siyaset yaparsın, "hristiyan mısın" diye yaftalar, spordan konuşursun telaffuz edemediği takımı över, ekonomiden bahsedersin "dünyanın en iyi ekonomisine sahibiz" der, izlediği dizileri sorarsın kv der, game of thrones'a bok atar. ha bir de darbeyi püskürttüğünü sanıp magandalık yapar, kodumun akıl almaz çomarı.
"bitmeyen bir şey ne zaman yapacaklar acaba? benimkisi de laf. çok param var nasıl olsa...
zaten bitmeyen bir şey sıkıcıdır. hayat gibi."
elindeki son sigarası "beni artık şu b.k dolu küllüğe bırak" der gibi körünü filizlendiriyordu. nasırlı ellerinin arasında küçük bir ateşin, iki sıska parmağın arasında ezilişiydi bu. sigara zorlukla da olsa küllükle vuslatını sonlandırırken, ağzındaki dumanı hemen bırakmadı. nefessiz, sessiz duruyordu. başına geleceklerden haberi vardı. ve duman ağzından bir sis bulutu oluşturarak boşaldı.
henüz otuzlu yaşlarının başında, son derece bakımsız aynı zamanda titiz bir insandı, ali fuat. bu çelişkinin sebebi geçmiş yaşantısından ibaret oluşuydu. kendisinden başka her şeye önem verirdi. dişleri sapsarı bile olsa, gözlük camlarında "acaba cam var mı" sorusu sorulacak derecede temizdi. bu, onun kendisini sevmeyişinin bir göstergesi olabilirdi. belki de bulunduğu duruma isyan edişinin bir başka anlatım biçimi.
"acaba ne zaman olacak, benim kokumdan ötürü dayanamayıp, kapıyı kırarak beni bulmaları? o ânki hâlim bir sıçandan ibaret olmayacaktır. otopsime bile gerek duymazlar belki. burunlarından içeri kokumu tatmamak için ellerinin nasıl sertleştiğini görür gibiyim. rezil insanlar... hepiniz bencil p.çlersiniz! benim bu halde oluşum sizi hiç alâkadar etmez ve sizin beni aşağılamanız beni hiç ama hiç umurumda olmaz!"
zamanın geçmesi için bu düşüncelerle birkaç saat daha boğuşmaya niyetli gibiydi. adi bir marka olan sigarasının boş paketine elini daldırdı. içerisinde kalan tütünlerin sesini duymak için ağır ağır sağa ve sola doğru sallamaya başladı. seslerin, sessizliği bozması zordu. ve sonra tütünleri saçına dökmeye başladı. "belki burada biter" dedikten sonra yarım bir kahkaha attı.
"aah... şu saçımın altında neler var neler! kimse farkedemiyor. herkesin kör olması lazım. başka açıklanacak bir durumu yok bunun. şu yaşıma kadar o kadar kişiyle muhatap oldum ve o kadar kişi tanıdım; ama hiçbiri beni tanıyamadı. bir tanesi bile! bence işlerine gelmedi. başlarına belâ olacaklarımdan korktular. kıskandılar, evet, kesinlikle kıskandılar. bu, su getirmez, götürmez miydi? ne b.ksa işte. öyle bir gerçek işte! adım gibi eminim."
ağzındaki acı tat, dilini dışarı çıkarmasına neden oldu. tam hizasında bulunan bir ayağı kırık sehpanın üzerindeki boş bardağa baktı.
"senin hep boş tarafına baktım bugüne kadar. çünkü, dolu tarafın bana hiçbir şey vaadetmez. beni ilgilendirmez! ama boş tarafın, o kadar ben kokuyor ki..."
"işte şimdi eşitlendik, benim gibi bomboşsun; bir zamanlar dopdoluyken."
birkaç dakika sonra kapı çaldı. yerinden dâhi kıpırdamadı, bir eli aşağı sarkmış, gözlükleri yüzünden düşmemek için kulağına tutunmuş gibiydi. ve nihayet tahta kapı kırılmıştı. içeri girenlerin burunları sımsıkı tutulmaktan dolayı şimdiden kıpkırmızıydı. ali'nin yanına dâhi kimse gitmedi. gerekeni yaptılar, oysa gerekenler onun hiç ama hiç umurunda değildi bile...
kendisini tek parçasıyla tanıdığım "cellat" adlı şarkıcının ilginç ama keyifli çalışması. "bir defa bile koyamadım" demesi biraz garipsenebilir ama, şarkı güzeldir en nihayetinde.
