...
"reytingimi" arttırmak uğruna, son on yıldır "moda" haline getirilen puşt-modernist şiirler düzleminde yazmıyorum. şiirden anlam'ı, anlak'ı, yaşayan "sahici" insanı dışlayan, sürrealizmden ödünç alma oto-didakt yöntemiyle şair öznenin bilinç altını kusmasından, sözcük ve harf oyunlarından öteye gitmeyen, öteki'ni önemsemeyen ve böylece kendi yaralarınızdan başkasına ilgi duymanızı, empati kurmanızı engellemek isteyen, kapitalizmin yabancılaştırmasını besleyen, bizzat kapitalizmin kendi çıkarlarının bekası için istediği mankurtlaşmış, "çoban köpekleri gibi aptal", sormayan, sorgulamayan, itiraz etmeyen, eleştirmeyen, örgütlenip "devirmeyen", birer tüketim makinası haline getirilmiş bireyler üretmek için şiir coğrafyasında palazlandırdığı bu "sentetik" post-modernist şiir, bir insanlık suçudur. çoktan arkaik hale gelmiş bir estetik algının neo-şaklabanlığı olan görsel şiir/somut şiirler de bu puşt-modernist şiir panayırının "iş" koludur. dergilerde kolay köşe kapmak, ödüller için takla atmak, gazetelerin kitap eklerinde hakkımda övgüler düzdürmek uğruna bu insanlık suçuna iştirak etmiyorum.
yani "atını al tımarını sikeyim"...
"ünlü" yayınevinden şiir kitabımı çıkartmak adına vampir yayıncılara rüşvet vermiyorum. maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr ekleyerek şiir kitabımı basmalarına, bu kârın bir kısmını işkembelerine indirmelerine izin vermiyorum. kârın geriye kalan kısmıyla bu vampir yayıncıların şair dostlarının, yayımlanmasını istekleri şiir kitaplarının, tarafımca finanse edilerek basılmasına göz yummuyorum. bu rüşvetin karşılığı olarak vampir yayıncıların, "ünlü" dergilerinde reklamımı yapmasını, yandaşlarının ise gazetelerin kitap eklerinde "kitap tanıtımı yazısı" adı altında şahsımı pohpohlamasını reddediyorum.
yani "atını al tımarını sikeyim"...
şairlik "üst kimliği" edinmek için şiir yazmıyorum. gördüğüm buncaları şair ise (istisnalar hariç) ben anti-şair olmayı, şiirli köyün delisi olmayı, şiir haini olmayı seçiyorum. yakamdaki gülünç şair rozetiyle sefil bir bar faresi olarak genç kadınları yatağa atma çabalarına girmek için şiir yazmıyorum. cihangir orospu çocukları cumhuriyeti'nde gerzek bir "entel karikatürü" olarak dolanmak için şiir yazmıyorum. istanbul şiir dûkalığı'na yamanmak için şiir yazmıyorum. yerel ya da ulusal gazetelerde köşe kapmak için şiir yazmıyorum. beleş "rakı-balık" sefası için, şairler ve şair olma heveslileri dışında hemen hiç kimsenin katılmadığı şiir dinletileri/panelleri/kongreleri gibi, aslen belediyelerin, derneklerin, üniversitelerin maddi kaynaklarını, yani halkın vergilerinden toplanan paraları küçük konformist çıkarlar uğruna sömürmek için ya da kitap fuarlarında yalancı pehlivan gibi boy göstermek için şiir yazmıyorum. annem beni sevsin diye şiir yazmıyorum. babam bana "aferin" desin diye şiir yazmıyorum, sevgilim bana hayran kalsın diye şiir yazmıyorum...
benim şiirde temel derdim, okurun empati ya da özdeşlik kurabileceği, yani hayata geçen şiirler yazabilmek, okurun kalbine iki dize çakabilmek. benim şiirdeki asli görevim, bütün horlanan, dışlanan, yok sayılan, kenara itilen, ezilen ve sömürülenlerin şiir düzleminde dili olabilmek. böylece toplumsal farkındalık yaratarak kapitalizmin yabancılaştırmasına kendi sıkletimce karşı durmak. "kırık çırak", "tenha tezgahtar", "kız veysel", "itirazlı işporta", "evsizliğin çocukluğu", "genelev travması",...gibi şiirleri yazmamın nedeni de budur.
birgün şiirlerim ya da dizelerim, boyacı çocukların sandıklarına, tezgâhtar kızların cep aynalarının arkasına, simitçilerin camekânlarına, gündelikçi kadınların mutfak dolaplarının kapaklarına, fabrikaların, arka sokakların, kenar mahallelerdeki liselerin duvarlarına yazılmaya başlanırsa, işte o zaman, şiir adına bir şeyler yapmaya başlamışım demektir.
şiir kitabı, okunmayan ve ticari açıdan da satmayan bir yazınsal tür olduğu için, ısrarla matbu şiir kitabı bastırmak isteyenlerin talepleri yeni bir yayıncılık anlayışını türetmiştir son yıllarda: vampir yayıncılık.
en fabrikasyon çalışan gündüz yayınevinden, en seçkinci gibi gözüken komşu yayınlarına kadar geniş bir yelpazede, solcu geçinen dergilerin yayınevlerini de içerecek şekilde çok sayıda vampir yayınevi türemiştir. temel paradigma, yayınevinin şairin sırtından para kazanması üzerinedir. kitabın basım maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr eklenmesiyle şiir kitapları basılır ve çoğu da dağıtılmaz ya da dağıtılamaz. ne var ki mesele daha da girift bir yozluklar silsilesini barındırmaktadır.
"yayın kolektifi" adlı oluşumdaki kimi itirazlarıma yanıt olarak sina akyol, yakın dostu olduğunu söylediği enver ercana ait komşu yayınlarına para ödemeden şiir kitabını bastırdığını söylemiştir. peki şiir okuru sayısının kitabın maliyetini bile karşılamayacak kadar az olduğu göz önüne alındığında, bu şiir kitabının maliyetini enver ercan cebinden karşılıyor olabilir? elbette ki hayır. enver ercanın özellikle genç şairlerden para alarak şiir kitaplarını bastığı sağır sultanın bile duymaktan bıktığı bir rezilliktir. haydar ergülen, sina akyol ve olası birkaç dostu dışındaki şairlerin, özellikle de genç şairlerin şiir kitaplarını kendilerinden maliyet artı yüzde yüze kâr alarak basmaktadır. yani sina akyolun, haydar ergülen ve enver ercanın diğer dostlarının satmayan kitaplarını maliyeti, genç şairlerin sırtından çıkartılmaktadır. bizzat bu genç şairler, enver ercana kazandırdığı para ile sina, haydar ve benzerlerinin kitaplarını finanse etmektedirler. enver, genç şairlerin kitaplarından elde ettiği kârın bir kısmını afiyetle yerken, bir kısmıyla da dostlarına ulufe dağıtıp şiir kitaplarını bedavadan basmaktadır. bu durumu farkında olamayacak kadar zekâ özürlü olduklarını ummadığımız sina, haydar ve benzerleri ise hiç utanıp sıkılmadan şiir kitaplarının maliyetinin genç şairlerin sırtından çıkartılmasına göz yummaktadırlar. enver gibi "sanatı okkayla satan" birinin dostundan da farklı bir tavır zaten beklenemez.
enver, 80 sonrası, 24 ocak kararları ile startı verilen "köşe dönücülüğün" yayın ve şiir dünyasındaki en tipik örneğidir. vasat şiirler yazan bir şairden öte şiir düzleminde bir niteliği yokken, varlık dergisinin iktidarını ele geçirmesiyle başlayan, kendi dergisi yasak meyve ve ilgili yayınevi komşu yayınlarını kurmasıyla zirveye çıkan, pek çok şiir yarışması jürisinden yer almasıyla pekişen "majör iktidarı" ile köşe dönücüğü yayıncı/şair tipolojisinin en çarpıcı örneğidir. varlık, yasak meyve dergileri, komşu yayınları ve sayısız yarışma jürisinde yer almasıylai edebiyat baronlarının en önde gideni haline gelen enver, elbette bunu egosal ve parasal ranta çevirmektedir. öncelikle en ağır sıklet erk odağıdır, kapıkulluğu ile palazlanmaya razı genç şairler için. şiir kitaplarını, koşar adım, maliyet artı yüzde yüze kâr ile envere bastıran genç şairler, aslında ezilen, sömürülen kişiler değil, bizzat çıkar uğruna kendilerini satan zavallılardır. enver, paralarını alıp kitaplarını basar, karşılığında da elinde bulundurduğu dergiler ve yarışmalar aracılığıyla bu kapıkullu şairlerini palazlandırır. parasal rantın dışında, erk odağı olmanın egosal rantını da yer, istediği gibi bu sefil şaircikleri yönlendirir, parmağında oynatır. onlar da kolay yoldan şiir camiasında palazlanmak adına, emre amade sustalı maymunluk etmekten hiç çekinmezler. çünkü onlar da enveri türeten köşe dönücü zihniyetin ürünleridir, çıkar için her şeyi yapmaya hazırdırlar, hiçbiri için politik-poetik etik, ilke vs. gibi kavramların önemi yoktur. yeter ki onaylansınlar edebiyat baronlarınca, reklamları yapılsın, dergilerde/yıllıklarda/ antolojilerde kendilerine övgüler düzülsün, şiir ödülleri lütfedilsin, şiir kongresi/paneli/konferansı/festivali adı altında, asıl maksatın "bedavadan gezelim, görelim, rakı-balıktan istifade edelim" şeklinde olduğu etkinliklere davet edilsinler.
