seriatin kestigi parmak
567 (ordinaryus)
onuncu nesil yazar 249 takipçi 3008.11 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    yankesici zannedilecek kadar tipsiz olmak

    1.
  1. başımdaki en büyük bela. gerçekten başımda ama. ulan tipimi kapatmak için şapka bere ne varsa taktım soğuğu bahane ederek ama olaya bak.

    güvenpark polis noktasındaki üst geçide önümden bi çift girdi. çiftin erkek üyesi olan dallama bana dönüp baktı, sonra göt cebindeki cüzdanını alıp montunun cebine koydu. fermuarı çekiyo bi de şerefsiz. analizine sıçtımın.
    1 ...
  2. itin götüne girilen anlar

    1.
  3. 11üs te başıma gelmiştir. Faciadır benim için.

    Otobüste ortadaki boşlukta ayakta dikiliyorum, o sırada bi kadın küçük kızıyla birlikte kapıya doğru hareketlendi. Ben de tez canlılık, onun yerine düğmeye bastım. Ellerinde çantalar falan vardı, bi de çocuk, zahmet etmesin istedim.

    Kadın: ben bi dahaki durakta inecektim.

    (Yediğim boku temizleme gayreti ile kaptana ortadan el kol hareketleriyle destekli olarak bağırırım)
    Skp: aa pardon... Kaptağn orta kapı iptal, inmeyecekmiş abla...
    (Kaptandan ses çıkmaz, durağa doğru yanaşır)

    Skp: kaptaağn orta kapı iptal...

    (Kaptan yanaşmaya devam eder)

    Skp: kaptaan orta kapı ipt...
    Kaptan (patlar): bi sus amına koyim, duraktan yolcu alacam!..

    Nasıl bi koyduysa, Beyaz ışığı gördüm geri geldim amk. Ameliyat sahnelerinde 400 amper... cuks... biiiiiiip diye elektrik verilen ölüye döndüm, geri geldim.
    58 ...
  4. ağlayan pkk lının gözyaşını obüs mermisiyle silmek

    1.
  5. Çok romantik bir eylem. Kıyamayız biz onların gözyaşlarına. Ne yapalım, biz de böyle deli seviyoruz işte.

    (bkz: Ona küçük operasyonlar yap)
    47 ...
  6. güven telkin eden bir görünüme sahip olmak

    1.
  7. Nedir bu "güven telkin eden görünüm verme" olayı?

    Kendimden örnek vererek başlayayım,

    Sokakta birisine yol soracak olsanız o kişi benim, direk gelirsin yanıma bişey soracağını belli ederek, bazı el kol hareketleriyle bir sokağı, bir sapağı, Faruk eczanesini, veya devlet hastanesini sorarsın. Biliyorsam senin anlayacağın dilden anlatırım. Senin anladığın dil "sağdaki yoldan aşşaa sallan, ikinci köşede görecen 222 yi" de olabilir, "burdan aşağı doğru 150 metre gidin, ikinci köşeyi geçince sağınızda kalacak, kıps" da olabilir. Hepsine varım. Hiç olmadı "esnafa sor abi sen, ben seni yanlış yollamayım" der, yardımcı olmaya çalışırım. O kadar güven veriyorum ki, sadece yayalarla başladığım yol tarifi kariyerime son zamanlarda binek araç, kamyon, nakliyat şirketi, kurye aracı gibi mekaniklerle seyahat edenlere hizmet ederek devam ediyorum.

    Yol tarifinden başka ihtiyaçlarınızda da ben buradayım. Misal otogarda çantanızı, bavulunuzu emanet edeceğiniz bir yüz mü arıyorsunuz, hemen oradayım. Daha biraz önce ablanın birisi gelip "siz burada mısınız?" Diye sordu. Dondum kaldım amk. ilk defa böyle bi soruyla karşılaştım ve ayak üstü mala bağladım tabi. Hanım kızımız meğer bir müddet daha burada olacaksam çantasını emanet edecekmiş. Ben de bi an ontolojik bir çatışma teoremi tartışacağım diye sevinmiştim. Yalan oldu. (Ama kız güzeldi allah var, sırf güzelliği hatrına şehirler arası biletimi yakıp çanta bekleyebilirdim. Eskişehir mi? Kim siker Eskişehir i bu saatte. Gideruk bi ara.) .

    Sokakta yürürken, metro durağında sallanırken, bakkala girdiğimde falan ufak çocuklarını gördüğüm ablalar, çocuklarını sevmeme izin verirler. Minnak sıpalara envai çeşit maymunluklar şebeklikler yaparken göz ucuyla dahi kontrol etmezler beni.

    Kedi köpek sahibi vatandaşlar da aynı şekilde. Medyun bana cemiyeti, Medyun bana Ferdi, Medyun bana tüm beşeriyet, ya Rab! Beni kıyamette hurilerle haşret!.. yok la dur yanlış oldu.

    Bu güven dolu yüz ifadesi, insanın bir anda elde edebileceği bir şey değil. Bir ömür Çabalamalı, bu yolculuğu esnasında kendini tanımalı, geliştirmeli, kendinle yüzleşmelisin. Yolculuğun takdir edilmiş bir miktarını aştıktan sonra artık sen, kendi içinde Yaşanmışlıkları olan, değişmiş ve yeni bir sayfa açmış benliğin ile tanışacaksın.

    Artık taksiye binince bağzı ala gavatlar gibi arka koltuğa kurulmayacak, ön koltukta şoförün memleketi, polislerin çirkeflikleri, tuttuğu takım gibi önemli meseleleri mütalaa edeceksin, hotturu zattırı bir taksici bile sana kendini açacak, dost hayatı yaşadığı pavyon yosmalarından, hayatın boş olduğundan, bir an evvel oğlunu evermesi gerektiğinden, ama seni gözünün tuttuğundan bahsedecek, arabada sigara içmene izin verecek, inerken küsüratına kadar para üstünü sana teslim edecek. Öyle bir insan olacaksın.

    Her girdiğin mahallede sanki sen o mahallede büyümüş çocuklardan biriymişsin gibi muamele göreceksin. Her yere ait olabilecek bir yüzün, kimseyi işkillendirmeyecek bir yürüyüşün, genel memnuniyetlere uygun bir giyim tarzın olacak.

    Otobüste herkes öne uzatman için sana para verecek, akbili, Ankara kartı, eskartı olmayan insanlar senden kendi yerlerine kart kullanmanı rica edecek.

    Araba sürerken bile yoldan karşıya geçenler senin arabanı görünce cesaret alıp arabanın önünden karşıya geçecek. 250 metre mesafeli şifresiz wifi access point gibi her yere zebil zebil güven selleri ilka edeceksin. Keriz gibi mi görünüyorum lan yoksa diye aklına gelen vesveselere inat, alnın açık, başın dik, gözün pek ilerleyeceksin.

    Velhasıl, dünya çok boktan. Geçen yine bizim yosmayla takılıyorum, taakk, karı aradı... nefes nefeseyim ama lafı bi çevirmişim yeğenim görmen lazım. Ama seni gözüm tuttu. Temiz çocuksun. Al buyur bu da 12 lira 75 kuruş para üstün...

    /Seriatin kestigi parmak/

    .
    .
    .
    21 ...
  8. annelerin çocuklarını yetiştirme tarzları

    3.
  9. Kadınına göre değişiyor bu lan. Mesela annem köyde büyümüş, sonradan şehre yerleşmiş birisi olarak ataerkil bir hayat görüşünü benimsemiş. Bizi de iki erkek evladı olarak “herif” gibi yetiştirmek istedi hep. Babam onun aradığı adam değil bence. Daha değişik, daha deli birini arıyor oğullarında. Abim evlendi kurtuldu. Kız kardeşime sarmaya başladı annem, ben aklına gelmiyordum o zamanlar. Ama o da evlenince son kale de düştü ve bana kafayı taktı annem. Sakın annemi sevmediğimi sanmayın ha. Sonuna kadar seviyorum.

    Annemi bazen gerçekten tanıyamıyorum. O kadar iyi bir insan oluyor, o kadar nazik davranıyor ki bana, aklımı zelzeliyor, örseliyor, incitiyor, sert bir dille kınıyor, kimse türkiyenin sabrını test etmeye kalkışmasınlıyor adeta. Annem bana iyi davranınca korkuyorum lan. “kesin kanser oldu, 3 gün ömrü kaldı, ondan patates kızarttı bana bu kadın” diyorum içten içe. Ya da biraz daha normal düşünebildiğim günlerde, abimin veya kız kardeşimin annemi sinir ettiğini anlıyorum. Yoksa bu kadın bana iyi davranmaz arkadaş. 25 yıllık tecrübem var lan bu konuda. 25 yıl asker olsan kurmay albay olursun, 7000 den aşağı maaşın olmaz, 7000 kişiye de racon kesersin düz hesap. Ama ben anamın 25 yıllık askeriyim, hatta askeri ne kelime, emir eri, postası, yaveriyim adeta. Ama zerre kıymetim yok lan. Ben bunu kanıksadım artık. Tersi olunca korkuyorum.

    Annemi ontolojik olarak incelersek azizim, köyde yetişmiş dedim ya, bunu iyi bi maksatla demedim. Aşağılarken falan yakası bağrı açılmadık garip deyimler, hakaretler, cinaslar kullanıyor, anlamıyorum, daha kötü aşağılanıyorum. Hani tepkimeli füze başlıkları var ya, önce patlama etkisi ortaya çıkıyor, sonra biyolojik kimyasal etkisini içeren ikinci bi patlama oluyor. Aynen öyle. Hem küfür yiyorum, hem de cahil durumuna düşüyorum lan. Başka dilde hakaret etse de anlamasam bu kadar koymaz. Kadın anadilde küfür ediyor, anlaşılmaz hakaretlerle tepkimeli olarak beynimi gondikliyor. Mesela “daşşak eriği gibi yayılmışsın” diyor. iltifat etmediği kesin, daşşaktan anladığımı sanmayın bunu, annemi tanıyorum, ordan şeydiyorum yani… de hakaretin ne yönden yapıldığını anlamıyorum, o koyuyor adama. Yine mesela “bayrımın at kafası” diyor. At kafası ne demek, bayrımın ne demek soramıyorum da.

    Başka bir ontolojik özellik olarak annemde çene kası yok. Yani var ama ağzını kapalı tutmaya yaramıyor. Ulan hepiniz “komşu bebesini örnek göstererek kendi çocuğunu aşağılayan anne” den şikayetçisiniz. Ben ise sizlere gıpta ile bakıyorum. Annem burda bir vites ileri atıyor. Mesela hani herkesin annesi kendi oğlunu gizlide kuytuda azarlar, misafirlikte falan kimse bakmazken gözlerini belertir, “eve gidince tahtana zıçıjam olm senin” bakışları ile insanı terbiye eder, millete bişey belli etmez ya, Benim annem tam tersi...

    Ermeniler gibi lan aynı. Evde ikimiz kaldığımız zaman çok iyiyiz. Azar yok, kötüleme yok, tırnak çekme, elektrik verme, kulağa şiş sokma, gözlere eriyik kurşun dökme falan yok. Her şey sakin ve sessiz. “mızraklı ilmihali” veya “davudi menkıbeleri” kitaplarından dini hikayeler okuyup ağlıyor falan, içli içli burun çekerek dua falan ediyor, arada bir en beklenmedik anda "estaffrrsss...." diyerek sonunu bilinmezlik hırkası ile bezediği tesbihatlar falan çekiyor. çayımı demliyor, telefonla, bilgisayarla çok vakit geçirdiğime bişey demiyor, namaz niyaz vakti geldiği zaman “oğlum namaza gidecek misin?” diye kibarca soruyor. Şimdi sizin aklınıza “gidecek misin” kısmı takıldı demi, bir anne oğluna öyle mi der lan dediniz. Benim aklımı başımdan alan yer ise “oğlum” kısmı oluyor. Oğlum lafını duymaya alışamadım ben.

    Vakta ki eve bi misafir gelmeye görsün. Mevzu direk benim. Köşede düzensiz bi halde bi eşyam mı kalmış mesela, misafir onu hiç görmüyor bile belki, ama annem onu misafirin gözüne sokuyor.

    “bu enik adam olmaz, eğlli kere dedim düzenli oğl, tertipli oğl…heğç.. babasına hiç çekmemiş. Bi garip bizim bebe. Ütü ütüler, çamaşır makinası çalıştırır. Karı gibi büyütmüşler yurtta bunu…”

    Ulan arkadaş konu nerelerden sekti de ne ara oraya geldi be. Binada sokakta falan annemle muhabbeti olan kadınların yüzüne bakamıyorum lan. Kız-oğlan kız var bakışlarının arkasında. Bıyık altından gülüyor kadınlar. Kendi bıyıklarına utanmadan bana gülüyorlar. Makas alacaklar diye falan korkuyorum nan. Bebişim der gibi bakıyor binadaki erkekler ayol.