sadece enver mi peki günah keçisi? ya eski devrimci alaattin topçunun yoldan geçeni şair/yazar yaptığı, yazarından para alarak kitap basan bir diğer vampir yayınevi? ya solcu geçinip gene şairinden yüzde yüz kâr alarak kitap basmakta beis görmeyen ismet arslanın berfin yayınları? ya veysel çolakın da kitaplarını bastırdığı, aynı şekilde yüzde yüz kâr ile yazarından para kazanan etki yayınları
bu örnekler çoğaltılabilir, ama bu vampir yayıncıların sayılarının azaltılması, öncelikle tüm yazar ve şairlerin para vererek kitap bastırmayı reddetmesiyle başlar. şiir satmayan bir tür olduğu için yayınevine kitabınızın maliyeti ödemeniz anlaşılabilir, kabul edilebilir bir durumdur, ama aslında size telif ödemeleri gerekirken bir de üste sizin sırtınızdan para kazanmalarına göz yumarsanız, sonuç olarak sizin sırtınızdan veysel çolakın kitabı çıkar, sina akyolun kitabı çıkar ve kârın diğer kısmı da vampir yayıncının kör kursağına gider.
yazarından para talep etmeyen ve aslında olması gerektiği gibi telifini de ödeyen yayınevleri, eserleriniz çok nitelikli de olsa kitaplarınızı basmayabilir ki o alanda ne çok ahbap-çavuş ilişkisinin döndüğü, bu yayınevlerinin çoğunun eserin niteliğinden çok satılabilme olasılığını önceleyerek kitap bastıkları da çok bilinen bir gerçektir.
yakın gelecekte, en çok yirmi sene içinde, matbu dergi/gazete/kitap kalmayacağı öngörüldüğünde, internetin geniş olanaklarının yayın tekellerinin erkini yıkma olanağı sağladığı göz önüne alındığında, en ideal yol, e-yayınevleri örgütlemek olarak gözüküyor. kendi yayın çizgisini ve ilkelerini belirleyerek örgütlenen yazar ve şairler çok ucuz bir maliyetle eserlerinin e-kitap olarak okunup indirilebildiği siteler düzleminde e-yayınevleri kurabilirler. ya da bireysel olarak, e- kitaplarınızı, http://www.scribd.com , http://www.issuu.com gibi e-kitap yayımlayan sitelerde okurlarına ulaştırabilirsiniz.
onurunuza sahip çıkın, kendinizi inek gibi sağdırmayın, paranızı bu vampir yayıncılara kaptırmayın. hiçbir edebiyat erkine mihnet etmenize gerek yok zaten. eğer eserleriniz nitelikliyse, tarih sizi er geç hakettiğiniz yere koyar ve yayın tekellerini yıkma olanağı sağlayan internet sayesinde bugünden yarına sayıları artarak okurlarınıza ulaşabilirsiniz de.
ödüllendirmek, üst konumundaki biri ya da birilerinin, ast konumundaki biri ya da birilerine övgü lütuf etmesidir. yani her şeyden önce iki birey arasında hiyerarşi kurar ki hiyerarşi insani değildir, dolayısıyla ödüllendirmek ve ödül beklemek de insani bir eylem değildir.
sahibinden daha doğrusu kendisini sahibi olarak gören insandan ona uygun eylem sergilediği için bir köpeğin "ödül" beklemesi, kendi yapısı açısından anlaşılabilir bir durumdur, oysa insani eylemin temel ölçütü, herkese göz hizasında bakıp kalp hizasında sevebilmek, yani kimseyi üst ya da ast saymamak, herkesi kendiyle eşit düzlemde görüp buna göre hareket etmektir. oysa ödül beklediğiniz zaman, otomatikman ödül veren özneleri üst, kendinizi ast konumuna getirirsiniz, kendinizi eşitlik çizgisinin altına, ödül veren özneleri de çizginin üstüne çekersiniz, yani fırlatılan topu sahibine getirdiği için ödül olarak kuru mama bekleyen köpekten farkınız kalmaz.
bu açıdan ele alındığında, tek tek şiirlere ya da şiir dosyaları veya şiir kitaplarına verilen ödüllerin hem ödül talep eden hem de ödül verenler açısından, insanın insana üstünlüğünün olamayacağı, aralarında hiyerarşi kurulmaması gerektiği temelindeki insani öze aykırılığı ortaya çıkar.
ödül veren özneler, "sunan" taraf olduğu, ödül talep edenlerle aralarında kurulan hiyerarşik yapıda "üst" konumunda oldukları için bir erk gücü elde ederler. tıpkı istediği eylemi yapan köpeğe kuru mama "sunan" ve ödül talep eden köpeğe karşı "üst" konumunda bulunan "sahip" insanın durumundaki gibi. dolayısıyla bir şiir ödülü almayı talep edenler, ödül verenlere, bu talepleriyle bir erk alanı sağlar ve bu alana tabi olurlar. politik bağlamda da erki yaratan, gene kendi başlarında bir politik erk bulunmasını talep edenlerdir zaten. ancak toplumdaki bireyler erkperestliği aşmaya başladıkça, sınıfsız bir dünya kurulması yönünde adımlar atılabilir.
ödül talep edenlerin varlığıyla, ödül verenlerin şiir erki oluşur, oysa şiir muhalif duran/durması gereken ve şiir erki başta olmak üzere her türlü erke muhalif tavır sergilemesi gereken bir olgudur. ancak bu şekilde sanatın eleştirme, sorgulama ve toplumsal devingenliğe katkı işlevi gerçekleştirilebilir. şiir erkine tabi olmak, pekâlâ politik erke tabi olmayı da getirir ki şair özne, politik erki elinde bulunduranlar, kendi ideolojik algısında olsa dahi toplumun muhalif sesi olmak adına, sanatın ve dolayısıyla şiirin eleştirme/sorgulama/toplumsal devingenliğe katkı işlevi açısından politik erkten uzak durmalıdır. dolayısıyla şiir ödülü sunan ya da talep eden şairler, en baştan sanatın ve şiirin temel yapısına, asli işlevine, birincil niteliğine aykırı hareket ederler.
yani şiir ödülü vermek ya da almak her iki taraf için de hem insani öze hem de sanatın ve şiirin temel niteliğine aykırı bir eylemdir.
buraya kadarki şiir ödülü irdelemesi, idealize edilmiş, yani kendi içinde tutarlı ve kendi koyduğu çizgiler dahilinde ödül veren ödül mekanizmaları baz alınarak yapılmıştır. yani, şiir ödülü sunan tarafın, kendi ilkelerini ortaya koyup bu ilkelere uygun olarak ödül talep ederek şiirlerini gönderenlerin eserlerini, şiir sanatının günümüzdeki nesnel ölçütleri, şiir ödülü şartnamesinin içeriği ve eğer varsa adına ödül verilen şairin poetik algısına paralellik temelinde değerlendirdiği varsayılmaktadır. oysaki pratikte durumun böyle olmadığı, şiirle az çok ilintisi bulunan herkes tarafından bilinmektedir. geçmişten bugüne, şiir ödüllerinin verilmesinde yaşanan pek çok olumsuzluğun varlığı sürekli gündeme gelmiştir. ödüllerin verilmesinde şeyh-mürit, baba-oğul, ahbap çavuş hatta sevgili-metres ilişkilerinin belirleyici olduğu ya da para ödülü olan kimi ödüllerin ekonomik destek amaçlı olarak durumu kötü olan ve elbette "tanıdık, eş-dost" şaire verildiği ya da sosyalist bir şair adına konmuş bir ödülün post-modernist bir şaire verilmesi gibi ödülün kendisini hiçleyen eylemler sıkça ve sürekli yaşanmaktadır. yani şiir ödülü talep edenlerin şiir ödülü verenlere sağladığı şiir erki, ödül veren özneler tarafından kendi çıkar ve keyfiyetlerine göre kötüye kullanılmakta ve idealize edilmiş ödül mekanizmasından daha kötü bir tablo ortaya çıkmaktadır. böylece insani özden iyice uzaklaşılan, şiirin küçük kirli çıkarlara alet edildiği ve şiir erkinin gücüyle, şiirin ve şairlerin yönlendirilmeye çalışıldığı bir durum var olmaktadır. özellikle ödül veren öznelerin (jüri üyelerinin) çoğunun her sene aynı ödülün jüri üyesi olmaları, hatta bazı şairlerin pek çok farklı ödülün jüri ekibinde yer almaları, edindikleri şiir erkiyle, kendi egolarını beslemek amacıyla mürit edinebilmelerini sağlamakta ve özellikle genç şairlerin, jürinin poetik algısına uygun şiirler yazmaları yönünde yönlendirilmesi sonucunu da doğurmaktadır. böylece jüridekiler, kendi şiir algılarına ivme kazandırma yetisi elde etmektedirler, elbette şiir erkini var eden ve besleyen ödül talep ediciler sayesinde.
sanat eserinin bir başka eserle "yarıştırılması" ise bir başka ve çok yönlü, derinlikli bir tartışma konusu. ontolojik bağlamda her sanat eserin biricikliği ve bir başka eser ile niteliksel açıdan kıyaslanmasının sakat bir tavır olmasına vurgu yapan cengiz gündoğdunun şiir yarışmaları/ödülleri ile ilgili yazıları ve ionna kuçuradinin "değer" kavramı ve "bir sanat eserinin değerlendirilmesi" ile ilgili yazıları, bu konuda açımlayıcı ve tartışma alanını genişletici olacaktır.
idealize edilmiş bir şiir "yarışmasında", yani kendi paradigması içinde referans aldığı politik ve poetik düzlemde, jüri üyelerinin, şiirin nesnel ölçütlerine göre yarışmaya katılan ya da aday gösterilen şiirleri değerlendirmesi ise elbette değerlendiren öznelerin öznel algılarından bağımsız olamaz, çünkü hiçbir nesnel amaçlı değerlendirme, öznel algıdan bağımsız değildir. burada "nesnel ölçütler" derken, o sanat disiplinin diyalektik gereği tarihsel değişim/dönüşüm sürecinde geçirdiği aşamalar sonucu bugün geldiği konumu ile ortaya çıkan niteliksel özelliklerine vurgu yapılmakla birlikte, bu ölçütler pozitif bilimlerdeki gibi sayısal veriler ve ölçümlerle somutlanabilir olmadığından, jüri üyelerinin öznel algılarına dayalı yorumlarının eserin değerlendirilmesine etkisi yadsınamaz.
bir şiir ile bir başka şiiri niteliksel olarak kıyaslamak, temelde bir atı diğeri ile hız üzerinden kıyaslamak ile aynı düzlemde, kapitalist ekonominin rekabetçi algısına koşuttur. kaldı ki at yarışında, hız üzerinden iki atın kıyaslanmasının yarışı izleyenlerin öznel algısından bağımsız nesnel bir sonucu vardır, yani atlardan biri ötekini geçer ve izleyici öznelerden bağımsız olarak kıyaslama kendi sonucunu doğurur. sanat eserinin "yarıştırılmasında" ise, idealize edilmiş bir yarışmada dahi, eserleri değerlendirenlerin öznel algısı kıyas mekanizmasına dâhil olacağı, hatta ağır basacağı için kıyaslamanın kendi nesnel sonucunu doğurmasından söz edilemez. cengiz gündoğdunun "sanatta star sistemi" yazısında (varlık dergisi, temmuz 1984) belirttiği gibi, kendi yapısı gereği sürekli kâr marjını arttırmayı hedefleyen kapitalizmin, mal olarak gördüğü sanat eserlerini "piyasada" palazlandırmak için ödül kavramını da araç olarak kullandığı, bilinen bir durumdur ki bunun "çok satan" roman türü düzlemindeki etkileri yıllardır görülmektedir. şiir bugün "satan" bir yazınsal tür değil, dolayısıyla kapitalizm için kâr unsuru olarak roman kadar iştah açıcı değil. bugün sadece yayınevlerinin (ne acıdır ki "solcu" geçinen kimi yayınevleri de dahil) şair üzerinden kâr elde ettiği, kitabın maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr eklenip şairden alınarak şiir kitaplarının basıldığı bir "şiir kitabı piyasası" var ki bu da bir başka derinlikli bir tartışma konusu elbette. bugün "satmayan" hatta "hiç satmayan " yazınsal tür olan şiir, ilerde roman gibi "satan" bir tür haline gelirse, hiç şüphesiz kapitalizm, romanda olduğu gibi şiirde de ödül mekanizmasını, satışları arttırmak ve böylece yüksek kâr elde etmek için kullanacak, "piyasada çok satması muhtemel" şiir kitaplarına ödül verilmesi, belirleyici unsur olmaya başlayacak ve yazılan şiirlerin niteliği de bu ödüllere tabi şiir yazanlar tarafından "piyasaya" göre belirlenecektir. bugün "rekabetçi" mantaliteyle kurulan ödül mekanizmasını reddetmeyen şairler de o koşullarda, şiiri "piyasa için üretilen meta" konumuna getiren tavra koşut davranacaklardır.
mevcut durumun değişmesinin ilk adımı olarak, tüm şairlerin önce insan olarak kendi öz benliklerine ve şiire saygı gereği şiir ödülü kavramını toptan reddetmesi, böylece kendilerinin ödül talep eden olarak "ast", ödül verenlerin de "üst" konumuna gelmesine, böylelikle aralarında insan onuruna aykırı olarak bir hiyerarşik yapı kurulmasına, bu sayede bir şiir erki mekanizmasının kurulmasına ve bunun, erki elinde bulunduranlar tarafından kişisel çıkar ve amaçlarına yönelik olarak kullanılmasına, şiirin poetik ve politik düzlemde muhalif tavrına aykırı şekilde yönlendirilmesine, sanat eserinin kapitalist ekonomi anlayışına koşut "rekabetçi" algıyla "yarıştırılmasına" itiraz etmeleri gerekmektedir.
özcesi, ödül düzleminde şiir erkinin yıkılması, şiire ve insan onuruna saygı gereğidir.
Uğur Kaymaz ve "devlet dersinde öldürülen"
tüm Kürt çocukları için...
-Edi Bese!
kaç kez vurdular çocuk bizde seni
vicdansızca, yaşından çok kurşunla,
düşlerimize, umudumuza ve insanlığa sıkılmış
-Artık Yeter!
çocuk sen korkma, annen gibidir toprak da,
sorgusuz sualsiz saracak tarumar heveslerini, sakın korkma.
ve sakın merak etme çocuk, hesabın da kalmaz divâna,
"emdi yürek yırtılur" da başım gözüm üstüne âhın,
kalbim üstüne, farzdır bir isyan bayrağı gibi dalgalandırmak adını,
kalbimizin göğünde böyle inatla, ısrarla, imanla.
yıl 2000, annem gene sokağa atmış beni, babam aracılığıyla, gene kim bilir hangi sebepten çıkan bir kavga yüzünden, hani çok sigara içtim de tüller kirlendi diye miydi, çok banyoda kaldım da çok tüp-su harcandı diye miydi, yoksa ekmeğin arasına çok peynir koydum diye miydi anımsamıyorum şimdi...
sokaklarda yatıp kalkıyorum, tren garında, cami avlularında, parklarda. gündüzleri ise belediye kütüphanesindeyim, hem kitap okuyorum zaman geçiyor, hem ısınıyorum böylece, sanırım kışa girerken bir zamandı. hafızamda çok şey flu acı çektiğim dönemlere dair, pek anımsayamıyorum bu ve benzeri dönemleri. o kütüphanede keşfettim mesela, turan dursun'un şaheseri "din bu" serisini. o kitapları okuyarak, kafamda aşamadığım ama çelişkilerine dair soru işaretlerim olan din olgusunu çözdüm kendimde. böylece sosyal demokratlıktan marksist olmaya terfi edebildim, zaman içinde okuyup araştırıp kafa yorarak. ilk adım bu kitap oldu: "din bu-1"...
ağır hastayım, henüz daha ilaç tedavisi yüzü görmemişim, obsesif kompulsif nevroz çöreklenmiş üstüme, depresif atak gırtlağa kadar, okul yeni bitmiş, askerliği yapmamışım daha ve kalıcı iş vermiyor zaten kimse fabrikada kendi branşımda lastik sektöründe, ne titrim gereği tekniker olarak ne de düz işçi. iş yok, para yok, böylece ekonomik bağımsızlık da yok, baba evinde arka odada yalıtılmış, yok sayılmış, hiçlenmişim ta askeri okuldan kendimi attırdığımdan beri...
sokaklardayım, aç, umutsuz, öfkeli...bir iş buldum sonra bir kırtasiye dükkanında, anamdan bin kat cimri bir adamın yanında...üç beş ekmek parası çıksın diye, hem dükkan sıcak, hem öğle yemeği de veriyor muydu ne...
bu işi bulmazdan önce, karnımı doyuran biri var: o zamanki sevgilim bayan ö.
serçe kadar bir kız, kalbi ağır sıklet, gözleri ise madagaskar...
o'ndan aldığım parayla karnımı doyuruyorum, sigara falan bir de...
derken bir akşam, ah bir akşam...bir hamburger dükkanları zinciri, kampanya yapmış, hamburgerler çok ucuz, canım çekmiş, gidip 2-3 tane almışım, bir de patates ve kola yanında,
içersi tıklım tıklım, yemeğe gelenler, geyiğe gelenler, dostlar "marka" dükkanda görsün diye gelenler...derken...
kıçımı daha kor komaz sandalyeye, ağzıma tam bir lokma atacakken elimdeki hamburgerden, kapıdan pejmurde giyimli bir genç girdi ben yaşlarda, tam da kapının karşısındaydı masam, direkt bana yöneldi ve dedi ki: "abi açım...",
"abi açım, bir çorba parası..."
ah ulan bu yürek çatlayaydı, ah ulan bu yürek denizin dibini boylayaydı, bakakaldım elimde hamburger, ağzım yarı açık, şaşkınlık ve acziyet arası bir halde. ben de açtım, zor bulmuştum bu elimdekini, ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemez halde bir iki saniye kalakalmışken, görevliler koluna girip çıkardılar dışarı genci.