    Annemi seviyorum. Devamlı hizmet etmek istiyorum ama işte kadın kendine yanaştırmıyor ki arkadaş. Bi gün elimde koca bi pastayla gelesim oluyor eve, sonra kadın ondan memnun olmayacak biliyorum, “vitaminsiz şeylere niye para harcıyon sen?” yapacak, biliyorum. Çünkü kadın halen kıtlıkta kaldık sanıyor. Ben de napıyım sekiz paket sigara alıyorum aynı paraya. Ehehe.

    En ifrit olduğum yer de uyandırırken… her zaman bi kavganın ortasına uyanıyorum hissi veriyor. Patolojik yaralar açıyor lan kimyamda. Gece sözlükte takıldığım zamanlarda mesela sabah namazına kaldırmaya geldi ya, ben uyanığım o an, sanki 15 dakikadır uyanmam için yalvarıyormuş da artık çileden çıkmış gibi giriyor odaya:

    “illet ettin beni illet… namaz yok niyaz yok. Allahım beni de senle sınıyo demek ki. Okusun adam olsun diye medreselere gönderdik, namazı aptesi de bıraktı zındık… emme bi daha seni namaza kaldıran gavur boku hapazlasın… yan cehendemlerde”

    Annecik burayı sana yazıyorum:
    -Sana asla hatam kusurum kabahatim olmaz. Kırıcı olmam. Öf demem, sesimi yükseltmem, gıkımı çıkarmadan dinlerim her türlü lafını. Ama nolur sen de bana biraz acı be ya. Küçükken sana çok çektirmiş olabilirim, hatta tamam tüm mahalleye çok çektirmiş olabilirim. Ama artık ben koca adam oldum ya. 25 yaşına geldim, herifçioğlu oldum, karizma edindim, yakışıklı(tipime zıçtımın), zeki, çevik ve aylaklı birisiyim ben.

    Yapma bana bunu, yapma. Zaten rejim yapıyom diye beni kekliyon ama gizli gizli gözleme gömdüğünü de tespit ettim. Dolaptaki gözlemeleri sayan piskopat bi çocuk oldum çıktım senin yüzünden. Bundan sonra senin gözlemeler ayrı benimkiler ayrı olsun. Yeme benimkileri. Yeme ya. Arkadaşları uç istemesin diye 0.6 uçlu kalem kullanan cimri ilkokul veletleri gibi, sen yiyeme diye gidip dondurma aldıracan illa bana. şaka kız şaka. Ye ama fazla kilo alma. Sonra hastaneye yine ben götürüyom başıma iş alıyom. Bi de oraya gidince, “seni de işinden goyduk görün mü hay uşak” diye ajitasyon yapıyon ama içten içe seviniyon. Yemezler.

    Tüm pisicopat annelere selametle. Güdümlü anne terliği mi o elindeki? Ben en iyisi gachayı... flack...

    "Bayrımın at kafası assasinated. Target neutralized. Mission completed."

    Oldies.

    .
    .
    .
    21 ...
  10. evlilik üzerine hayat mütalaları

    1.
  11. hepimiz iyi veya kötü bir evlilik hayali kurduk veya kuruyoruz an itibarı ile değil mi? önce buradan hareket edelim. kimimiz gönlünü biraz varoşlara gezdirdikten sonra, kimimiz işini gücünü ele aldıktan sonra, kimimiz ise yolları ve tüm ufukları yakacak o kişiyi bulduğu zaman bi şekilde evlenecek. ben şimdiye kadar evliliği, “sevdicekle birlikte bir hayatın toplum tarafından kabul edilmiş hali” olarak gördüm. zaten normal olan da bu olması lazım. çünkü ben öyle düşünüyorum. en çok beni kıstas alacaksınız, saksı değilim ben! döner pıçaklarıynan dalalım abieey!..

    peki evlilikten beklentilerimiz neler sevgili okur? en başta güzel bi realite yemini çekelim: yalancının ve riyakarın yedi sülalesini, soyunu sopunu pilastik topunu cümle gelmiş geçmiş insan evladı gondiklesin...

    şimdi tekrar soruyorum: nedir evlilik idealimiz?
    *bol gondikli yaz akşamları: bol gondikli, çünkü ergenlikten 11 yaşında çıkıp 15 yıl “nöbet” tutan bir yaşam çizelgemiz var toplum itibariyle. yaz akşamları, çünkü yaz iyidir. östrojenin tavan yapıp salgı bezlerinin çılgın attığı bir dönem yaz ayları. (ordan çok abaza göründüysem affola). açık seçik hepimizin düşüncesi bu demi lan. sevgili olurken de, evlenirken de bunu hayal ediyor her iki taraf. hayat ne güzel, hep gondikleşmeler falan...

    *kuruyemiş tabağından elele fıstık almalı tv izlemeler: bunu terim olarak ben uydurdum ama anlaşıldığını gözlerinizdeki pırıl pırıl yansımalardan anlıyorum. romantik bir akşam, işten dönülmüş, yemek yenmiş, çaylar gelmiş, leğen kadar –hayallerde bari cömert olalım- kuruyemiş tabağı aranızda, 45 derece eğimli çekyata uzanılmış, omuz omuza “les choristes” izlemektir efendim bu da. altyapıyı araştırdığımız zaman ne çıkıyor peki: gamsız kedersiz akşamlar. mesela ben de şöyle sağlam manzaralı balkonumda nargilemi ykıp hazır eden bi hayat yoldaşı istemez miyim, ne diyon sen be, ayaklarına kurban olurum valla...

    *hiç bir misafirliğe gitmek zorunda kalmayacağınız, niye geç geldin? nereye gidiyon? kimlerle göt gezdiriyon? sorularının olmadığı bir dünya: evet evet. evde veya pansiyonda –her nerede yaşamış ve bu yaşa gelmiş isek- üzerimize kurulan ve yıllar boyu bizi umarsızcasına baskılayan ailevi vesayetten “azat olduğumuz” bir ev hayali. çok güzel. aldık bunu da kenara.ikidir araya taş çekiyorum, birazdan ortaya okeyi vuracam haberiniz olsun.

    *sevimli, sarışın, çakır gözlü, akıllı uslu sevecen, tatlı-yaramaz bir kız veya farketmez erkek çocuğuna sahip olmak. örnek olarak bunu yazıyorum ama anlamamız gereken şey şu: evliliğin meyvesi olan çocuğun dertsiz tasasız kazasız belasız ve mümkün olabildiğince sevimli bir çocuk olması. bunu da aldık bir kenara.

    *en genel tanımı ile kaliteli bir hayat: nedir efendim? paraya pula muhtaç olunmayack, istemediğimiz kimseyle hayatımızı kesiştirmeyecek, uzun yıllar boyunca güzel günler geçireceğimiz, ve en önemlisi “yalnız ve bir başımıza yaşlanmayacağımız” bir hayat istiyoruz.

    bu taşları ortaya bi sereyim, 101 e işleyeyim teker teker:
    *bol gondikli,
    *romantik,
    *özgür,
    *mükemmele yakın bir meyve vermiş,
    *ve kaliteli bir hayat
    ....içeren bir gelecek hayat istiyoruz. en azından ben böyle istiyorum. peki neden böyle bişey istiyorum lan ben.

    --neden romantik bir hayat istiyorum? çünkü 7. sınıftan üniversite bitene kadar erkek pansiyonlarında kaldım. “maskülen bir hayat” dedikleri şey var ya, işte ben o terimi uyduranın avradını zikeyim. bildiğin sarımsak aromalı taşak kokusu lan. kaba taslak yazacak olursam, 120 kişilik yurtta başladığım pansiyon hayatına, sırasıyla: yine 120, 750, 150 ve 120 kişilik yurtlarda totalde 12 yıl boyunca öğrencilik, 220 ve 200 kişilik 2 ayrı yurtta “öğrenci işleri sorumluluğu” yapmış bir kişi olarak karşınızdayım. telefon rehberimde 2400 den fazla sap kayıtlı lan benim. whatsapp listesi 8650 kişi olan insan benim. cumalarda bayramlarda telefonu spam sms lerle horon tepen benim. şimdi ben istemez miyim miniminnacık romantik bir hayat. isterim tabi lan, evim lavanta koksun, yatağımı saat 06:00 da toplamak zorunda olmadığım bir evim olsun, aynı odada, öbür odada başka erkek irilerinin yaşamadığı bir evim olsun isterim. isterim çünkü bunun yoksunluğu ve özlemi ile yaşadım.

    --neden özgür bir hayat istiyorum? nedeni belli değil mi? aklım erdikten sonraki 12 yıl boyunca babamın “alim olsun da arkamızdan bi fatiha okuyanımız olsun” anlayışı çerçevesinde yıllarca baskı altında “alim olmak amacıyla” gece gündüz dersin başından kaldırılmadan, eve veya çarşıya izne göderilmeden, sabahları ellerinde sopa ile bağıra çağıra bizleri –güya- uyandırmaya gelen şerefsiz belletmenlerce kaldırılarak uyandığım günler, aylar ve yıllar geçirdim. hakkım değil mi sizce de özgür bir hayat istemem? evden çıkarken annem “nereye oğlum eğer market tarafına gidiyorsan iki de ekmek al kepekli” diyor ya, ben nereye oğlum kısmını duyduğum anda neden 800 tane yalanı kafamda canlandırıyorum da sonradan ekmek kısmını duyunca yalanları yedek listesine geri atıyorum. çünkü böyle büyüdük abi biz. şahsen ben her istediğim anda hasta olabilirim. gerçekten tek bir fiziki müdahalde bulunmadan ateşimi çıkarabilir, bademciklerimi şişirebilir, iğne-serum yiyecek hale gelebilirim. nereyi hatırlattı size bu sahneler? hapishaneyi hatırlatsın. revire gidebilmek için kimyasal yutup hasta olan mahkumları hatırlatsın. şimdi ben özgür bir hayat istiyorum. neyi istediğimi biliyorum. çünkü yokluğunu gördüm. neden istediğimi biliyorum. çünkü bana yıllarca dayatılmış bir hayat tarzından kaçıyorum.

    --neden güzeller güzeli bir kız çocuğum olsun istiyorum? çünkü evlat diye sevilip bağırlara basılan kız çocukları gördüm. kendi ailemi bırak, sülalemde yok lan öyle bir profil. bizde çocuklar sert yetiştirilir. çocuk, -erkek kız farketmez- ağlamaz, gülmez, büyüklerin lafına karışmaz, saygısızlık etmez, tabağını bitirir, denileni yapar, “denilenden başka hiç bir şey yapmaz”. ben ise tüm bunları geride bırakacak bir çocuk istiyorum. seveyim, kıymet vereyim, nasıl düşünmesi gerektiğini öğrenmede yardımcı olayım, ona kitaplar vereyim, ona şiirler okutayım, geceleri o uyuyana kadar yakınında durayım, bir nevi kendime bağımlı edeyim onu. neden? çünkü ben yıllarca “babam, hocam, belletmenim, kat görevlim, yatakhane başkanım” odadan çıksın gitsin diye yorganın altında bekledim. kimseye dert anlatmadım. anne babamın neler yaşadığını hiç bilmedim. hiç bir zaman dünyalarına ortak olamadım. ama çocuğum başka bir hayat yaşasın istiyorum lan. sevilsin, sevildiğini hissetsin, yüzü gülsün istiyorum.

    --neden kaliteli bir hayat istiyorum? nedenini artık açıklamaya gerek yok sanırım. özgür olmak istiyorum ben abicim, kendi planladığım şeyleri yaşamak, üzüleceksem bile kendi tercihlerime üzülmek istiyorum. bundan dolayı da kafamda mükemmel bir sevgili hayal ediyorum. onunla evlenip tüm dertlerden bir anda kurtuluyorum, kırmızı vosvosumu güneşe doğru sürüyorum bir akşam üzeri.

    ama aslında bir yarayı kapatmak için o kızla evleniyorum farkettiniz mi. sevgili olurken de aynı şeyleri yapıyoruz. bir yarayı sarmak için sevgili oluyoruz. mesela ben neden bu kadar çok sevdim nazlı yarimi? benden zorla ayırdıkları yarimi? çünkü ondan 9 yıl önce de bir kıza vurulmuştum. tam 7 yıl kıza tek kelime, tek bakış bile olsun açılamamıştım. ve o 7 yıllık platonik sevgilimi defnetmiştim elim bir trafik kazasının ardından. yaramı sarmak için sevdim bu kadar.

    yaramızı sarmak için hayaller kuruyoruz. yaralarımızı saracak geleceklere sazan gibi atlıyoruz. sağlıklı değiliz hiç. ne istiyorsak, neye rağbet ediyorsak aslında bir şeylerden kaçıyoruz.

    peki evlilik ile alakalı olanları diğerlerinden ayıran nedir? karşımızdaki insana bunu ödetiyor evlilik. hayallerde neleri bekledikse karşımızdaki insandan onları yapmamasını öngörüyoruz. bu da bir yığın külfet onlara.

    sevgiliniz size bağırdı mı? a aaa. ne kadar büyük bir sorun. nasıl yapar bunu. yalancı durumuna mı düştünüz onun karşısında? hemen onu ezerek kapatmalısınız arayı. çünkü sizin kendi hayatınız var. oluşturduğunuz, sizi kendiniz yapan bir karakter var. nah var nah. hepsi kendi sapkın geçmişimizin eserleri. kendimiz diye bir şey yok. tecrübe denen şeyi siksinler. hepsi fason iç geçirmelerden ibaret.

    neye kızdım neye içlendim bilmiyorum ama haklıyım muhtemelen. hayatta bir şeyleri yanlış yapıyoruz. ama bulacam bir gün o yanlışın ne olduğunu. yaza yaza, okuya okuya, düşüne düşüne bulacam.

    son olarak, karar vermeden önce düşünmek başlığında düşünce sistemleri ile alakalı yazdığı yazısı ile kafamın içinde ampul gondiklenmesi yaşatan “justitia” nickli yazara teşekkür ederim. selametle.

    eğlenceniz daim,
    sevgiliniz kuduruk olsun.