10 sene mi olmuş ne bu olay yaşanalı, aklıma geldi bugün ki hep aklımın ve vicdanımın bir köşesindeydi, gittikçe derine batan bir iğne gibi. şaşkınlığımı tez aşıp o genci masama buyur etmek, görevlileri uzaklaştırmak boynumun borcuydu insan olarak, kendim de aç olsam, açıkta olsam, paylaşmam gerekirdi yemeğimi, belki de en çok benim boynumun borcuydu, onun halinden en iyi anlayan kişi olarak o tıklım tıklım vicdansızlık, insafsızlık, duyarsızlık dolu yemek dükkânında...
Ha sen boyle konuşuk ediysun, tuğla cibi kitaplar yazaysun, ha onla bunla polemik edeysun, ama seni sallayan pek yok ne yazuk ki. Bakayrum ki ha bu kot kafalilar, senden daha çok Ofli Hoca ila Cubbeli Orangutan Hoca'yi dinlemaktadur.
Bu Ofli Hoca, vaazlarinda cemaata ana avrat dört şerut otoban ediyi, aha bunlar bayıli. Her küfurdan sonra cemaatin sayisi artiy, hatta bu küfurlari kasede kaydediyler, sonra internetta bu ses kaydina video yapup da yayinlayilar. Bütun millet da ole gebere dinleyi, izleyi. Ha boşuna dememuşlar zaten "Deveya diken, insana open (open değul ya neyse) yakişur" deyi.
Bir de bu Cubbeli Orangutan Hoca varidur ki çok meşhurdur, sen da duymuşsindur adini. "Haçan komikluk ederken arada da birazcuk dinden imandan bahsedeyum" şeklunde bir taktik ve strateju içindedur kendisu. Eskiden "derun hoca" olmak makbulidu şimdi ise "populer hoca" olmak. Ha bu hoca da o TeVe kanali senun bu Diskoveri Çenıl benum deyup gezmektedur surekli. Hatta arada, kanal kanal koşturmaktan öturu cuma vaazlarina yetişemayi da 3G ile bağlaniyi camuye. Geçen tesadufen cördüm TeVe'de bu, evrim basamaklarinda geri kalmaya inat eden pirimat örneğu, Cubbeli Orangutan Hoca'yi. Efendum, zatı muhterem orangutanimuz kalkmuş atıp tutayi, hatta Cem Yilmaz Uşak ile aşık bile atayi: "Ula Cem Yilmaz da kimdur, benim konuşuklarimi araklayip sahneda kendinun gibi milleta anlatayi, misal o cenaze hikayesu benumdur, çekeceğum keratanin kulağini, ama çok sevumli uşaktur, kıyamayrum" şeklinde konuşmaktaydu.
Şimdu, Laz Marks Emicecuğum, hal boyleykan;
1- Sen da bu arti değeru, diyalektuk materyalizmu felan anlaturken araya bolca küfur sıkiştirsan ha bu Ofli Hoca cibi, bu kot kafalilara ana avrat sekuz şerut otoban etsan, ha bu Yali Kahvesu dolup taşmaz midur, hatta ciderek kapida senu dinlemeya celenlarin oluşturdiğu kuyruk taa anasinin çeyuzuna kadar ulaşmaz midur?
2- Ha bu konuşuklarini, bir da bu Cubbeli Orangutan Hoca cibi sikeç halina cetursan da oyle anlatsan daha çok ilgi çekmez midur, sana da TeVe kanallari kapilarini bol bulamaç açmaz midur?
3- Çayini tazelesunlar mi emice, masadaki soğumiştur.
Haçan onemli bir sorum vardur. Kizarsan kiz, ama "Be hey Yunus sana söylema derler/ Ula ben öleyum mi söylemayunca" diyenler tayfasindanuz, demeden duramayacağum ha buraya.
Tesadufen sizi, bir fotoğrafinizda, adini reklam olmasun deyi anmak istemeduğum bir kot markasi ile birlikte cördum. Aha boyle at kafasi cibi kocaman şekilde, kot markasinin adi yazmaktaydu göğsunuzda, tişörtunuzun önunda. Şimdi emicecuğum, kot kafali olmaduğunuzu bileyrum, ama ha bu kot markasi sorunsalina dair sorularim vardur:
1- Haçan siz yuruyen reklam tabelasi misinuz?
2- "Bu ne yaman çelişkidur", şimdi ha o Laz Kapital'i kafaniza vursak yeri midur?
3- Sizi dedenuz Trierli Karl Marx Emicemiz'e havale etsek az midur?
4- Az biraz paran var midur borç verecak, odun işleri kesat giymekta, yolsuz kaldum.
imza: ikizdereli "Toscani" Ismayıl
"En anti-kapitalust eylem, tüketumlerunizi minimize etmenuzdur"/ 2010/ Çemizgezek/ ikizdereli Deli Ismayıl
haçan bi' şey soracağum. farzu misal, ha boyle biz yali kahvesu ahalisi olarak, subçomandante marços uşak ve yoldaşlari cibi kar maskesu taksak, sırtimiza him marçetler zinciri poşetlerundan geçursek, ensumuza da gaybana kapitalizumdan once davranup ha boyle barçod etiçeti yapiştirsak dumenden, sonra her birimuz, bir him marçetine sotelensek diyrum,
1- boyle bir taktik ve strateju ile him marçetler zincirinun patroni hazreti bilal efendu'nun dergahina sizabilir miyuz?
2- oradan hareçetle, baba tanri teyyip nerdoğan'ın yanina ulaşmamiz mümkün midur?
3- akabinde, buradan haraçetle "teslis"u tamamlamak içun, barrah ohara'nun kılçığina siçtiminun beyaz sarayi'na ulaşabilir miyuz?
4- ha bu üç kafadaru birden paketleyup kapitalizum ile birlikte tarihun çöpluğune atabilmemuz olasi midur?
5- ha bu uç yanlişu toplasak bir doğru adami cöturür mi?
6- ula ben yoksa "troya ati" taktiğundan çalinti yapmiş olabilir miyum? peçi, senun deden trierli karl marx emicemiz'un arkadaşi proudhon uşak "mülkiyet hırsizliktur " demişti ya, bak aklima celdi şimdu. şimdi ben tarih'ten "troya ati" taktiğuni çalmiş durumdaysam, mülkiyetçiliğe de kafa atmiş sayilir miyum? (ula mülkiyet demuşken aklima geldu, eli öpulesu bir ablamiz vardu, ursula k. le guin, ula ne cüzel kitap yazmişti "mülksuzler" deyi)
7- fazla sigaran var midur, benim tabakamdaki sarma tütunlar bittu da, emicecuğum?
not: baştan diyeyum laz marks emicecuğum, ola ki çok sori sordum deyi kizup da bağa " ula artistluk yapma. ha anani da al cit" demeye kalkişursan, evet anami da alir ciderum, ama sonra babam ile birlikte celirum, hatta belçi arkamizdan ufak ufak da olsa piroletarya celebilur. emicem sağa diyrum, ha orada birisu var ya o anlasun.
"ula 'hepimuz terzi fikriyuz' deyi de bağirmali caddelerda, sokaklarda, arka mahallelerda, varoşlarda ve ha o meclisun da onünda, tam bir milyon kişu olarak, birgun illa" /2010/ fatsa/ ikizdereli deli ismayıl
ha sağa bi' şey danişacağum. sen de bilirsun ki bu hitler denen gaybana oğli, zamaninda hiçbir işte tikiş tutturamayunca "ula bari diktator olayum" demuş ve askerliğe dalmuş. efendum bu kot kafali rahip olmak istemuş, ama bahçede sigara içeyi deyi buni okuldan atmişlar. ressam olayum demiş, ama akademudaki hocalar resimleruni beğenmemuş, kapidan içeri sokmamişlar. ha bu sümük biyiğina siçtiminun hitleri da son çare askerluk mesleğu demiş, kerhen işe girmuş, sonra da alaman ordusini kerhaneye çevurmeyu başarmuş bildiğunuz cibi. efendum bilirsunuz ki "her turk asker, her alaman nazi, her mozambikli filozof, her hintli gani gani gandi, her perulu lama (da lay lama değul uşağum, bu hani faşizmin suratina tükuran cinsten), her firansuz jakoben, her çorumli da allahina kadar adam doğar". şimdi emicecuğum, bir önceki tumcede animsattuğum şu muthiş, evrensel onerme ha bi' kenara dursun da, senin de bildiğun cibi ha bu hitler kutavi gokten zembulle enip diktator olmadi (gerçi bizum memleketteki pek çok kot kafali da mustafa çemal, samsuna zembulle endi da sonra da tek başuna sihirlu değneğu ile emperyalustlari hokus pokus etti sanayi ya, neyse). elbetta ki hitler, palazlanan alaman burjuvazisinin ekonomide ağirliği olan yahudi burjuvazisinin mallarini gasp edup boylece alaman ekonomisinu ulusallaştirmak istemesuyla ortaya çiktu (ula bu bağa taniduk geliyi, 6-7 eylul muydu neydu, yağma, talan, gasp mi olmuştu neydu). akabinde, "ula bir da diğer ülkelerun sermayesunun tadina bakalum" deyip kıta avrupasi'na yayilmak isteduler hitler kutavi aracılığiyla. efendum, yani hitler oyle tek başina mantar cibi yerden bitmedu, nazizmin sebebu değul, sonucu idu ve nihai ürun ise milyonlarca insanun vahşice katledulmasi oldu, hepumuzun malumu olduğu cibi.şimdi laz mark emicecuğum, elbetta hitler denen kutavin onda koşani olmasaydu, alaman burjuvazisi başka bir kutava diktator olmasi içun "yürü ya führer" diyeceğdu, ama elbetta ki her insan (ula bu tumcede mecburen da olsa hitler'e "insan" demak zorunda kaldiğum için kendimden utaniyrum) biriciktur, kendine özgudur, yani bir başka kutav führer olsaydi, elbetta farkli sonuçlar olacağdu, gene benzer tezgah devam etsa da. belki çok daha az sayıda insan katledilurdu. yani demem o ki laz marks emicecuğum, ha o akademu hocalari, fasulyadan da olsa bu hitler'i okula kabul etseydu, tarih başka olurdi ve sanirim o hocalar da ilerde bu gaybana oğlinin yapacağu katliamlaru bilebulse, ha bu kot kafaliyi hemen okula oğrenci deyi alirlar, hatta sonrasinda oğretim cörevlusu yaparlardi, yeter ki rahat dursun deyi. hitler de "memur sanatçi" olurdu, ha bizum memlekette sürusuna bereket bu tip "sanatçilarun", bilirsun emice, bir tane da avrupa'da olmuş, çok midur.
ha şimdi celelum bizim buralara emicecuğum, bu üç yani denuzler ile çevrulu ama denuzculuktan sinifta kalmişlarin coğrafyasina. şimdi emicecuğum, hani bizum 30 senedur "asmayip da bal borek ile besleduğumuz" bir emekli diktator vardur ya, hani marmaris dolaylarinda, altmışindan sonra resme sarkup, fiçret otyam ustamiz'un resumlerinden araklama figürlerle çakma resimler yapan.
ha, işte tum bu girizgahtan sonra şunlari soracağum emicecuğum:
1-ula bütun diktatorler hep boyle ressam olma heveslisi midur?
2-her ressamdan tırsmali miyuz, her an içinden rahmetli "alien" cibi bir kuçuk diktator firlayabilur deyi?
3- her resim heveslusu gencu "aman ula diktator olmasun" deyi akademiye sinavsiz almak caiz midur?
4- "ben ozledum yarimi, ağlasam ayip midur?"
ha bu boyuk eserinuz laz kapital 1'de demişsunuz ya: "bu bizum uşaklarda küçucuk bir sınıf bilinci yok. yillardur anlatiyirum bunlara, "ula siz işçisunuz, bir araya gelursenuz hakkunuzi yedurmezsunuz" ama nafile. efendum, bizum lelipop ihsan vardur. tirabizon limanında çalışır. bir gün bu lelipop ihsan'a "ula sen proletersun" dedum, 3 ay benumle konişmadi. artuk ne anladiysa kot kafali.", deyi...
şimdi laz marks emice, haçan bugünki piroletarya, ha o 80 öncesindeki cibi olmaduğundan, hani ilaç niyetune bile sinuf bilincine sahip olmaduğundan, zinhar demeyesun bir işçiye "sen işçisun ula", deyi. mazallah adami pazar'dan taa arhave'ye kadar odunla döve döve kovalar bu kot kafalilar. çunki sinuf atlama düşlerine sarilan işçiye işçi demek hem harakettur onlarin cözünde, hem de düşlerune saldiridur. ha boyle az dikkat et, teve'de adamlara sorayiler: "ne iş yapaysun", deyi. adam, "tekstilciyum", deyi, sanirsun emicemun tekstul atölyesi varidur. göğsünü gere gere "işçiyum ula, piroleterum", diyen işçi bulursan, ha bağa da haber ver ki cidip opeyum bu artik zor bulunan, nadide cüzel insanları alnindan.
not: pek soru cibi olmadu, ama idare et artuk emicecuğum, n'eylersun ki serde deliluk var, bir de bizum cüzel uşak marços cibi "sözumuz silahimizdur ula" demekteyuz. ha buni da hayata sorulmuş bir soru sayalum hep beraber da.
imza: ikizdereli deli ismayıl
"kizil bir laz takasuyum kürdistan dağlarinda yuzen" ikizdereli kürt deli ismayıl/ 2010/ kürdistan dağlari
meslek: serbest odunci
(dağdan kestum kereste, şiirli kuş besledum cankafeste)
ana-baba durumi: hem öksuz hem yetum
("anam serçelerdur" deyi, "babam ise dağlardur")
medeni hali: pek bi' bekar
("benim yarim karadenuz'dur" deyi, "ne baliktan ne hâlik'ten bir beklentum yoktur; nasil olsa, illa ki benim yarim denuzun koynunda birkaç tane inci bulunur" deyi, "karadenuz'de inci olmasa da ablasi okyanus var ula...)
hobiler: arada sırada,"dağdan indim kasabaya" edup yali kahvesu'nde laz marks emice'ye zırt pırt gıcik sorular sormak, çocuklarin cemi cümlesiyle ve tüm sokak kutavlariyla can ciğer dostluk etmek (ula buna hobi denmaz ya neyse); öncelukle bizzat kendisune, sonra yali kahvesu ahalisinin cumlesine, sonra hayatin ve kapitalizmun silsilesine kalbinun ve kafasinin tum gucüyle nanik yapmak.
ha boyle surekli, "uy tirabizonsipor şoyle eyidur, boyle halkin takimidur, constantinapolis dükâliğindan uzaktur, anatolya'nin bağrindandur, saftur, ace ile yikanmiştur" demektesun, karşisina da diyalektuk açidan zıddi deyi fenerbahçe'yi koyaysun, "devlet ve fener sonümlenecek elbet" demektesun. haçan sorayrum sağa, ula ister tirabizonsipor olsun, ister fenerbahçe, ister bursasipor, ister real madrid, ula ha bu bok yiyenun uşaklarinin hepsu da endustiriyel fitbola dahil değil midur. ha bu kot kafali taraftarlar, yani halk değil midur kendileru aç gezerken, ay sonuni zor getururken, kıçina tuman alamazken, bu fitbolcu uşaklarin manken paçilerle diskolarda fink atmasini, "havuzlu villalarda" alem yapmasini, anasinin çeyizinden beyuk sipor arabalarla gezmesuni finanse eden. haçan, diktasina siçtiminun salazar denen faşist kutav değil miydi peçi, "ula kot kafalilar, porteçiz'i uç şeyle yonettum: fado-futbol-fiesta, siz daha uzayli cörmüş köylü gibi bakin durun ha oyle aval aval" diyen. ha sahi, bir de "forza livorno" mu ne vardu değil mi laz mark emice, hatta manifesto mu ne yayimlamişlardi değil mu.
meslek: serbest odunci
(dağdan kestum kereste, şiirli kuş besledum cankafeste)
ana-baba durumi: hem öksuz hem yetum
("anam serçelerdur" deyi, "babam ise dağlardur")
medeni hali: pek bi' bekar
("benim yarim karadenuz'dur" deyi, "ne baliktan ne hâlik'ten bir beklentum yoktur; nasil olsa, illa ki benim yarim denuzun koynunda birkaç tane inci bulunur" deyi, "karadenuz'de inci olmasa da ablasi okyanus var ula...)
hobiler: arada sırada,"dağdan indim kasabaya" edup yali kahvesu'nde laz marks emice'ye zırt pırt gıcik sorular sormak, çocuklarin cemi cümlesiyle ve tüm sokak kutavlariyla can ciğer dostluk etmek (ula buna hobi denmaz ya neyse); öncelukle bizzat kendisune, sonra yali kahvesu ahalisinin cumlesine, sonra hayatin ve kapitalizmun silsilesine kalbinun ve kafasinin tum gucüyle nanik yapmak.
Can Abi, hani sen sağken, sanki bazılarının analarını sikmişsin gibi; ya da Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur ile birlikte arabeskin kare asıymışsınız gibi, "Can Baba, Can Babaa" diyor ya sana bazıları; ben özellikle ve inadına demiyorum, Can Abi.
Bilirsin çoğu, ünperest ve erkperesttir, bu insan denen memeli türündekilerin. Hani, hiçbir aslan, sürüdeki en iyi avlanan aslana yalakalık etmez, onun başarısından pay çıkarmak için kendine. Ya da hiçbir arı, kovandaki polen toplamakta en başarılı arının kıçında dolaşmaz, kendisini de adamdan saysınlar diye...
Ne zamanki sen, şiirde ünlendin kırkından sonra ve bira köpüğü saçlı, dağ sakallı bir adam oldun, bayıldılar senin küfretmene. Ağzının içine bakarlardı, "aman, can baba benim de anama küfretsin" diye.