    /seriatin kestigi parmak/
    .
    .
    .

    7700.
    34 ...
  12. sözlük erkeklerine mesaj atmaya korkmak

    1.
  13. Vallahi billahi başımda olan Hadise.

    Ulan arkadaş böyle bi dejenere hareketi yok ya. Nasıl bu hale geldik lan biz. Bi erkek itiraf yazmış mesela, Okuyorum, içime dokunuyor veya gülüyorum, mesajla bişeyler yazmak istiyorum, tam mesaj atacam bişeyler söyleyecem, kafada ampuller yanmaya başlıyor.

    Kimisi kız zannedip yavşıyor. Ilk evvela bu yibinalara bi giydireyim.

    Yau arkadaş nedir bu olay. Şu sözlükte neredeyse her entrysinde erkek olduğumu bas bas bağıran biriyim lan ben. Profil fotoğrafımı bi tane Baykuş koydum, kaç zamandır kaldırıp kendi fotoğrafımı koymayı düşünüyorum. Ama sonra başka bir ampul yanıyor, ulan diyorum genç dimağlar zarar görmesin. Kendilerine gereksiz bi özgüven gelmesin. Demesinler ki bu tipini ziptiğim bile burada yazıyorsa ben buranın anasını gondiklerim... Yemin ediyorum kendi resmime baktıkça dine sarılıyorum.

    Koymuyorum bu yüzden fotoğrafımı. Siz beni 187 boyunda, kaslı, yakışıklı, zeki, görmüş geçirmiş birisi olarak hayal edin. Yazılara bakarak da okuyun gülün ağlayın sövün sayın anam hariç.

    Biliyorum abi ben çünkü resim koyarsam başıma geleceği. Sizin önyargılarınızı aşamayacam. Sen ne konuşuyon lan ahir zaman alameti deyip okumayacanız beni.

    Iyi de ben böyle güzel güzel düşüncelerle oraya fotoğraf koymayınca da başka türlü oluyor iş. Ibneliğine mi yapıyonuz, yoksa gerçekten kız mi zannediyonuz artık aklım hafsalam o kadarına idrak basmıyor.

    Işin garip tarafı, böyle muamele görünce kendim de Tribe giriyorum. Bi erkeğe mecburiyetten mesaj çekeceğim zaman ayyh deyip saçlarımı kulak arkasına atıyorum. Klavyeye basan parmaklarım gözüme çarpıyor, "manikür pedikür" şart oldu elceğizime diye düşünüyor halde buluyorum kendimi.

    Tabi bu halden kurtulmam kolay oluyor geri, telefonun ekranından yansıyan suretimi görünce cinsimi cibilliyetimi ...... hatırlıyorum. Geçiyor gidiyor.

    Ulan yazıya ne diye başladım bilmiyorum ama zıçtırtmayın lan muamelenize. Yiterin gayli. Erkeğim ben. Şahitlerim var.

    Edit: bir kardeşimiz "sanki adam sikiyollar burda" Demiş.

    yau arkadaş bu sözlükte insanlar afedersiniz pipilerinin resmini çekip vurdular masaya. ben o günden beridir rüzgarda eteği uçuşmasın diye ellerini perdeleyen kız tedirginliğinde tıklıyorum linklere. sen neden bahsediyorsun acaba.
    49 ...
  14. naif temiz yürekli ve masum kalabilmek

    1.
  15. Bu aralar taktım galiba bu Masumiyet, temiz yüreklilik, naiflik olayına. Uzunca bir yazı olacak galiba. Küfür yok, polemik yok, kavga yok, gürültü yok bu yazıda...

    Benim bi tane ali berber im vardı küçükken ben. Ona giderdik babamla. Babamla adamın muhabbeti iyiydi. Konuyu ben hiç anlamazdım ama babam konuşuyor diye dikkatlice dinler, sonra yine hiç bir şey anlamazdım. Bu ali berber yaşlıca bi amcaydı. Sonradan vefat etti allah rahmet eylesin.

    Bu ali berber in yüzünde bi "et beni" vardı. Küçükken ben o "et beni"ni sadece kötü insanlarda oluyor sanırdım. Zamanında mahallemizde iki tane cinayet işlenmişti. Birisi deli Hayrettin in annesinin kafasını balta ile kesmesi idi. Kanlıdere tarafına asla gidemedim çocukken bu yüzden.

    Diğer cinayet ise okulun aşağısındaki sarı bi evin adamının öldürülmesi idi. 3 4 arkadaş içmiş, sonra tartışmışlar. Birisi çekip vurmuş bu adamı. Oğlu bizim iki sınıf büyüğümüz hasan abiydi. Şimdi o hasan abi Ostim de -reklamlar- atiker sıralı Sistem ustası olmuş. Evvelsi gün gördüm kendisini.

    Ben bu bizim ali berberi hep kötü bir insan olarak bildim. Yüzünde ben vardı lan. O da kesin anasını babasını falan kesmişti. Hep o gözle baktım o adama.

    Yine mahallemizde Sivaslı bi fatma vardı. Benim ilk okulda sıra arkadaşımdı. Bunun abisi vardı bir de: ömer... Kendini bir kız için yakmıştı. Ama ölmemişti. Sonradan bu ömer abi sazcı oldu. Tavernalarda falan çalıyor şimdi rüzgarlı da... mahlası da yanık ömer. (Şakaysa hiç komik değil gerçekse çok komik derler ya, al sana metaforun babası. Ironi yok adamda valla.)

    Sonra mehmet diye bi cocuk vardı. Benden bir yaş büyüktü. Mahallenin camisinde ezan falan okurdu. Dindar maskotu buydu mahallenin. Dörtyol mevkiinde araba çarptı öldü. Allah rahmet eylesin.

    Sonra yine bi tane fatih vardı. Annesi ölmüştü. Annesi annemle cumaları yasin tebareke falan okurdu. Bizim eve gelirdi kadın. Kansermiş. Vefat ettiğinde fatih 7 ye gidiyordu. Allah rahmet eylesin. Sonra Fatih babasını da kaybetti 19 20 yaşlarında.

    Bu kadar boktan detayı neden verdim, oraya bağlayalım meseleyi. ipsiz sapsız bir mahallede büyüdüm. Bu yazdıklarım da hep ben oradayken yaşanan şeylerdi. Zaten güvercin çalma, taklacı kaçırma, kanat çekme muhabbetleri yüzünden iki güne bir kanlı bıçaklı kavga kesin çıkardı.

    Açıklama yapmam gerekir (çünkü konuyla biraz ilgisi var)

    *güvercin çalma: kümesten paçalı kuş çalma eylemi.

    *taklacı kaçırma: çalınacak kuş sahibi tarafından uçurulurken değerli taklacı kuşun ilgisini çekecek başka bir kuş havaya salınır. Taklacı bi yere çekilip "ağlanır". Sonra satılır.

    *kanat Çekme: en pis detay bunda belki. Kuşçular bilir, paçalı kuşların kanadında -hatırladığım kadarıyla- 17 tüy olur. 17 tüyü olan bir paçalı kuşun kaçması muhtemeldir. Bundan dolayı sahibi kendi kuşunun alttan 3 4 kanadını koparır ki kuş fazla uçamasın kaçmaya kalksa bile... Bu zulmün ne olduğunu,  o "göde" nin gözlerini nasıl fıldır fıldır acıdan döndürdüğünü görmeden bilemezsiniz bence.

    Kavgaya sebebiyet verecek kanat çekme olayı ise biraz değişiktir. Sevilmeyen kuşçu nun kuşunu başka bir kuşla bir yere çekerler. Sonra yakalayıp 4 5 kanadını çekerler. Zaten 3 4 kanadını en baştan kaybetmiş bir kuş, 4 5 kanat daha kaybedince hiç uçamaz hale gelir. Çalınsa bulunur belki ama kanadı çekilen kuş bulunsa bile bi işe yaramaz. Kanat çekeni bulmak da zordur. Acayip feci kavgalar çıkar bu yüzden. Ben elinde bildiğimiz "balta" ile 2 3 saat mahalle mahalle kanat çekeni arayan kuşçu bilirim. Öldürmek için arıyordu elbette...

    Yine başka bir çocukluk garabeti olarak "kaçak kömürcüler" aklımda hafızamda yer etmiştir. Ankara da eskiden belko kömür ve bi de kaçak kömür vardı. Belko belediyenin işletmesiydi. Kaçak kömürle de belediye feci mücadele ederdi. Belko belediyenin olduğu için tabiki...

    Zabıtalar ara sokaklarda bu kaçak kömür kamyonlarını kovalardı. Kaçakçılar ölümüne kaçarlardı Zabıtadan. Mesela biz mahallede oynarken birden aşağı dönemeçten kaçak kömür kamyonu beliriverirdi. Kendimizi yolun kıyısına zor atardık. Bir keresinde abime çarpmıştı mesela o kamyonlardan birisi.

    Velhasıl, kötü bir semtte büyüdüm. Insanların belki de %90 ının eninde sonunda "siteler"de keresteci olacağı bir yerde büyüdüm diyim, siz Anlayın ana noktasını olayın...

    Naiflik diyecektim değil mi. Evet Naiflik. Küçük ve masum bir dünyaya sahip olmak. Temiz yürekli olmak. Iyilik yapmayı ekstra Bir şey olarak değil de fıtrat olarak kazanmış birisi olmak. Evet bunların hepsi bizim mahallemizde vardı lan.

    Herkes birbirini bilirdi. Mahalleye yeni taşınan birisi 500 metre ötedeki evden bile muhakkak bi "hoşgeldiniz" ziyareti alırdı. Insanlar radyolarının sesini son ayara verip tüm mahalleye oyun havası dinletirdi de kimse de "yha çk ses yapiyosuoonn" tribine girmezdi. En fazla: "recep emmi çekti yine kafayı" derdi annem mutfağın penceresinden kafayı uzatıp. Annemin muhatabı ise karşı balkonda elişi ören yosma teyze, göt kadar yere fasulye ekip, sonra da biz basıp ezmeyelim diye elinde sopayla bahçe başı bekleyen Aysel teyze, deli ali amca'ya varan dul gülüzar teyze olurdu. Gecenin 11 inde halen altlı üstlü çapraz kur ile dedikodu döner, bazen hakır hukur bir kadın kahkahası gelirdi.

    Hep böyle miydi peki? Hayır tabiki. bazen de melike nin annesini babası döverdi. Taksiciydi adam. Semiha yengeyi haftada bir döverdi genelde. O zaman da annem falan dahil tüm mahalle kadınları onun evinde toplanır, moral verirlerdi. Bazen mahallenin teyzeleri ip atlardı akşam üzeri mahallede. Sonra hepsi "herife yimek itmek" için apar topar koştururlardı evlerine "ay gıız giç kaldık bugün giç" diye Hayıflanarak...

    Veli toplantısına mahalleden sadece bir iki kadın girer, tüm bebelerin durumunu öğrenir gelirdi. Biz o mahallenin çocukları olarak aslında tüm evlerin çocuğuyduk bi nevi. Her ev bizimdi. Ben çok hatırlıyorum sıkıştığım zaman en yakındaki evin tuvaletine girebildiğim günleri.

    Anneme komşudan un, mayalamalık yoğurt, oklava, elişi modeli, pakmaya, kahve, deterjan veya kuru tarhana falan getirdiğim günleri çok net hatırlıyorum. Hatta bazen annemin gönderdiği evde istediği malzeme olmaz, kafama göre başka bi evden gider isterdim ne ise annemin o anda eline lazım olan şey.

    Bunlar çok güzel şeylerdi. Yine mesela binni teyze'nin evinin çatısı, 99 depreminde evin içine inmişti de mahallenin adamları ve gençleri toplanıp halletmişlerdi o işi bi akşam. Sokak lambalarının altında şimdiki gibi serseri bebeler değil, koca koca adamlar otururdu. Karanlık yerlerde iş yapılmazdı pek.

    Yine mesela bir kadın hasta olduğu zaman annemin ben okuldan gelince benden o hasta kadının evine bir tencere yemek yolladığı günleri çok iyi hatırlıyorum. Bunları şimdi yapan aile grupları iyice azaldı. Ya bir iki aile birbirine bunu yapıyordur ya da o bile yoktur koskoca binalarda. Yapanlar da gıpta edilerek anlatılır değil mi yani. Halbuki eskiden bu mutat bir şeydi bizim nesil için.

    Babam aşağı mahallede bi adama "başımızın gözümüzün sadakasını" gönderirdi abimle birlikte benden. Beraber giderdik, evinin kapısının altından gazeteye sarılı parayı atar kaçardık. Çelik kapılar da yoktu lan o zamanlar.

    Hatta bi keresinde adam para koyduğumuzu görsün diye camına taş atıp kaçmak geldi abimle birlikte aklımıza. Cama abim bi koydu taşı, cam indi aşağı. Adamı sadakamızla fakirleştirmiştik o gün.

    Diyeceğim o dur ki, Komşuluk iyiydi yani. Insanlar birbirini tanıyor,  biliyor, hissediyordu.

    Şimdi insanlar birbirine tepki bile vermiyor. Kavga dahi etmiyorlar. Birçoğumuzun komşusu ile olan münasebeti:

    *duvardan yan komşunun karı koca kavgasını dinlemekten,

    *"bizim binanın önüne karşı esnafın müşterisi niye parkediyo amınahoyim" den,

    *"2 numarada oturan ibne çöpü geç çıkarıyo" dan,

    ibaret sanırım.

    Insanlar artık arabaları ile, plakaları ile veya bina içindeki yeri ile tanınır oldu. "Kırmızı Honda nın sahibi", "camekan balkonlu yerde oturan adam" veya "saat 7 de işten dönen sarışın savaş baltası" gibi komşu tanımları var artık. isimler pek bilinmiyor.

    Mesela benim eskiden devamlı yaptığım bi şey vardı. Şimdi onu yap da alnının ortasından çattadanak öpeyim, hemen o mahalleye taşınayım: bizim, hacı bakkalda veresiye hesabımız vardı. Ben ise karşı manav bozması dükkanın "keçi boynuzu" ve "kırık leblebisine" hastaydım. Manavdan istediğimi alır, gider hacı bakkala yazdırırdım. Şimdi yap yapabilirsen bunu mesela.

    Yazının başında bahsettiğim üzere, bizim mahalle muhtemelen şimdi şu devirde hiç bir aile babasının gelip oturmak istemeyeceği bir muhit olarak tanımlanabilir. Ama o vahşi sanılan, gerçekten zaman zaman vahşet de barındıran mahallede bizler, ben, abim, kız kardeşim yetişti. Bir çok kişi yetişti ama en yakın örnek onları görüyorum. Yakinen tanıdığım insanlar olarak onları örnek verebiliyorum.

    Bu dediğim üç kişi, onca pislik şeylerin yaşandığı, imkanları kısıtlı, fakir ve varoş mahalle bebesi olma özelliğine sahip olduğu halde, -ki bir çok toplumsal araştırmada diyorlar ki çevre koşulları, birey gelişimi için çoğönemlidir zart zurt-  şu anda kalbi iyilik dolu bir insan olabiliyorken,

    *her şeyin çiçek böcek gösterildiği çocuk dizileri ile büyütülmüş,

    *kıyas yapılacak olursa daha eğitimli aileler tarafından yetiştirilmiş,

    *kıyasen daha erken yaşlarda daha üstün eğitim seviyesine ulaşmış bireyler olarak hayata atılmış,

    *kötü örnek olabilir diyerek sigaranın, silahın, silahın patlama efektinin, içki sahnelerinin, küfürlü sahnelerin sansürlendiği bir yayın akışına tabi tutulan,

    *muhtemelen refah seviyesinin daha yüksek olduğu bir ekonomik dönemde yetişmiş,

    *anne babasından asla şiddet görmemiş, aklı erdiği günden itibaren anne babasının ağzına sıçan bir çocukluk dönemini yaşamış, ebeveyninden bu müsamahayı görmüş,

    *öğretmenlerinin daha bilgili, daha yetenekli, sınıfların daha ideal sayılarda öğrenci barındırdığı, öğretmen tarafından öğrenciye şiddet uygulanması ihtimalinin dahi olmadığı -ki gerçekten zamanında öğretmenlerimden yediğim zopanın haddi hesabı yoktur- bir eğitim sistemine tabi tutulmuş,

    Çocukların içlerinde kötülük barındıran insanlar olarak karşımıza çıktığını görmek insanı değişik düşüncelere sürüklüyor aslında.

    Duyarsız, saygısız, beceriksiz, -görece- vicdansız ve boş beleş bir jenerasyon şu anda sokaklarda, okullarda, parklarda, internet mecralarında ve her yerde...

    aslında gerçekten bir an evvel sormamız gerekiyor: neden, ne zaman ve nasıl böyle içi boş bir hale geldik. Biz bu kadar dolu iken, nasıl oldu da, "ergen kekolar" deyip boş beleş insanlar olmakla eleştirdiğimiz insanların ortaya çıktığı bir dünyayı onlara bıraktık?

    Ben bilmiyorum abi. Bilemiyorum. Artık bişey hissedemiyorum. Zemin çok Kaygan geliyor bana artık. Sanki bu günden sonra hiç birşey yerli yerinde olamayacakmış gibi geliyor. Umudumu ve dahası, bu yeni jenerasyon içindeki kendime olan özgüvenimi kaybediyorum. Onlarla birlikte yaşamaya korkuyorum belki de. Evet evet, onlardan birisinin kapı komşum, iş arkadaşım, veli toplantısında muhatap olduğum öğretmen veya bindiğim otobüste karşılaştığım bireyler olmasından korkuyorum. Istemiyorum onları hayatımda.

    Yazıyı buraya kadar okuyan her bir okura çok çok teşekkür ediyorum. Selametle kalın.

    Eğlenceniz daim,
    sevgiliniz kuduruk olsun.

    /seriatin kestigi parmak/
    .
    .
    .

    11920.
    39 ...
  16. talihsizlikleri fırsata çevirme içgüdüsü

    1.
  17. geçen sene doğu gezisine çıktık abimle.
    aylardan temmuz. ortalık savaş alanı gibi. buğudan yolu göremiyoruz, o derece yani. hele doğu memleketlerinde sıcak, daha bi ebesiken hal alıyor.

    neyse gezdik birkaç şehri, bize dediler ki bitlis e de uğrayın. biz de uğrayak bari dedik. Zaten abimin bir arkadaşı da var orada. şehre girmemize 10 km falan kala bir yerde durup üstümüzü değiştirdik. eşyalar bagajda tabi. ben de o zamanlar ekşideki hesapta estiriyorum, gözüm her daim telefonda. üstümü değiştirirken bile telefona bakıyorum. Bagajın kenarına yasladım telefonu, bir yandan gömlek falan giyiyorum.
    nasıl olduysa ben telefonu orda unuttum amk. daha doğrusu unutmuşum.
    üst değiştirme faslı bitti, ben fotoğraf makinesini falan aldım, bagajın kapağını kapattım. fakat o da ne. kapanmıyor. kaldırıp bi daha vurdum, yok. son kez bi daha denedim, yine olmadı. o sırada abim geldi. “dur amk tek elinle ne bok yemeye uğraşıyon bagajla” deyip iki eliyle gömdü kapağı. yok amk. kapanmıyor. lan dedik bi' şey sıkışmış olmasın. kapağı bi kaldırdık ki benim tel orda garip garip bakıyor.
    ananıskyiim diye elime aldım telefonu, telefon baya eğilmiş haa. yani 180 derece yatay olması gereken telefon, olmuş sana 175 derece. baktım bi' şey yok haspada. biraz ekranın kıyısı kararmış, ondan gayri sapasağlam.
    ta bu olaydan anlamalıydım ağa ben cenabetliği.
    neyse girdik bitlise, oturduk bi lokantaya, büryan söyledik, bekliyoruz. o sırada iki yan masamız hariç her taraf boş. zaten dükkan da g.t kadar bi' şey. o masada da iki tane kız oturuyor. onlar da şehrin yabancısı belli. ulan birini gözüme kestirdim. bakışıyoruz falan. ayaküstü büryan bokuna manita yapcam yani.
    espri falan yapınca gülüyoruz, ben bunu kesiyorum, duyduğu zaman bazen o da gülüyor.

    beni bi ergenlik aldı o an. dedim şu telefon hikayesini burada kullanırım ben. çünkü ne demiştik, talihsizlikler aslında birer fırsat olabilirdi.

    çıkardım teli, anlatıyorum bir yandan, şöyle oldu da böyle oldu da derken abimin arkadaşı yok yaaau falan deyince uzattım teli buna. tam uzatırken elimden bi kay sen, git cuppadanak sürahinin içine düş. bi baktım telefonun içinden kabarcıklar falan çıkıyor, telefon birazdan oksijensizlikten gidecek. ya allah deyi kolumu sıvadım, elimi soktum sürahiye. soktum lakin sürahinin ağzı dar, elim girmiyor. baya bi cebelleştim ama pes etmiyor götveren.

    o sırada bende ampul yandı amk. amkduğumun ampulü. akla gel, sürahiyi havaya doğru sallayacam, telefon sudan daha ağır olduğu için merkezkaç ile daha çok yol alacak ve sürahiden fırlayacak. ben de havada yakalayıp öpüp koklayacam, sonra kırmızı vosvosu güneşe doğru sürecem falan.

    tabi yapmadım bunu. naptım, abilerim buyrun su için dedim, bardakları doldurdum. yan masadakiler de gülüyor. boş durmayın yau, siz de için dedim, onların bardakları da doldurdum. bildiğin telefon aromalı su ikram ettim lan kestiğim kıza. sevdiğim için bunu bile yaparım ben. deli seviyorum işte. naparsın.

    kodumun garsonu sürahiyi tam doldurmuş. ulan millet mars a çıktı, biz daha sürahiden su içiyoruz. hazır su götürmemiş oraya hükümet. bi de artistlik yapıyor hizmet gitti diye. neyse.

    sürahi yarı oldu ama benim telefonun da beti benzi atmış, çatlıyor, yırtınıyor yokuşu çıkmak için, hey sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin, rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur. burulur ama işte telefon gümleyecek az kaldı.

    koştum dükkanın önüne, suyu faşst diye serptim. faşist diye serpmek isterdim ama sürahide diksiyon sıfır amk. “garsun bize pohmir” diyip duruyor itne.

    telefonuma, cancağızıma, biricik ekşi hesabıma koştum. paçalarından bitlis akan telefonumu bastım bağrıma. kuruladım, elbiselerini değiştirdim. bakmadım ama çıplak haline. girdim lokantaya, telefonu binbir zorlukla açtım. açma kapama tuşu bozuk ibnenin. açıldı ki eneee!! mesaj gelmiş. telefona bak amk. boğulurken bile aveayla fingirdeşmiş. te allam yareppim diyerekten gülümsedim. çarpık, sapsarı ve eksik dişlerimin ortaya çıkmasından korkup geri ciddileştim. Çünküm halen aklımda yan masadaki müstakbel manita vardı.

    hemen oturdum masaya, abi dedim, benim numarayı bi arayın tam çalışıyor mu bi bakalım dedim. abim arayacaktı ki elini tuttum, anladı davayı. misafiri olduğumuz abiye, kızlar da duysun diye bağıra bağıra telefon numaramı verdim. (telefon numaramı verdim diye niye belirtiyorsam sanki amk, sosyal güvenlik numaramı mı verecektim sanki. peh. boş ve gereksiz bir adamım vesselam)

    abi aradı, çaldı telefon.

    o akşam yola tekrar çıktık, dönerken arabayı ben kullanıyordum. daha bitlis i çıkmadan mesaj geldi. abime göz ettim, açtı telefonu, büryancıdaki kız mesaj atmış:

    "telefonun nasıl oldu, iyi mi, bi halini hatrını sorayım dedim, ihihi"

    abim: ulan pezevenk bitliste yarım saatte kız yaptın lan diye gülerek haykırdı. o gazla bi de omzuma sağlam bi yumruk vurdu.

    ben de bi anda direksiyon hâkimiyetini kaybettim. sekiz takla attık. yeşilçam duyarlılığımdan dolayı, kaza sonrası kör oldum. ameliyatla geri tamir ettirdim gözlerimi. gözlerim açılınca da beni tedavi eden doktora aşık oldum. şimdi mutluyuz necmiyle.

    herşey o kadar üst üste geldi ki, ekşi hesabımı bitlis belediyesine bağışladım. buraya gelip taytsiz götveren diye nik aldım, krallar gibi karşılandım. niye öyle oldu ben de anlamadım. sonra o nikten vazgeçtim.

    artık bir ibne olduğumu kabullenmeliydim, içimi olduğu gibi dökebileceğim bir nik almalıydım. hemen koşup oytun diye nik aldım. ondan da vazgeçtim. tamam ibneydim, ama o kadar da götüm başım ayrı oynamıyordu.

    ulan o değil de bitliste beş minare diye geldik, götü boklu bitlise bak sen, sarışına aşık etti, göbekli kele vardım. neyse. vardır bi hayır. bu yazıyı da kocam necmi'nin teyzesinin kızının bi arkadaşının hesabından yazdım. çok iyi bi çocuk kendisi. necmi de ben de çok hoşlaşıyoruz.
    18 ...
  18. aşk adı altında yapılan sikimsonik hareketler

    1.
  19. kankalık, arkadaşlık belli bir dozu aşınca artık saygı kurallarına gerek kalmaz, o zaten birbirini sevmeyen, tanımayan insanların arasında anlaşmazlık çıkmasın diye vardır bence.(yaptığım saygısızlıklara kılıf tamam, geçelim konuya) Zaten imam gazzali de bu noktaya değinmiş. “muhabbet kokusunun estiği bağda fetvaya mahal kalmaz” demiş. Şimdi mesela benim üç beş tane samimi arkadaşım var. Bu adamların her şeylerine hakimim. Mesela bunlardan birisi baya bi romantik. Geçen dükkanda duruyorum, bi baktım, bi tane kırmızı bir kutu. Ama kumaştan böyle, hani olur ya hediye için tasarlanmış kadife kumaş kaplamalı ahşap kutular. Onlardan var. Anlamazdan geldim ilk başta. Uygun bir zaman kolladım. Arkadaş toptancıya gidince de vira bismillah deyip yumuldum kutuya. Bi açtım ki böyle fon kartonundan bir rulo, kurdeleyle bağlı falan. Aha dedim otman, yedin babayı. Yakaladım senin kirli çıkıları.