Sonra sen basıp gittin "kıçımın fosforuyla aydınlanın", diyerek. Peki, küfür bitti mi senden sonra; hâşâ. Zaten senden önce de ve sağken sen, 7'den 77'ye küfürbazdı bu ülke, sen gittikten sonra da, yine ve hâlâ. Evde, sokakta, ka'vede, kışlada, fabrikada, ofiste, pazarda, yani bilcümle insanların dolandığı her yerde, şakır şakır kol geziyor küfür bu coğrafyada.
Uzatmayalım, zaten bildiğin şeyler buraya kadar olanı; şikâyetime geleyim Can Abi de, kamu âlem sen anla: Ben ne zaman dellenip arsızlığa, yüzsüzlüğe, şerefsizliğe küfretsem uzun boylu; "uzaylı görmüş köylü" gibi şaşarak bakıyor pek çokları bana; sanırsın hepsi sadrazamın sol testisinden firar etme, hepsi asilzade torunu. E, daha "ünlü" harf değiliz henüz şiirin alfabesinde tabi. Saçımızdan bira köpükleri de düşmüyor daha sakalımızın dağlarına. Ne zaman ağız dolusu küfredecek olsam, birileri çıkıp başöğretmen gibi parmak sallıyor bana.
Sen söyle şimdi Can Abi, "ün"leyip "ün"leyip de, nerelerine sokmalı bunların parmaklarını?
Şairlerin hali çok acıklı doğrusu. Bazen traji-komik duruma da gelebiliyor. Çünkü şiir okuru falan yok bu ülkede, kayda değer sayıda. Bu yüzden de şairler kendileri çalıp kendileri oynuyorlar ne acıdır ki.
"Ne büsbütün içinde ne tamamen dışında" olduğum şair ortamına, artık acıyarak bakmaya başladım açıkçası.
Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi büyük şairlerin şiir kitapları bile, senede bin tane satılmıyor. Bildiğim kadarıyla, istisna olarak, sadece Nazım Hikmet ve Yılmaz Odabaşı'nın şiir kitaplarının satışı, yıl içinde birkaç bin sayısına ulaşabiliyor. Edebiyat dergilerinde düzenli olarak şiir yayımlatan, şiir yıllıklarına giren şairlerin çok ünlü olanlarının dışındaki şairler, yayınevlerine kendi ceplerinden para vererek kitaplarını bastırmak zorunda kalıyorlar. O kitaplar da ancak 500 tane basılabiliyor, satmayacağı için. Dağıtımcıların çoğu, satılmadığı için, bu kitapları dağıtmaya yanaşmıyor. Kitapçıların çoğu da şiir kitapları satılmadığı için, çok ünlü ve satan şairlerin kitapları dışındaki şiir kitaplarını almak istemiyor.
Aynı zamanda tanınmış bir edebiyat dergisinin de sahibi olan bir yayınevi sahibinin bizzat ağzından dinlediğim üzere, sene içinde, sadece üç şairin kitabını, seçerek yayımlıyorlar ve o kitapları da 500 tane basıyorlardı ancak. Bu 500 kitabın 50 tanesi, kitabın sahibi şaire veriliyor, eşe dosta imzalı olarak versin, imza günlerinde kullansın, arşiv yapsın diye. 50 tanesini de yayınevi kendi arşivi için saklıyor. 200 tane kadarı da kitabın sahibi olan şair ve yayınevi tarafından diğer şairlere ve kitabın tanıtımı yapmalarını umdukları, basın-yayın organlarındaki belirli kişilere yollanıyor. 50 tanesi ise, zorla kütüphanelere kakalanmaya çalışılıyor. Toplam sayı ne etti: 350. Geriye ne kaldı 500 kitaptan: 150. işte bu kalan 150 kitap, dağıtımcı bulunursa, dükkânına almayı kabul eden kitapçılar çıkarsa, uzun yıllar boyu tükenmek bilmiyor raflarda.
500 tane basılan şiir kitabının yaklaşık 200 tanesi, diğer şairlere yollandığına göre, şairler sadece birbirlerine şiir yazıyorlar ne acıdır ki. Şiir kitabı çıkartıp imzalayarak birbirlerine yollamaktan öteye geçemeyip şiir okuruna ulaşamıyorlar, kayda değer sayıda şiir okuru olmadığı için. Edebiyat dergilerinde de durum farklı değil. Satılabilen bir iki edebiyat dergisini alanlar, sadece şairler, kendini şair sananlar ve çok az sayıdaki sıkı şiir okuru. Diğer dergiler ise, dergiyi çıkartanlar tarafından şairlere ve diğer dergicilere yollanıyor çoğunlukla. Yani, bu dergiciler de birbirlerine kendi dergilerini yollamaktan öteye geçemeyip olmayan şiir okuruna ulaşamıyorlar. Yani, artık şiir, şairler arasında bir kapalı devre yayına, kendi aralarında bir oyuna dönüşmüş durumda. Ne acıdır ki şairlerin pek çoğu da birbirlerini okumuyor, bilindiği üzere.
Şiir dinletilerin durumu da çok acıklı, hatta üniversitelerde düzenlenen dinletilerin durumu da böyle ne yazık ki. istanbul dâhil olmak üzere, tüm şehirlerde düzenlenen şiir dinletilerine, konuk olarak çağrılan şairlerin dışında, sadece diğer şairler, kendini şair sananlar ve birkaç eş dost katılıyor. Kazara, ekstradan bir iki şiir okurunun gelmesi halinde ise büyük olay yaşanıyor doğrusu. Barlarda düzenlenen şiir dinletileri bir yana, üniversitelerde düzenlenen şiir dinletisi, şiir paneli, şiir kongresi gibi etkinliklerde de durum aynı. Birkaç sene önce, Kocaeli Üniversitesi’nde, başta Refik Durbaş olmak üzere, Seyyit Nezir, Baki Ayhan T., Arife Kalender gibi bilinen şairlerin konuk olup kürsüde şiir üzerine söyleşi yaptıkları dinletiye, sadece, izmit'teki birkaç şair ve kendi şair sanan birkaç kişi katılmıştı mesela. Hatta, etkinliği düzenleyen ihsan Topçu, kürsüye çıkıp katılımın bu kadar az olmasından dolayı, konuk şairlerden özür dilemek durumda kalmış ve bu durumun final sınavları döneminden kaynaklandığını söylemişti. Bir süre sonra ise, öğretmenlerinin zoru ve not korkusu eşliğinde, toplu halde, epey sayıda öğrenci salona getirildi, durumu kurtarmak için.
Kitap fuarlarına katılan şairlerin durumu da çok acıklı. Ruşen Hakkı, çok güzel tanımlamıştı yıllar önce, oradaki hallerini. "Gelinlik kızlar gibi oturuyoruz orada, gelene geçene bakıyoruz" demişti. Bu ülkede şiir okuru olmadığı için, şairler stantlarda oturup gelene geçene bakıyorlar ancak, eş dost geliyor birkaç kare fotoğraf çektiriliyor, şairler birbirlerinin standını ziyaret ediyor, orada gene birkaç kare fotoğraf. Yani, "dostlar alışverişte görsün" durumu yaşanıyor sadece.
"Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?" demişti ya bir şair. Asıl, kimse şiir okumuyorsa, şiir yazıp yayımlamak niye?
"izmit" ve "Şiir" sözcükleri yan yana geldiğinde, akla ilk Ruşen Hakkı gelir uzun yıllardır, her ne kadar kendisi doğma büyüme izmitli olmasa da. Gençlik yıllarında, işi gereği izmit'e tayin olmuş ve o dönem izmit'te kendisinden başka, ülke çapında bilinen şair olmadığı için izmit Şiir Erki'nin başına geçmiş ve hâlihazırda bu erkin başındaki şairdir. Nasıl bir şairdir dersek, bence Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın son dönemi kadar kötü, Fazıl Hüsnü kadar iyidir. Varın siz bu iki çelişik gibi duran yargıdan istediğinizi seçin, ister övgü ister yergi sayarak.
Ruşen Hakkı ile tanıştığımızdan bu yana, yani on iki sene içinde, kişisel hiçbir sorunumuz olmamıştır ve bilirim ki hiç yüzüme karşı söylememiş olsa da sever beni, ben de O'nu. Yıllardır görüşmüyor olsak da geçen sene tesadüfen yolda karşılaştığımızda, içtenlikle tokalaşmıştık kısaca hal hatır sorarak birbirimize. Yüzüme sımsıcak, içten bir sevgiyle ve saygıyla bakarak tebessüm etmişti. Şiire daha yeni yeni kulaç atmaya başladığım yılların başında, kendisine götürdüğüm acemi, kötü şiirlerimi okumaya katlanmış ve hiç üşenmeden her biri için kısa notlar düşerek, bu notları sanırım hâlâ kullanmakta ısrar ettiği emektar daktilosunda, toplu halde yazıp bana vermişti. Şimdi ben de O'ndan edindiğim şiir terbiyesi ile bana acemi, kötü şiirlerini getirip yorum isteyen gençlerin yolladıklarını, aynı sabır ve özenle okuyup, kalplerini ve heveslerini kırmadan, bilgimi paylaşmaya çalışıyorum.