    Açtım ki ne göreyim, şimdi olayı betim etmek(fiil deniyorum lan) gerekirse:
    Kırmızı bi fon kartonu düşünün, bu karton zemin. Onun üstüne böyle değişik renklerde kalp şeklinde falan birsürü notlar iliştirilmiş:
    “kocacım”
    “sen benim her şeyimsin”
    “Sensiz ben yaşayamam ki”
    “başımı yastığa koyduğum her an, düğün gecemizin hayalini kuruyorum”(ıyyk ben o yastığı apış arama alıyordum.)
    “bunu birlikte okuyacağız: seni seviyorum” (zekaya gel amk. Adamlar bildiğin tırtıl çıktı lan.)

    Şimdi ben şok oldum tabi. Nasıl olmayayım ki? Bizim bebeyi yıllardır tanırım. Bi yazımda da bahsetmiştim, kitap falan yazdı diye, hah işte o çocuk. Şimdi çocuğa bakıyorum, dokuz yıldır içtiğimiz el ele mideye gidiyor, sıçtığımız kol kola aski ye gidiyor. Bebede böyle bi siktiriboktan eser ilk defa gördüm. Ulan dedim o kadar yazınsal yeteneğin var, kıza yaza yaza bunu mu yazdın, bi de pano falan yapmış, sanki duvara asacak, kreş terk ibne falan diye söylenirken gözüme “kocacım” ibaresi takıldı. Eneee. Jeton o zaman dingg etti. Meğer kız bizim bebeye yazmış bunları. Çok zeki hissettim kendimi. Hani kocacım yazmış ya, ordan ulaştım gerçeklere. Hayır kızı da en aşağı dört yıldır falan tanıyorum. Dışarıdan gayet de insan gibi görünüyordu. Bilsem bu teraneyi, osmanı bundan ayırmak için osmana götümü verip video ya alır, cd yi de kıza postalardım. O derece fedakar da biriyimdir. Öhöm. Sırf bebeyi ondan kurtarmak için valla. Merhaba ben pembe şkp. Peheh.

    Sonra tabi beni bi efkar sardı. insanlığın akıbetini neyim düşündüm...

    Gittim bi çiğköfte aldım, nar ekşisi sıktırmadım. 80 gram çiğköfte, üç dört yaprak aysberg doğrattım, limon gezdirttim üstüne, sardırıp bide şalgam aldım yanına, bi dikişte içtim şalgamı, sonra ğğğğaaaarrrkk diye bi geğirdim. Yok lan bu o değildi. Dur.( Şalgam bana yasak zaten, mide varıl gürül bu ara.)
    Gittim oturdum 50. Yıl parkına, elimde çayım da vardı zaten.(çiğköfte falan yok haa) Düşündüm amk. Bizim bebe salak falan değil, zeki birisi. Kız biraz salak ama olsun. Sorun değil, aşk onların üstünü kapatır. Kapatır da böyle aşk mı olur amk.

    Ulan kocaman insanlarsınız ikinizde. Birinin yaşı 26, diğerinin yaşı 24. Daha neyin panosunu oluşturuyorsun ki. Gerzek itneler.

    Ben zaten buna şaşırıyorum. Bu bizim kız milletinde var bi bokluk. (şimdi doğruya doğru ey kız cemaat, kızmayın öyle de dinleyin.) arkadaş dediğim, kardeş dediğim adamlar külhanbeyi takılıyor yıllarca. Erkekliğin kitabını yazanlar var ha aralarında. Hepsi gayet edepli, seviyeli, birikimli, özgür düşünceli insanlar. Sonra bunlar hatun yapıyor, halen sorun yok, güzel güzel takılıyorlar kafalarınca, buraya kadar her şey ideal geliyor, bi yerden sonra zottiriğe bağlıyorlar.

    Niye? Noluyor?
    El cevap: Evlilik muhabbeti giriyor devri devranımıza. Bu dakikadan sonra durum tam bir epic fail videosu. Basitlikten kanalizasyonlarda sürünüyor artık zeka pırıltıları. Size ibretlik birkaç örnek verip hepinizi kızlardan nefret ettirecem. Artık birbirimizi sikecez, göte para vermeyecez.

    Örnek verdiğim olaylarda yalanım varsa aha şu içi kahve dolu kupa götüme girsin, çıkması nasip olmasın(zaten şekeri fazla olmuş içemiyorum, bari bi işe yarasın)
    *olaya gel olaya:
    arkadaş araba kullanırken mesaj geldi, oku bakalım neymiş dedi, okudum, kızdan geliyor.
    bana dedi ki şöyle şöyle cevap yaz, ben de adam gibi yazdım yolladım. Cevap geldi “bricik sahibim, nye boş mesj atıyosn. Aramz ktü mü. Neye kzdıysan özr dlerim”
    noluyo lan dedim, hani ben mesajlaşan biri değilim ya, bebeye de ulan bi mesajı atamadı götveren dedirtmemek adına, tuttum bi daha gönderdim aynı mesajı. Dakkasında çaldı telefon. Dur bi dakaaa. pause ***

    Aklıma ne takıldı bak. Kızın tavrı gördün değil mi. Diyor ki neye kızdın, aramız kötü mü? Neye kızdıysan özür dilerim.

    Çok çirkef çok. Ne hata yaptıysam falan demiyor ha, neye kızdıysan diyor. Ulan kadınlar var ya sübjektifliği kanırtıyorlar resmen. Kız lafı öyle bir söylüyor ki, kendinde hiçbir hata yok, olsa olsa erkek kendi kafasınca kızmıştır yine bir şeylere. Ha kızımız da anlayışlı ve idare eden taraf oluyor bu arada. Özür diliyor ve eline tonla kozu alıyor. Artık ilişkiye emek veren de o olur, idare eden, katlanan da o olur.

    Rec<< // play >***

    Kız anında aradı. Noluyo lan dedim bebeye, ne yazdın sen lan dedi, ben de sen ne dediysen yazdım, kız boş geldi deyince ben de tekrar attım, olm valla küfür falan etmedim lan diye kendimi savunuyordum ki bebe açıkladı olayı: hitap çiçekli böcekli olmayınca boş sayıyormuş bunlar. Aklınızın sapını sikeyim emi both of you, except yenge. Steel mirror. Subject locked.
    Bu ne menem bişeydir abicim ablacım balon joje cim ya?
    O kelimeleri diyebileceğimiz birini aramıyor muyuz bir ömür boyunca? E bu kadar basitleştirmek niyedir ya? Daha başka neyimiz var ki oradan ileri? Bir kişiyi bitanen yaptıktan sonraki hedefin nedir ki? Basit bişey değil ki o. Yok çünkü bunun ötesi. Bir ömrünü adadığın kişiyle artık anlamlarını yitirmeye mahkum kelimelerle mi konuşacaksın. Ne zaman yoğun şekilde hissedersen o zaman kur bu tarz cümleleri. Neyse amaaan siktiret be. Ben mi düzeltecem bu kadar boka batmış ilişkileri. Baştan samimi olacaksın abi. Kendin olacaksın. Tabi önce sen bi kendin olacaksın. Sırf birine özendiği için, sırf ayrıldığı sevgilisini unutmak için, hatta ve hatta, sırf eski sevgilisi başka biriyle çıkıyor diye altta kalmamak için sevgili edinenlerin ortamı artık buralar. Ben ne diyorum ki amk. Lan ben, ayrıldığı bebe başka bi kız yapmadan önce ben yapmalıyım ki ona muhtaç olmadığımı, onun gibilere kalmadığımı ispat etmeliyim kafasını yaşayarak sevgili arayan kızlar gördüm. Lar eki fazla. Bi tane gördüm o ayarda bi kevaşeyi.
    Neydi mesele? Mesaj atarken aşkım balım denilmezse boş saylanan mesajlardı. Annadık değil mi burayı. Şimdi soru çözmeden diğer üniteye geçiyorum. Siz evde çözer gelirsiniz, yarın bakarız cevaplara.

    * şimdi sırada, alemi ervahın kalantor sikiklerinden başka bir arkadaşımın, ne çeşit olduğunu halen anlayamadığım kız arkadaşının yediği bok var. buna da arabada şahit oldum.

    Çocuk telefonunu arabada bırakıp bi eşya almaya gitti. Mesaj sesi geldi, bi dakka falan geçti, tekrar mesaj geldi. Yarım dakka sonra tekrar. Sonra iyice zıvanadan çıktı. Devamlı gelmeye başladı mesaj. Kız bildiğin mesajla orkestra kurdu amk. Ben de içimden kuruyorum, diyorum kız kudurdu heralde, aha şimdiki mesajda bebeyi soydu, aha pantolon da indi, aha kendi bluzunu da attı, kopça kemer derken sırtı duvara dayadı dedim… flapp… bizim eleman geldi, yani arabaya geldi. O sırada telefon horon tepiyor yan kolçakta.
    Çocuk telefonu açtı, mesajlara bakıyor, ben de o sırada ufaktan daşşak sarıyorum bebeye.
    -olm senin kız olmuş lan artık
    *ne diyon lan ipnetor, ne olması
    - olm iki dakka gittin, kızdan kıvılcım çıktı lan resmen. istersen seni kızın işyerine bırakıyım ben?
    *yok olm bi tane mesaj var
    -siktir lan pezevenk
    *aha, al bak.
    Harbiden de haklı bebe. Kız mal deyneği amk. Oğlan cevabı geciktirirse cevap gelene kadar aynı mesajı atıyormuş. Kafasını siktiğim. Bunda except flan yok. Bu yenge hakediyor.
    *ilk gecemizde hiçbirşey yapmayalım, yatağımızın üstüne oturup eski resimlerimize bakalım, sonra da ne hissettiğimizi yazıp birbirimize verelim.(gel gel, sikmediğin üst damağım kaldı, orayı da sik).
    23 ...
  20. hayatı bir iş olarak algılamak

    1.
  21. Ben aktif olarak çalışan, ve de çalışmayı seven birisiyim. Çalışarak kendimi medite ederim, sıkıntılarımdan kurtulur, arınırım. ama japonistanlı salaklarda olduğu gibi emperyalizmin gönüllü kölesi değilim tabi ki. Bizim iktisatçı bi bebe anlatmıştı, her sabah, el ele tutuşup, daha güzel çalışmak ve firmayı daha ilerilere taşımak için and içiyorlarmış. O gün için rekor hedefler koyuyorlarmış kendilerine. Mal deyneği olmak böyle bişey herhalde.

    Bırakalım mal deyneğini tokmağını da dediğime odaklanalım, ben çalışarak motive ve medite oluyorum arkadaş. Hani derler ya sevdiğin işi yapacaksın diye, bende o biraz değişik şekilde var. Benim, sevdiğim işi yapmama gerek yok, yaptığım işi severim zaten ben.

    Mesela arapça mı öğretecem, o işiseverim. Kendimi bir öğretmen olarak hazırlarım hayata. Sabah öğretmen gibi kalkar, tv yi öğretmen gibi izlerim. Moda kolay girerim yani. Adaptasyon sıkıntısı yaşadığım bir zaman ve mekan olmadı şimdiye kadar.

    işin sırrı herşeyi “iş” olarak görmekte. Mesela size bir örnek: (bunu size Adriana lima bile söylemez. Gerçi Adriana bizden kimseye hiçbirşey söylemez ama olsun, maksat onu da cümle içinde kullanarak efektif dadluluk oluşturmak. Aklınıza bi an o karı (karı?, peheh) gelsin yeter. Tabi bu kıyak erkeklere oldu, kızlarımız da bu zaman dilimi içinde justin tumberlake i düşünsünler. Ergen kızlarımız her zaman olduğu gibi neydi o malın adı: justin bieber ı, ergen oğlancıklarımız ise otuzbir malzemesi olarak ajdar ı düşünsünler amk. Peheh. Ulan benim bu daldan dala atlamalarım başıma bi iş açacak birgün ama neyse.