Bugüne kadar Ruşen Hakkı'nın hiç kimseyi kırdığına da şahit olmadım zaten. Hep babacan, içtiğinde neşeli ve tatlı küfürbaz, rakıyı güzel içmesiyle ünlü...
Ruşen Hakkı, iyi kötü, Türkçe Şiir'de kendine bir yer edinmiştir hiç şüphesiz, yarım asrı çoktan aşan şiir maratonuyla. Şiire verdiği elli küsur yıllık emeğin ve yeteneğinin sonucu olarak da izmit Şiir Erki'nin tartışmasız lideri konumundadır. Ne var ki bir de Ruşen Hakkı'ya yamanan ve O'nun ününden nemalanarak, aslında amatör küme şiir oyuncusu olmalarına rağmen, büyük şair edalarıyla gezinen birkaç kişi vardır. Bunlar, Ruşen Hakkı'nın dostluğunu sömürerek, üfürükten şair sıfatı kazanmış, kendi ceplerinden para vererek yayımladıkları uyduruk şiir kitaplarıyla da yalancı pehlivan gibi dolanmaktadırlar ortada, uzun yıllardır. Hâlbuki hiçbiri ne şiir yıllıklarına girebilmiştir henüz, şiirleri ya da poetik yazılarıyla ne de kendilerinin bizzat yayın kurulunda bulunduğu ya da başında arkadaşlarının bulunduğu bir iki dergi dışında doğru dürüst şiirleri yayımlanabilmiştir edebiyat dergilerinde. Bu amatör küme şiir oyuncularından bir tanesi, bu sayede, yerel gazetelerde köşe kapmaktan tutun da yerel tv'lerde program yapmaya kadar epey nemalanmaktadır, üfürükten şair sıfatına sığınarak. iki tanesi ise ihsan Topçu'dan sonra hiç de layık olmadıkları şekilde, Kocaeli Şiir Etkinlikleri Birimi'nin başına geçmişlerdir. Üniversitedeki bu iki amatör küme şiir oyuncusundan birinin üfürükten şiir kitaplarını, izmit'teki tek kitapevinin önündeki sepette, ucuzluk reyonunda görmüştüm "tanesi 50 kuruş" yazılı bir etiketle. Bunun üzerine içeri girip bu kitapları kilo hesabıyla ile alıp alamayacağımı sormuştum ben de.
Yıllar önce bir etkinlikte şöyle demişti Ruşen Hakkı: "Gençken, içimizden 'yeter artık yazmayın ya' derdik ustalar için, ama öyle olmuyormuş, bu yaşa gelince de şiir yazmak bırakılamıyormuş." Doğrudur evet, şair adam son gününe kadar yazmadan duramaz. Ancak ölerek şiirden kopabilir bir şair. Ben de yaşlandığımda, o zamanın genç şairleri benim için, içlerinden ya da aleni "Yeter be Serkan Engin, öl artık" diyecekler, kendilerince haklı olarak. Hatta şairler arasında en kolay bana diyecekler şu yazımı da dayanak gösterip. O zaman ben de tıpkı Ruşen Hakkı'nın bu yazıyı okurkenki hali gibi, tatlı, babacan bir tebessümle karşılayacağım o genç şairleri.
Ruşen Hakkı, etrafına çöreklenen ve kendi ününden nemalanarak üfürükten şair sıfatı elde eden ve bu sıfata sığınarak, kendisi ile birlikte "mevlüthanlar" gibi şiir dinletilerinde toplaşan, akabinde bunun hatrına rakılı mezeli ziyafetlere konan, kitap fuarlarında küçük şiir dağlarının tanrısı gibi boy gösteren, gazetelerde köşe kapan, bu köşe kapmacı şahısları, bu saatten sonra hayatının dışında tutmaya niyetli olmadığına göre ve Ruşen Hakkı'nın şiir ortamlarından, sosyal hayattan tamamen elini eteğini çekip inzivaya çekilmek gibi bir planı olmadığı da göz önüne alınırsa, tek bir yol kalıyor geriye, Ruşen Hakkı'dan nemalanan sahte şiir peygamberlerinin ucuz erkinin yıkılması için, o da ölmesi Ruşen Hakkı Abimizin.
Bu yüzden senden Şiir aşkına rica ediyorum, öl artık Ruşen Abi.
20 aralık 2010 itibariyle uluslararası şiir dergisi the tower journal'da gene kendisinin ingilizce'ye çevirisiyle ghazal to pera belle (peralı güzele gazel) adlı şiiri yayımlanmış adam.
Öyle tabi paşam, elbet hepinizin annesi melek, hepinizin babası kahraman. Bir beni döve söve büyüttüler çünkü, bir beni öz anam -babam sokaklara attı, defalarca, karda kışta. Sizinkiler mi? Aman canım, hâşâ, hepsi melek, hepsi kahraman.
Ne var ki paşam, ben şahsen "yalnızlığın sokak köpeği" olmak durumunda bırakılmasaydım da, öz anam-babam sokaklara atmasaydı da, dövüle sövüle, psikolojik işkenceyle büyütülmemiş olsaydım da, tüm bunları ve daha başka belaları/kahırları/zulümleri yaşayan çocukları/kadınları/adamları kalbim GÖRÜR ve onların dili olarak da onların şiirlerini yazardım paşam. Ki yazdım da çokça, hiç çıraklık yapmadığım halde "Kırık Çırak" şiirini, tezgâhtar kız olmadığım halde "Tenha Tezgâhtar" şiirini, eşcinsel olmadığım halde "Kız Veysel" şiirini, gündelikçi-temizlik işçisi kadın olmadığım halde "Gün delik Gülizar" şiirini yazdığım gibi.
Peki siz neler yazdınız paşam? "Hayatta ben en çok babamı/anamı/karımı sevdim" şiirlerinden başka neler yazdığınız bu bağlamda. Ah tabi ya, hem hepinizin anası melek, babası hep kahraman. Ayrıca bu toplumda hiç ama hiç, kanayan kocaman bir yara olarak sokaklarda gezen kimse yok zaten. Ne demek efendim, hâşâ. Güllük gülistanlık içindeyiz cümleten zaten. "Allah devletimize, milletimize zeval vermesin" di'mi paşam. Kürt çocuklarını "devlet dersinde öldürmüşler" mi demiş birileri, aman efendim, hâşâ, yapar mı hiç öyle şey "Dövlet Baba", zinhar iftiradır, çamur atmadır, vatan hainliğidir. Bunlara sosyal linç uygulamalı paşam, Ahmet Kaya'ya yapıldığı gibi, gavur illerine sürmeli bunları, memleket hasretiyle kavrula kavrula ölsünler paşam, Nazım Hikmet gibi. Sonra, çırak çocuklar, eşcinseller, gündelikçi kadınlar, tezgâhtar kızlar, genelev kadınları, işportacılar, uyuşturucu belasına batanlar, işçiler-memurlar-köylüler-küçük esnaflar-ev kadınları da kimmiş paşam, hepsi iktidarlarınızın elinin kiri, yıkarsınız geçerler, paşam.
Siz devam edin gene post-modernist şiirleriniz(!)de sözcük oyunları ile oyalanmaya, Letrizm'in hortlağına sarılıp bölün gene aptalca sözcükleri harflere, devam edin paşam. Gün sizin şimdilik, size el veren edebiyat erk odakları sayesinde.
Yalnız paşam, şu var ki, sizin kulağınıza fısıldayan biri çıkmamış olabilir belki henüz, ama okurun empati ya da özdeşlik kuramadığı şiirler, edebiyat tarihinin çöplüğünü boylar paşam. O el etek öperek edindiğimiz dandik ödüller, ya da erk odaklarına yaltaklanarak yayımlattığınız kitaplarınız, şiirin şer odakları sayesinde girdiğiniz dergiler, yıllıklar, antolojiler sizi kurtarmaz paşam.
Sizi tarihin kuburu bekliyor, haberiniz olsun, sefanız olsun paşam.
Alenen askerlikten soğutmak istiyorum sizleri, hepinizi, yani tüm dünya halklarının yoksul çocuklarını. Ölmeyin, öldürmeyin istiyorum, silah şirketlerinin kâr hırsı ve birilerinin erk mücadelesi yüzünden. Savaşıp insanlıktan çıkmayın istiyorum hiçbiriniz. Ölmek ve öldürmek üzere emre amade birer robot olmayın istiyorum. Siyasal erklerin başına çöreklenenler, size birer istatiksel rakam gibi bakmasınlar istiyorum, cenazeleriniz sıra sıra geçerken yoksul halkların kalplerinin önünden. Mezarlarınızın başında ağlayan karınız, etinden et kopan ananız, yetim kalacak çocuklarınız olmasın istiyorum.
"Eğer bir adam marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa, o değersiz bir yaratıktır. Kendisine yanlızca bir omurilik yeterli olabileceği halde, her nasılsa yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz ve bilinçli şiddetden, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nefret ediyorum. Ben savaşı ve o soğuk silahları öylesine tiksindirici ve asağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi yok ederim daha iyi." diyen Albert Einstein'ın sözlerinin altına kalbimin en çocuk harfleriyle imzamı atıyorum.