    Dönelim konumuza, mesela kıza mı açılacaksınız, heyecandan g.tünüzden oksijen alıp kulaklarınızdan fosfat olarak mı veriyorsunuz,
    iş görüşmesinde, beş tane kel antropoz ibnenin sizinle taşak kebabı yapması sizde baskı mı oluşturuyor,

    Haluk bilginer in karşısında g.tünüzün başınızın özerklik ilan edip Avrupa birliği uyum sürecine zarar verdiği o kritik anlarda 1 milyonluk ödülü cukkalamak mı istiyorsunuz!

    Fırsat ayağınıza kadar geldi. Yapacağınız iş şu: olaya bir iş gözüyle bakacaksınız. Rahatlığı hissedeceksiniz.

    Kendinize bazı kelimeler kodlayın.

    Mesela benim korktuğum şeylerden birisi, bir işi tam yapamamaktır. Ben bunu “oo tastamam olmuş” diyerek yenerim. “tastamam” kelimesini tekrar ederim. Bu bir nevi kapalı devre psikolojik destek olur size.

    Siz de aynısını yapın, mesela kıza açılma mevzusunda: o “böyle” sevecek beni deyin, (“böyle” derken nah işareti falan yapmadım lan yanlış anlamayın)
    Mülakatta, benden iyisi şamda kayısı amk un pezevengi deyin. Küfür etmek önemli, çünkü zaten bir ömür o adama söveceksin. Alsa da söveceksin almasa da. En iyisi peşinen söv ki rahat rahat işi alasın.
    Kim milyoner olmak ister de ise: yedirmezler olum diyeceksiniz. Böylece moraliniz bozulacak ve kazanamayacaksınız. Müstehak size amk. Onu da kazanmayıverin. Nolcek sankim.

    Bu “herşeyi iş olarak görme hedesini (ulan bu "hede" kelimesini ben kullanınca bile irrite edici oluyor, icat edeni emile zola s.ksin) hayatta da deneyin. Herşeye iş gözüyle bakın. Rahat olun biraz. Ama iş olarak bakın derken hayatın tadını çıkarmayın demiyorum. Tadını her zerresine, iliğine kemiğine kadar çıkarın. işinizi benimseyin. işiniz yaşamak, ve siz ne kadar eğlenceli çalışırsanız o kadar güzel geçecek bu hayat. Eau de toilette!!! (anlamını boşverin, çok güzel bişey, bende kalsın o da.)
    13 ...
  22. şehit olan burak kardeşimin adına ve anısına

    1.
  23. bunu okuyun dostlar.
    Eminim bittiğinde bişeyler daha değişik olacak.
    Nolur benim içimdeki kanı siz de görün.
    O pıhtı pıhtı olmuş kanı...

    Ben yıllarca yurtlarda kaldım. Dört cemaat gezdim.
    Bu anlatacağım olay, 9 sene yurtlarında kaldığım cemaatteyken oldu.

    Okulların açıldığı hafta perşembe günüydü.
    Okul kitaplarının bedava dağıtıldığı ilk senelerden biriydi.
    Benim lise bitmiş, medrese tarzı eğitim almaya başlamıştım. Yurttan hiç çıkmıyor, gecelere kadar ders işliyorduk.
    Hep içerideydik yani. E öyle olunca yurttaki sorumluluklar da bize veriliyordu.
    Ben temizlik başkanıydım. Sabah saat yedide kat başkanlarından yaptırdıkları temizliği teslim alırdım.
    Yemekhane başkanı, yatakhaneler başkanı ve temizlik başkanı olarak biz, talebe başkanına karşı sorumluyduk.
    tabi bu işlerin hepsi aslında hocaların ilgilenmesi gereken konulardı. Bizler sadece yardımcı oluyorduk.
    Ama hocalar işi tamamiyle bize yıkmışlardı. Kendileri hiç bakmazlardı. Hatta çağırıp ne oldu diye sormazlardı bile.
    Gerçi bizim de işimize gelirdi ama bu olay herşeyin rengini değiştirdi.

    Dedim ya, Okulun ilk haftasıydı ve okula giden öğrencilerden bazıları, kitaplarını yeni almışlar(perşembe, yani 4. Gün), akşam da sınıflarda onları kaplıyorlardı.

    Burak yeni gelmişti yurda...
    Amcaoğlu kerim ise eski talebelerdendi. Zaten de onun vesilesiyle gelmiş burak.

    Bunlar da kitap kaplıyorlar o akşam. Yat saati geliyor, ama bunların işi bitmemiş.
    Yatakhane başkanı yataklarda yoklama alıyor, bakıyor bunlar ve başka 5-10 bebe henüz yatmamış.
    Neyse gidiyor bunların yanına, hadi yatın diyor. Bunlarda abi şimdi yatarız az kaldı diyorlar.
    Başkan da yatın çabuk deyip gidiyor.

    Bu iki amcaoğlu işlerine devam ediyorlar.
    Eski olan şerbetli olduğu için diğerini ayartıyor,
    diyor ki sen burda dur ben çay alıp geleyim, nasıl olsa başkanlar yattı.

    Burak da turşu hastası...
    Diyor ki ben gündüz kilerde turşu gördüm. Sen çayı alıp gel, ben de turşu alayım, yer yatarız sonra...

    Macera işte...
    Ben de defalarca yaptım.
    O turşuyu önüme koysalar yemem ama işte çalınca tatlı geliyor.

    Kerim çayları alıp geliyor, bakıyor burak yok, başkan bunu yakaladı heralde deyip çayların ikisini de içiyor.
    Sonra da yatıyor.

    Sabah namazına kalktık, yoklamayı talebe başkanı alır. Aldı aldı. Herkes var, burak yok.
    Birini yolladı, gidin bakın yatağın altına falan mı saklanmış namaza gelmemek için diye.
    Gitti çocuk, sonra geri geldi, başkanı yanına dışarı çağırdı.
    Farkettim ki bişeyler ters. Gittim yanlarına.
    Burak yatağında yokmuş ve yatak da bozulmamış.
    Yorgan Katlı, nevresim jilet duruyormuş.
    Hemen aramaya başladık. Terasta yatmış olabilir diye oralara baktık.
    O sırada namaza falan başlandı, ben yemekhane başkanıyla beraber geziyorum yurdu.
    Her tarafa baktık, yok.
    Sıra aşağı yemekhane tarafına geldi.

    Indik aşağı, yemekhanenin kapısına baktık açık.
    Dedim olm sen niye kitlemedin burayı? (yemekhane başkanı ya)
    O dedi patlatmış yine ibneler kapıyı...
    ışıkları yaka yaka aşağıya mutfağa kadar indik.

    Şimdi burada hikayeyi pause edip bi bilgi vereyim:
    Yurt aslında yandaki eski yurdun ek binası ve bu olay da o yeni binada geçiyor.
    Bina yeni olduğu için birçok eksiği var. Yemekler eski binada pişirilip getiriliyor, ısıtılıp veriliyor.
    Mutfak -3. Katta. Yemekhane ise zemin katta. Yemekler yük asansörü ile çıkarılacak ama "henüz asansör yapılmamış" "asansör boşluğunun önüne de bi engelleyici bariyer koyulmamış" yani dört katlık bir asansör boşluğu var orda.
    Yemekler elle çıkarılıyor idareten.

    Mutfağa indik, tam önümüzde, merdivenlerin bittiği yerde bi karaltı...
    Kapkara bişey.
    Korktuk tabi.
    Korka korka lambaları yaktık.

    Bizim acemi burak, gece yemekhaneye iniyor sessizce. Ordan mutfağa inip kilerden turşu alacak. Işıkları yakamıyor çünkü karşı yurttaki nöbetçi hoca görürse yakalanırlar dayak yerler. Bi de acemi talebeler çok korkutulur eski talebeler tarafından. Ne mallık halbuki. Burak el yordamıyla yemekhaneden mutfağa inilecek tarafa gidiyor. Ortam karanlık bu 1, ortalık zaten yerli yerinde değil, yurt yeni bu 2, burak da yurdun yapısını hiç bilmiyor bu da 3...

    Merdivenler sağa doğru. Burak adımını sola doğru atıyor ve asansör boşluğuna denk geliyor. Sağ ayağını atmış önce. Hızlıymış, çünkü boşluğun karşı duvarına çarpmış iki metre falan aşağıda... Sürtünerek aşağı kadar gitmiş... çakılmış sağ omzunun ve kafasının üstüne... Allahım sen bizi koru...

    Ölmemiş ama. Sağ omuz kırılmış, arkaya dönmüş. Boyun kırılmış, omurilik birbirine geçmiş, sağ bacak kırık, yüzün sol tarafı duvara sürtünerek açılmış, kanlar kaplamış. Yük asansörü olduğu için aşağı doğru fazla boşluk yok. Yere sıfır bitiyor boşluk. Sürünerek araya kadar çıkabilmiş. Sağlam olan tek koluyla sürünmüş oraya kadar da. Birbuçuk saate yakın can çekişip oracıkta can vermiş o çocuk. Tam birbuçuk saat... Dile kolay. Kimse yok. Karanlık, yerin üç kat dibi. Sesini duyacak kimse yok. Umutsuz, acılar içinde ve canıyla cebelleşen bir çocuk...

    Mutfağa indik, tam önümüzde, merdivenlerin bittiği yerde bi karaltı...
    Kapkara bişey.
    Korktuk tabi.
    Korka korka lambaları yaktık.
    Florasan pırpır ederken gördüm dehşeti...

    Benim boktan bi özelliğim, korkunç şeylerden falan pek etkilenmem ve korkulacak bi durum cereyan ettiği zaman da aşırı derecede soğukkanlı olurum.
    Ama başkan şoka girdi o an. Ben koştum burağın yanına, baktım buz gibi olmuş.
    Başkana dedim koş nöbetçi hocayla talebe başkanını çağır...
    dedim ama başkan Yerinden kalkamıyor. Çömelmiş kalmış orta yerde. Bakıp duruyor çocuğa.
    Ben gitsem o burda kafayı yer. Kendi gidemiyor zaten.
    Gittim aşçı odasından battaniye aldım bir tane. Çocuğun üstüne örttüm.
    Başkanı salladım bi iki, kendine geldi. Onu da yolladım.
    Kaldım çocukla bir başıma.
    O an Bana öyle bir hal geldi ki anlatamam.
    Yüreğim sığmıyor içime.
    Ağlamaya başladım.
    Ama yüreğim çıkacak hıçkırmaktan.
    Oturdum kaldım oraya öyle.
    Sarsıla sarsıla ağlıyorum.

    Baya bi sonra geldi iki üç hocayla başkan.
    Toparlandım.
    Çocuğu battaniyeye sarıp kucakladık iki kişi.
    Arabaya koyup hastaneye götürdüler.

    Iki gün içinde yedi sekiz kere ifade verdik.
    Toplamda Beş kere hakim karşısına çıktık.
    Olanları anlattık.

    Benim içim hala yanar aklıma geldikçe.
    1. Her başkan bir hocaya bağlıdır. Yemekhaneden sorumlu hoca neden o kapıyı takip etmedi?
    2. Yatakhaneden sorumlu hoca yatakları neden kontrol etmedi?
    3. Yurt idaresi o boşluğun önüne neden bir barikat çakmadı?

    Çocuğun ailesi ilk başta şikayetçi olmadı.
    Olay bi şekilde kapandı gitti.

    Benim aklımda hep şunlar kaldı burak kardeşime dair...
    Dağ gibi Babasının, içinden halen kanlar sızan tabutu taşırken ettiği şu sözler:

    Oğluuumm!!!...
    Fidanııımmm!!!...
    Ben seni yaban ellere şehit ol diye mi yolladım oğluuummm!!!..
    Ben seni kuran öğren diye yolladım yavruuummm!!!.....

    Evet o çocuk babasının gözünde şehit...
    Peki buna Sebep olanlar ne alemde?
    Yattıkları zaman, oğullarına baktıkları zaman acaba akıllarına geliyor mu burak?
    Bakıyor mu yaralı yüzüyle onlara?
    Cennette turşu var mı sahi?

    .
    .
    .
    15 ...
  24. hazır vişnesuyu hakkında bilinmesi gerekenler

    1.
  25. Özet geç piç, veya Okumadım durumum yoktu
    Diyenlere sesleniyorum: olm feci mokoko var lan... Eva Mendes ile geçen çılgın gecemizi anlatacam. Her ne kadar Eva: "aramısda qalsın bu qecemis, bni mhvettin s.s." dese de ben sizi aydınlatmak adına anlatacam. Bence okuyun.

    Gelelim vişne konusuna.
    Işin içinden birisi olarak anlatacağım. Duyum olarak size gelen bazı bilgileri birinci ağızdan teyit edeyim. Istediğiniz bilgiyi araştırın, sonuç olarak dediğime gelirsiniz.

    Içtiğiniz vişne sularının hangi marka olursa olsun, temiz olma ihtimali %0 dır. Bu kadar iddialı konuşuyorum. Size bu işin nasıl yapıldığını anlatayım, kendiniz karar verin.

    Mart ayında vişne ağaçlarını budarız. Bizim köy bu işin ustasıdır. Diğer köyler bizden adam çağırırlar budama işi için. Vişnede para kazanmak isteyen, budama işine ehemmiyet vermelidir.

    Vişneler nisan ayında çiçek açarlar. Biz bu ayda traktörlerin arkasına holder dediğimiz aleti takar, meyveyi güçlendiren hormon neyse onu olması gerekenden fazlaca sıkarız. Ilacın adını bilmiyorum çünkü tüm köy aynı adamdan alıyoruz, adam vakti gelince kamyonuyla-kamyon diyorum bak- köye geliyor, ilacın ne işe yaradığını ve ne zaman sıkılması gerektiğini söylüyor, biz de alıp onun dediğinden daha fazlasını ağaca sıkıyoruz. Niye fazla sıkıyoruz? çünkü bizim memleket soğuk biryer. Ağaç çiçeği dökerse köylü s.ki tutar. Onun için işi garantiye almak lazım. Gelecek para gayet büyük çünkü.

    Haziran ayı geldiği zaman dallar kızarmaya başlar. Hormoncu abi tekrar gelir.-tabi o sizin tabirinizle tarımcı- bu kez vişnenin sulu olması için bir ilaç getirmiştir. Bunu da holderlerle dayarız ağaca. Bize göre önemli olan, vişnenin ağırlığıdır. Bu da sulu olmasından geçer.

    Bu günlerde vişnesuyu fabrikaları, köyde kantar açarlar, köyden anlaştıkları biriyle beraber köylüden mal alırlar. Seçtikleri adam ne kadar çevresi geniş biri olursa o kadar çok mal alır. Çevresi geniş olan adam da o fabrikadan daha çok komisyon alır. Her iki taraf da yolunu bulur. Bu aracı, fiyatı yüksek tutmaya çalışır. Çünkü kendi köylüsünün malı para etsin ister. Köyün huyunu bilen köklü fabrikalar genelde geç gelirler. Çünkü köylü ilk gelenlere vişne vermez. Vişne para edene kadar dalında bırakıp sonradan piyasaya sürerler. Ilk gelenler acemidir, fiyatı aşağıdan açalım, sonra yukarı çekeriz diye düşünürler ancak on-onbeş gün boyunca babaları aldıktan sonra çeker giderler.

    Gelgelelim işin asıl önemli kısmına. Vişnenin iyisi pazara gönderilir. Kötüsü vişnesuyu fabrikasına. Fabrikaya gidene şurupluk denir bizde. En boktan mal ona verilir. Diyeceksiniz ki nasıl ayırıyorsunuz ikisini.

    Çok basit: vişneyi silkeleriz, iyi olanlar dalında kalır, onlar pazara daha yüksek fiyattan sürülür. Aldığınız vişneler bunlar işte. kötü kuru ve kurtlu olanlar dökülür. Biz de onları yerden toplar kasaya doldururuz. Şuruba veririz. Onların temiz olmasını beklemek iyimserlik değil aptallıktır. Yere düşen vişne kanar, çamur olur. Biz de onu çamurlu falan demeden alır, kasaya koyarız. Içimiz rahat, ve biz helal kazanıyoruz çünkü alan bizden alırken öyle olduğunu görüyor ve kabul ediyor ve daha acısı, siz de bunu bilerek fabrikadan alıyorsunuz. Devlet de siksen gelip kalite kontrolü yapmaz. Olan size olur amk.

    Bugün meyve suları ile ilgili bi başlık açıldı, orada üç beş andaval yazmış: yok "tadına önem verin", yok "olsa nolacak", yok "kötüye bişey olmaz"... Olm ergensiniz lan. O kadar kimyasal senin elbisene değse onu bile s.ker atar. Sen onu içiyorsun, çocuğuna içiriyorsun. Daha çürüğünü, kurdunu, çamurunu saymıyorum bak.

    Kolanın formülünü bilmiyorlarmış. Hamuğa koyyim siz önce dizinizin dibindeki vişnesuyunun formülünü öğrenin de kola ya öyle sıra gelsin.

    Biz bu işi yapıyoruz çünkü sağlam para var. Alın size kısa bi hesap:

    Bizim 450 den fazla ağaç var.
    Her ağaç ortalama 8 kasa şurupluk verir. -Biz pazar işiyle uğraşmayız, hepsini şuruba verir geçeriz-
    Her kasa ortalama en az 25 kilo gelir.
    Şurupluğun kilosu ortalama düz hesap 2 lira olsa:
    450*8*25*2: 180.000

    Bunun 60 milyarı tarla kirasına-herkesin bizim gibi bahçesi yok, işi yapamayanlardan mevsim başında bahçe kiralar işten anlayan köylüler.-, mazota, ırgat ücretine, gübreye gitse, safi 120.000 lira cebe kalır. Aylık 10.000 lira da çoğunuzun rüyasını süsler. Ağzınız sulandı demi fakir piçler.

    Korkmayın lan parayı bize koklatmıyor dede piçi. Gidip cami yaptırıyor, diğer amcalarıma tarla daire alıyor.

    Buradan dedemle arayı bozan babama sesleniyorum:
    aklının sapına sokayım. Senin gururunun bokuna biz de para almıyoz dedem denen yavşaktan. Severim ama ben dedemi. Lakabı cin imam. Cinini siktimin...

    /seriatin kestigi parmak

    Edit1:
    Vişne ile zeytini kıyas etmek yanlıştır. Bi kere bu işi bizim gibi yapanlar, normal yemelik vişne veren fidan almazlar. Gider, çok ve sulu meyve veren geniyle oynanmış fidan alırlar. Bunun nektar oranı çok yüksektir. Ama o ağacın bakımından budama ve sulamasından anlamak gerekir. Yani 8 kasa ortalama sayılır. Ben 30 kasa vişne veren ağaç gördüm. Adres: ankara-çubuk yolu, munzur çiftliği.

    Bazen kıçı kırık şurupluk vişne, pazar malından daha pahalı olur. Pazarda siz onu almazsınız, çünkü aşırı derecede ekşidir. Bu arada ekşi sözlükteki bağzı üst düzey elemanların da ta amk.

    Neyse yav iyi oldu. Bilgi içerikli entry böyle olmalı bence, hem hiçbiryerde yazmayan ham bilgi olmalı, hem halk dilinde anlatılmalı, hemi de bilgiyi verene anında ulaşıp kafaya takılan şeyler sorulabilmeli.

    Tekrar
    /seriatin kestigi parmak

    edit2:
    benden size tavsiye,
    -herşeyi mevsiminde yeyin,
    -meyve sebze aldığınız adam tanıdık olsun.
    -hoşaf yapmayı tercih edin. hem besin değeri yüksek, hem de meyveyi seçme şansınız var.

    meyve sebzeleri ne olursa olsun, alınca bir gün suda bekletin.

    vişne, üzüm, elma, domates ve benzeri meyve sebzeleri yiyeceğiniz güne yakın ıslayın. baştan suda bekletip sonra dolaba atayım demeyin. Birçok meyve sebze, ıslanırsa kararır, beklemez fazla. bozulur gider.

    gübre-kimyasal değmemiş ürün yoktur. o bahçe sıkmasa yan bahçe sıkıyor. o kimyasallar çok etkili. rüzgar taşıyor, ki o da size yeter zehir olarak. mesela ağ kurdu falan olmaz ağaçta. o arsız hayvanı bile kaçırıyor ilaçlar. yani siz suda kesin bekletin. Saygılar, sevgiler.

    Eğlenceniz daim, sevgiliniz kuduruk olsun.

    Tekrar tekrar
    /seriatin kestigi parmak.
    96 ...
  26. başta güzelken eşek şakasına dönüşen hafif şakalar

    1.
  27. ibretlik olan örneklerinden birini arkadaşa uyguladığım şakalardır.

    yurtta kaldığımız dönemdi.
    lisenin son yılı, biz de öss ye hazırlanmaktaydık. adem diye bir arkadaş var. kendisi biraz saf yavşak bir çocuktu. çok şaka yapardı ama pek karşılık veremezdik. yaşı benden iki yaş falan da büyüktü.

    yaşının büyük olması sebebiyle de askerlik durumu falan ortaya çıkmıştı. gitmedi tabi. bu rada arkadaş ağrı-patnos ludur. şivesi zaten adamı saatlerce güldürür.
    birgün akşam yemeğini yedik, yedinci kattaki dersliğe geçerken merdivenlerin camından aşağıya baktım.
    iki tane jandarma land ı arka arkaya durmuş, bi tane er de arabanın yanında dikiliyor, karşıdaki pideciden pide bekliyorlar.

    hemen koştum bizim arkadaşları örgütledim.
    koştuk ademi cama çağırdık. biri de ordan diyor:

    -adem olm aşağı nizamiyeden seni sordular bi inecekmişsin.
    +vallah mı lan
    -olm noldu lan git bak belki para mara gelmiştir bubandan

    o sırada diğer arkadaş aşağıdan koşarak gelir:

    -adem nerde adem. bebe siki tuttu beyler adamlar bunu arıyo. ade... olm sen yarraa yedin lan saklan da bari geç bulsunlar.
    +aeytıuygdıugkvha nabaceyim lan ben çatıya kaçıyom ben
    -olm adamın bakacağı ilk yer çatı, yemekhane, arka kazan dairesi falan olur. sen sağlam biyere gir. gittikleri zaman biz sana haber ederiz.

    abi çocuk feci tırstı. bunu tuttuk biz banyoya kilitledik, sonra o sırada gözümüze havalandırma boşluğu çarptı. bunu çıkardık ordan,
    havalandırma boşluğunun ucuna koyduk. önü boşluk tam (7)+(4 de aşağı doğru): 11 kat mesafe.
    bastığı yer de bir adımlık bir çıkıntı bu boşluğa doğru.
    biz bunu oraya kilitledik, sonra antreye geçtik gelene geçene anlatıp götümüzü ayıra ayıra gülüyoruz.

    o kadar gürültüye hoca geldi tabi.
    geçin lan derse, size tenefüs yaramıyor deyip bizi iki kat alttaki konfrans salonuna indirdi, mektubat dersine soktu.

    hepimizde hınzır bir gülümseme, daha tehlikenin farkında değiliz.
    çocuğun korkudan stresten eli terlemiş. kapının kolundan tutunuyor o boşlukta, bizim de sesler kesilince hepimizi jandarma aldı gitti sanmış. çığlık falan da atamıyor askerler hala ordadır diye... çocuk askerden korkar şekilde yetişmiş.

    beyler lafı uzatmayım, biz dersteyken çocuk tam birbuçuk saat orda ayakta bekledi. koşa koşa gittik ders bitince,

    yüzü bembeyaz olmuş, altına kaçırmış kocaa bebe. açar açmaz bize dalacak diye kaçtık ama bebe oturduğu yerden kalkamadı bile..

    insanlığıma, ergenliğime ve de şansıma sokayım ki hepsi benim başımın altından çıkmıştı.
    özür dilerim adem. ama o zamanlar bunu haketmiştin. bu kadarını olmasa da bu gibi bi şakayı haketmiştin.

    maçta eşofmanlarımızı sıyırmak nedir lan koca adam?
    yemekhanede oturacak adamın sandalyesini çekmek nedir?
    kızgın çay kaşığını kulaklarımızın arkasına basmak nedir?
    tuvalette ben varken ışığı ve suyu kesip piç gibi gülmeler nedir?
    8 ...
  28. yazarların dayak yediği kişiler sıralı tam liste

    1.
  29. bir adet sahip olduğum nadide listedir.

    bugüne kadar çok kişiden dayak yedim. geçenlerde öyle bi konuştuk arkadaşlarla, sonra evde iyice düşündüm, kaç kişiden dayak yediğimi ortaya dökmek istedim.

    burada yazanlar temiz sopa yediklerim. üç beş tekme tokat kafa atmayı dövüşten saymıyorum bile. ağzımın falan kan çanağına dönmesi lazım.