Yılmaz Odabaşı'nın "Cehennem Bileti" adlı şiirindeki "bayrakları bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır. toprak eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır" dizesinin de altına, bütün bilincim, kalbim, insan olma onurum ve cesaretimle alenen imzamı atıyorum. Zerre kadar da korkmuyorum, çekinmiyorum, bu yüzden Yılmaz Odabaşı gibi yargılanıp hapis yatmaktan.
Çok şey istiyorum biliyorum. Ah, ne yazık ki "Dünyanın En Tuhaf Mahlûkusunuz" benim güzel insanlarım, "âdeta mağrur, salhaneye koşan", ama kalbimin sıkletince denemeden de duramıyorum, sizi alenen askerlikten, sizi militarizmden, sizi savaşlardan, sizi ölmekten ve öldürmekten soğutmayı. Çünkü insan onuruna aykırı buluyorum, bu vahşete itiraz etmemeyi, dünyanın her yanını saran.
Ne balıktan ne Hâlik'ten beklediğim bir şey yok, yoksul halkların güzel çocukları. Sizi sevmekten başka bir derdim de yok, benim güzel insanlarım.
"Deli" olabilmek öyle pek kolay olmasa gerek. Çünkü "deli" dediğin, maddi-manevi zarara uğramayı göze alarak, hatta umursamayarak, oto-sansür uygulamadan doğru bildiğini alenen söyleyen, görüşlerini açıkça savunan, bunları yazan, çizen, türküleştiren ya da fiziki eyleme döken, inandığı doğruların kavgası veren kişidir. içinde bulunduğu toplumun ve çağın baskın normlarının dışında, hatta ötesinde normları savunan ve bu bağlamda dizgenin bekası için bir tehdit unsuru olan, bu yüzden de dizge tarafından, işsizlik, sessizlik suikastı, mikro ve makro boyutta sosyal yalıtılma, hapis, sürgün, manevi veya fiziki linç ile cezalandırılıp edilginleştirilmek istenen kişidir "deli". Tabi buraya kadar ki "deli" tanımlamasında, doğuştan zeka engeli olan ya da sonradan psikiyatrik rahatsızlık nedeniyle bilinci, mantıksal çözümleme yetisinden yoksun kalmış insanların kast edilmediğinin altını çizmek isterim.
"Deli" diyorduk, evet, örneğin Che Guevara: Akıllı işi midir, mis gibi doktorluk mesleğini ve memleketini bırakıp Küba'da ve diğer ülkelerde devrim örgütlemek, Küba'daki devrim sonrası bakan olmuşken, makamı falan bırakıp başka bir ülkede devrimi örgütlemeye çalıştığı sırada vurulup ölmek. işte size bir zır deli.
Bugün de, Che'nin benzeri bir başka zır deli dolanıyor yeryüzünde, Güney Meksika dağlarından dünyanın kalbine sarkarak, "silahımız"; diye tanımladığı sözcükleri insan onuruna örgütleyerek, kocaman kalbiyle: Subcomandante Marcos. O da Che gibi doktorluğu bırakıp dağlara çıkmış devrim yapacağım, hatta dünyadaki tüm ezilen, sömürülen, horlanan ve yok sayılanların, yani tüm ötekilerin dili olacağım diye. Buyurun size çağımızın en tipik zır delisi.
Bir başka örnek de Nazım Hikmet: Mis gibi, Falik Rıfkı Atay'ın elçiliğinde, Mustafa Kemal'in teklifi üzerine, CHP'ye çağrılmışken ve pek çok şair! gibi milletvekili, hatta kültür bakanı olma yolu açılmışken, sen git komünist şair olmaya devam et, hapislerde çürü, pisi pisine 13 sene içerde yat, sonra ülkeden kaçmak zorunda kal ve gurbette memleket hasretiyle kavrula kavrula öl. Alın size dünyaca ünlü deli bir başka deli...
Bu isimlere daha pek çokları eklenebilir dünya tarihine alnının akıyla geçmiş.
Yani demem o ki, "deli" gibi zor ve onurlu bir sıfatı yüklenmek için bunun hakkını verebilmek gerek, hatta yerine göre canınızı dahi bu yolda.
"Bizi gören sanır deli/ Usludan yeğdir delimiz" Muhyi
"Baba bana bağırma" diyen Akgün Akova'ya ince selamlarımla...
Baba kusura bakma. Senin istediğin gibi sigortalı işi olan, senin tuttuğun takımı tutan, çok çocuklu ve ilk erkek çocuğuna senin adını koyan, erke, güce, makama, etikete, kariyere tapan biri olamadım. Tuttum insan olmaya kalkıştım ben baba...
Kusura bakma baba, senin gibi futbolu sevemedim. Eski futbolcuydun oysa sen ve adımı eski, ünlü bir futbolcudan esinlenip koymuştun hatta. Kendi tutmadığı takımı tutanlara söven, onları döven, öldüren biri olamadım. Sosyal aidiyet kaygısıyla bir futbol takımının başarısı üzerinden kendimi tanımlamaya ihtiyaç duyacak kadar aciz olmadım. Endüstriyel futbolun aktörleri servet içinde yüzerken, cebimdeki üç kuruşu onları izleyeceğim diye harcayıp servetlerini finanse etmedim. Futbol deyince aklıma hep Salazar geldi baba. Sen tanımazsın ama Portekizli ve tüm dünyalı yoldaşlarım iyi bilir. Ne demişti faşist it: "Portekiz’i üç şeyle yönettim: Fado-Futbol-Fiesta"...
Baba kusura bakma, senin istediğin gibi subay olamadım. Beni beş sene zorla askeri okulda okutmuştun baba ve değil şikayet, sitem bile ettirmezdin çektiğim acılara. ilk gençliğim acılar içinde geçti senin yüzünden. Beş sene cehennemin cehennemini gördüm baba, insanın insana zulmünü, askerliğin nasıl bireyleri tek tip ve kişiliksiz robotlar haline getirmeye çalıştığını, ölmeye ve öldürmeye amade insanlık dışı zavallılar yaptığını gördüm. Asla hiyerarşiye uyamadım baba, emre amade olamadım, silah şirketlerinin çıkarları ve birilerinin erk mücadelesine uşaklık etmek için ölmeye ve öldürmeye hazır hale gelmedim. Tam beş sene boyunca üniformalı bir sivildim ben baba. Hatta anti-militarist oldum sonra, bilinç sıçramaları yaptıkça. "Eğer bir adam marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa o değersiz bir yaratıktır. Kendisine yanlızca bir omurilik yeterli olabileceği halde her nasılsa yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum." diyen Einstein'ın bu sözünün altını kalbimle ve bilincimle imzalıyorum baba.
Demirden bir sapan yapmıştın bana fabrikada, hani şöyle kauçuklu, meşinli afilli bir şey, ama ben hiç kuş vurmadım baba. Tuttum omuz omuza verdim haylaz serçelerle, kırlangıçlarla dost oldum, kumrulara imrendim, kargalarla birlikte hayata nanik yaptım, martılarla birlikte denize sevdalandım.
Fabrika demişken...Sen işçi sınıfının yüz karasısın baba. Bana patron, amir yalakalığını öğütlerdin hep hiç utanmadan. Ne emeğinin değerinin farkındaydın ne sınıf bilinci edinmek için çabaladın. Korkak, güce tapan, tavuk boku gibi kokmaz bulaşmaz bir lümpensin sen baba, ömrünü bira ve futbolla heba eden.
Doğuştan gelen aidiyetlerimle ne övündüm ne yerindim baba. Çünkü benim seçimim değildi hiçbiri. Sen Kürtleri aşağılardın hep annen Kürt olduğu halde yarı yarıya. "Senin anan da Kürt" dediğimde bir seferinde, utancını gizlemeye çalışan acınası gülümseyişini hiç unutmadım baba. Ben ise kızıl bir Laz takasıyım baba Kürdistan dağlarında yüzen. Çünkü ben aidiyet olarak proletaryayı seçtim baba. Öyle babadan kalma devrimci olmadığımdan, uzun yıllar kendimle ve hayatla çarpışarak edindiğim ve böylece çok sağlam içselleştirdiğim ve sürekli sıçramalar yapmaya biriken bilincimle. Aklıma gene gelmişken tekrar söyleyeyim: Sen ve senin gibi işçiler proletaryanın yüz karasıdır baba.
Baba kusura bakma seni ve senin gibileri hiç sevemedim. Senin gibi olamadım kusura bakma, tuttum iNSAN oldum baba.
ilyas salman'ın başrolleri şener şen, münir özkul, ihsan yüce ile paylaştığı erkek güzeli sefil bilo filminde, sefil bilo'nun yavuklusuna bayram sabahı getirdiği bir teneke tezeği sunarken okuduğu dörtlükten bir dize. tamamı şöyledir:
ister yaz ister oku
düğünümüze bir kilim dolu
hem yoksulum hem aşık
hediye getirmişem bu boku
kibar feyzo: agam bıyır sana getirmişem
aga: bu ne ki la?
kibar feyzo: vibratör diyiler agam
aga: neye yarar ki?
kibar feyzo: valla agam, böyle götüne sokiysen.