    yaş 0-12 /
    -annem,
    -okul müdürü mecit akar,
    -mahallede eyüp diye bi şişko piç,
    -benden iki yaş büyük emrah diye bi bebe,

    yaş 12-14 /
    -babam(kızkardeşimin kolunu çıkarmıştım oynarken)
    -dayım(dayıoğluyla beraber yedik)
    -yurttaki fevzi hoca(kral adamdır),
    -tekvando daki hocalar ve arkadaşlar (antrenmanlarda falan defalarca-çok diklenirdim)
    -ortaokulda talha diye bi piç ve avaneleri(3 kişi),

    yaş 14-16 / lisedeki ilk iki yılım:
    -yurtta ali hoca(idareci),
    -şuayip hocam,
    -fevzi hocam(yurtta eşofmanla gezmem sebebiyle)
    -ahmet hocam(20 dakika falan sürmüştü),
    -ahmet hocam(tuncay piçiyle gece yurttan kaçtık, parkta yedik dayağı)
    -aşçı bi kere dalmıştı ama ayağı kayıp düştü yemekhanede sonra acısını daha feci aldı,

    yaş 16-18 / lisedeki son iki yılım:
    -mustafa piçi(teketekti ama hiç öyle değildi)
    -muharrem piçi(kulağım kırıldı-bilen bilir bunun acısını)
    -ahmet hoca(pezevenk beni mazlum bulduysa demek ki),
    -dersanede bi kavgada sekiz on kişinin içinde kaldım(burnum kırıldı)
    -okulun voleybol maçında(ikiye iki daldık arkadaşı çektim karnıma sağlam bıçak yedim),
    -onbeş yirmi kişi aklımız sıra endüstri mesleği basmaya gittik kaçamadık amk(bunu ayrı anlatmam lazım, efsane oldum bu dayakla),
    -okullar arası turnuvada kaleciyken arkadan laf atan polatlı meslek bebelerinden(ama bunu beş altı kişi grup halinde yedik),
    -lisenin son günü okulun önündeki serserilerden(burnum yine kırıldı)

    yaş 18-20 / medresedeki ilk iki yılım:
    -zekeriya hocam,
    -servet hocam,
    -hüseyin hocam,
    -halil hocam,
    -babam(çubuk ovasını yakmıştım)
    -takkaç hasan(ikiye iki temiz dayak yedik)

    yaş 20-23 / medresedeki son üç yılım:
    -zekeriya hocam(kafamla ecza dolabını söktü-6 dikiş)
    -servet hoca(en son kafama bi mermer geldiğini gördüm-5 dikiş)
    -halil hocam

    yaş 23-25 / son iki yılım:
    -ankaragücü taraftarı on onbeş piç(çubuklu forma-gençlik parkı)
    -bi kızın amcası ve arkadaşları(4 kişi-15 dk civarı-omurilikte ödem midir nedir ondan oluşmuştu)
    -kırıkkalede bir abimiz(sopayla daldı piç)
    -incek yolunda bi abi(arabayla artislik yaptık, keklikpınarında lambada yetişip dört kişi daldılar),

    .
    .
    .

    evet dostlar, şöyle baktım da kalite gittikçe artmış bende. ancak zirve yaptığım dayak, endüstride kaçamadığımız dayaktır. belediye çukur kazmış, biz iki arkadaş görmedik tabi kaçarken o yusuflukla, sonrası çok hazin, hava kararana kadar dövdüler amk. ıki hafta okula gitmedim, eve gitmedim, yurda gitmedim. okuldakiler ankarada, evdekiler yurtta, yurttakiler de evde sandı, ben teyzemde kaldım. teyzekızı sağlık meslekte okurdu, o baya yardımcı oldu sağolsun. elceğizleri dert görmesin. kedi canını onun.

    not 1: bu kavgalarda en az bir iki kişiyi hacamat etmişimdir ama başlık subjektif pasiflik içerdiği için onları dile getirmedim.


    not 2: deşarj olmak isteyen kardeşlerim varsa adresim ankara hıdırlık. bilen bilir, g.tü yiyen gelir.
    8 ...
  30. ilk defa çay demleyeceklere tavsiyeler

    1.
  31. Çay içmek ve tabiki de demlemek ustalık işidir. Her çayı her adam demleyemez.

    dur sana bi çay demleyim pehlivan. Otur iki dakika da tv den bişeyler izle. Geliyorum çayın suyunu koyup.

    here we go! let the dem begin...

    önce çayın kaliteli olacak. çaykur rize nin 100 gramlık kutuları gayet güzeldir. içinde pek çöpel yoktur. o kutuya, yarısı kadar da kaçak suriye filizi eklersin. ikisini harman eder, cam bir kavanoza koyarsın. kağıt kapta duran çay zamanla koku yapar. malum kış ayları biraz buğulu oluyor hava. Hem çay nemlenirse demi tam çıkmaz. Çürük bi koku gelir insanların burnuna.

    Geçelim demleme kısmına... Önce etraflıca bi besmele çeker, çaydanlıkları falan iyice bi yıkarsın.

    içeceğin kadar demi, demlik kısmına koyar, azıcık soğuk suyla yıkar ve süzersin. sıcak suyla yıkarsan çay berrak olmaz.

    çay dediğin cam gibi olacak. damlası dahi ışıl ışıl ışık saçacak. bi de mesela çayın kalitesi hakkında fikir sahibi olmak isterseniz, bardakta bıraktığı ize, sarılığa bakın. kaliteli ve taze çay bardağı kirletmez.

    çayı ısladıktan sonra demliğin alt kısmını demlik alacak kadar suyla doldur. fazla doldurma. çünkü o suyun tamamını demlemek için kullanacak, ikinci aşamada ise alt kısmı tamamen soğuk suyla doldurmuş olacaksın böylece. niyekine diyenler olursa el cevap dem alttan hemen ısı almaması lazım. acır.

    neyse işte, su kaynayana kadar demliği, ağzını açık bırakarak suyun üstüne koy. su altta ısındıkça demi yumuşatır. ağzı açık olduğu zaman o çiğ çay kokusu gider. daha demlemedik haa karıştırma ortalığı.

    alttaki su kaynayınca demliği-üstte ısladığın vardı ya, hah o işte- ocağın üstüne koy. ateşi son ayara ver. suyu üstten hep aynı noktaya gelecek şekilde dök. ateş harlı olduğu için fokur fokur sevişecek dem o anda. suyu tamamen demliğe veriştirince demliğin ağzını kapat ve soğuk mermer zemine koy, ki güzel çöksün.

    Çayı çöktürmek için ayrıca birkaç dandik yol vardır. Eğer işin acele, misafirin beklenmedik sayıda ise şunlar derdine çare olabilir.
    1-demledikten bi iki dakika sonra demliği, soğuk suyun altına tutarsın. Dışı soğuyan demliğin içindeki çaylar ana bacı kalaylayarak aşağı doğru süzülürler.
    2-küp şeker atmak da bir yöntemdir. Kahvehanelerde içtiğimiz çayların tadının afillikli olmasının sebebi budur. Demi olduğundan koyu çıkartır.
    3-sonuncu yöntem, kaşık vb bir cisimle karıştırmaktır ki en çabuk ve en siktiriboktan olanı da budur. Çayın sövmeye dahi vakti kalmaz, ellerinizle oluşturduğunuz o kainat harikası anaforun içinde çığlık çığlığa demliğin dibini boylarlar.

    Nerede kalmıştık pehlivanlar? Hah tamam. Çayı mermerin üstünde beş dakika kadar beklettikten sonra kaynamak üzere içini su doldurup bıraktığınız ocağın üzerinde olan alt demliğin -adını bilmiyorum ondan dolayı böyle kepaze tanımlamalara girişiyorum- üstüne koyun.

    Isısını kaybetmiş olan dem, alttaki su ile beraber yavaş yavaş yeniden hizaya gelir. Suyunuz kaynadığı zaman çayınız da hazır sayılır.

    Önemli uyarılar:
    1-çay demledikten sonra 15 dakika çaya elleşmeyin. Adam olun lan.
    2-asla ama asla tomurcuk kullanmayın. Bunun yüzünden dünürlüğü yarıda kesip çıkıp giden dostlarım var. kesin ekşici piçler. Alışıklar yarıda çıkmaya.
    3-eğer çayı şekersiz içmeye alışmak isteyen o hazin insanlardansanız-kardeşimsiniz, benim de ağzım keten gibi oluyor- çayın içine karanfilin -buraya çok dikkat- sapından ufacık bir parça demliğe atın. Dikkat edin bak, kafası demedim. Sapından ufak bir parça. Yoksa tüm çayı malamat edersiniz. Tamam güzel kokar ama bir bardak içen, sağol yeğen ziyade olsun deyip içinden ananıza sövebilir. Hatta bana denk gelirseniz bi korum,elinizde tepsiyle kendinizi paşa sinemasında bulursunuz. -evet istiklaldekinde-

    Hadi iyisiniz kızlar. Sizin için de hizmet burada. size servis adabından da birkaç birşeyler öğretiyim de bu kız anasından atasından hiç mi görmemiş demesinler.

    1-bardakların içini sıcak suyla çalkalayıp tamam ya oldu bu demeyin. Dışını da bi sıcak suya tutup kurulayın.
    2-serviste toz şeker kullanın. Küp şeker hem çayı soğutur, hem de karıştırırken daha fazla zaman alır. Çinçinçinçinçikikikikçinnnn tık tık-bardağı karıştırıp çay kaşığını çay tabağına koyma efekti- sesinin muhabbetin anasını bellemesi hiç hoşunuza gitmez sanırım. Hem arkanızdan -hyyy nasıl da oynak gidinin zillisi, bizim oğlanın aklının sapına sokayım, sütyeni yok mu yoksa bunun- gibi lafları duyamazsınız o çıngırtının içinde.
    3-çayları tepsiye dizince bardaklar bir tarafta, şeker ve altlıklar diğer tarafta olsun.
    4-çay kaşıklarının iç yüzü karşıya baksın. Askeri nizam iyidir. Hoş görünür.
    5-çayları verip çekilirken tepsiyi yanınıza indirmeyin. Getirdiğiniz şekilde götürün. Mahalleden sebahat abla değil onlar. Sizin evin misafirleri, ve onlar bu evdeki en iyi karşılamaya layıklar. Ev sizin çünkü.
    6-serviste limon opsiyonunu sakın milletin aklına getirmeyin. Çayın hem tadını, hem de kokusunu piç eder.
    7-bu entryyi bir yere copy-paste edin. Silik milik yerim, ortada yetim gibi kalıp annenizin göz belertmelerine maruz kalmayın.

    ayrıca o haşlama mıdır aşlama mıdır ne boktur, onu bulanı bulan bana getirsin. saygılar.

    parmak kıraathanesi sabaha kadar sizinle. ferdi tayfur ve müslüm baba opsiyonumuz zorunludur.

    edit1:
    aklısıra çay demlemeyi millete öğretecek kardeşlerimizi ortaya çıkarmıştır.

    gelin sizinle biraz da çay tartışalım azizim...

    kaynar su ile demlenmeyen çay köpük yapar ve de çabuk acır. çok kaynar su kullanırsanız evet çay yanar. ama oraya yazan demiş ki: kaynar suyu hep aynı noktaya dökeceksin. bu yanmasını engeller.

    gelgelelim çayın demlenme süresine:

    15 dakikadan fazla demlikte duran çay, kokusunu kaybeder ve ayrıca koyu olur. çay öyle bir ayarda olmalı ki, demli olmasından korkup demi az koymayalım. bardağın yarısı dem, yarısı su olunca cuk otursun.

    e peki hangi suyu kullanalım derseniz, benim tavsiyem, ankara da musluk suyunu kullanın. bazen hazır suların içindeki mineraller falan kaynayınca çok afedersiniz b.k gibi bi tat veriyor.

    onuncu nesil olabilirim ama en kral elemanlara çay verdim ben.

    benim tarif ettiğim çay zengin çayı biraz. fukara adam yumurtanın yanında kolay yutkunmak için bişeyler ister. ona göre çay odur. bana göre ise çay tecrübe işidir. beş metreden, bakmadan, sadece kokusundan çayın ne mal olduğunu anlarım. bi ara karagölde size bi çay zirvesi düzenlerim, bi çay demlerim, parmaklarınızı içersiniz valla. saygılar sevgiler.

    tazeleyim mi efendim?

    edit2:
    çayı semaverde demleyecekseniz de mutlaka ama mutlaka kalın çelik bir çaydanlık kullanın. yoksa çayın demi de fokur fokur kaynar. hiçbirşey anlamazsınız semaverden. zift içer, semaveri begenmedim pek dersiniz.

    alüminyum çaydanlık iyidir. işi çabuk görür. ama ben bizzat kendim bir keresinde zehirlendim çaydan. bu alüminyuma güven olmaz.

    bakır zaten hak getire. çaya şeker atmaya doyamazsınız.

    çelik çaydanlıkta ise hep emziğin lehimi kopar. bunun önüne geçmek için ocağa koyarken suyun emziği aştığına dikkat edin. çelikte çay güzel olur biraz.

    ama en kralı tabiki porselende olandır. yanında kalın bir havlu opsiyonuyla hem soğumayacak, hem de çaya hiçbir müdahalede bulunmayacaktır.

    yeaa şu çayın neyini bu kadar dert ettin. iç gitsin işte yea hayat güzel diyenlere cevap bulamadım. belki yaşları 25 falan olunca dediğimi anlarlar.

    bi de şu ortamda böyle sakin bir konunun tartışılması sizce de muhteşem değil mi.
    7 ...
  32. © 2025 uludağ sözlük