Tek dileğim benim olman
Sadece kollarımda uyuman
Senden başka kimse olamaz!
Dedim ozaman...
Kabul oldu sonra dualarim.
Oldu yine yersiz hatalarım,
Sonu hüsran oldu yine ben malup olanım!
Neye kırıldıgını anlamadım önce fark ettim sonra cağresizim...
Kalbini açmadin bi kere bana sen böyle olunca ne yapabilirim.
Üzmek istemedim hic bi zaman seni, gözyaşın benim ölüm
Kederim...
Belki hissettiremedim ama sadece seni sevdim YEMiN EDERiM...
Bak al seninim!
O tas yüreğin, sevemedi...
Ama "yeter artik" dersen çeker giderim!
Haramdı demek...
Dudaklarının busesi!
Dilim haykırmasa bile sen, GÖNÜL HECESi...
Dedimki ben o eski ben değilim,
Çok üzdün beni hic düşünmedin!
Bu defa bitti dedin ya,
Yanar ciğerim!
Kölen gibiyim!
Esir ettin kendine...
Bir defa bile koyamadım, kimseyi yerine...
o kadar çok değişik yapıda insan var ki ve o kadar çok farklı farklı ideolojide olan ve bu farklılıklarını o kadar pervasızca, saygısızca, terbiyesizce ve acizce savunan, tartışan kişiler var ki, işte bunlar adamı sinirden hasta edebilirler. ama çaresi basit olmakla beraber, çözümü tiye almamaktır. bâzen de ufaktan gitmektir.
artık günümüzde kimisi için batılılaşmadan uzak düşeceğine, kimisi için yeni jenerasyonun ayak uydurmasının zor olduğuna ve kimisi için ise gelenek değil sadece "kötü bir alışkanlığın, israrla devam edilmesine" sebebiyet verdiğinden bu gibi geleneklerimiz maalesef tarihe karışmıştır. buna en güzel örnek türk toplumuna has, ahlâk içerikli gelenekleridir.
zaman öyledir ki insan keyfi amaçlı meşgalelere yoğunlaşınca akıp gider su misali. ne zaman ki sevilmeyen, istenmeyen bir an oldu mu da geçmek bilmez. aslında zaman yine aynıdır. ama değişen insanın ruh hâlidir.
çoğu duayen, yazar, yorumcu volkan'ı, daum'u, güiza'yı, aziz'i suçlarken unuttukları bir şey var. o da trabzonspor'un fenerbahçe'yi hüsrana iki kez uğratmasıdır. aslında buradaki en önemli faktör trabzon'dur.
tam başlık; yabancı kökenli kelimeleri cümle içerisinde kullanmaya çalışarak düşülen komik durum
onlarca örnek verilebilir bu konuda. dilimize sahip çıkmamız gerekiyor. bize düşen vazife ise bu kelimeleri olabildiğince en aza indirgemektir. yabancı kökenli kelimeleri cümle içerisinde kullanacağım diye tuhaf durumlara düşebiliyoruz. yanlış yazımlar, anlamını tam idrak edemeden kullanımlar bunun en güzel örnekleri. türk dil kurumu'nun imla kılavuzunda yer alan birçok kelime için mümkün olduğunca karşılığı olarak kullanılması gereken kelimeleri belirtmiştir. örneğin dilimize artık pelesenk olmuş üniversite'nin karşılığı evrensite'dir. bu gibi karşılığı olan hemen hemen tüm yabancı kelimelerde bulunmaktadır. tekrar belirtmek isterim ki kullanılacaksa bile en az -düzey-de kullanılmalı ve dilimizi yok olmanın eşiğine getirmemeliyiz.
türkçe'mizi zedeleyeci hiçbir özelliği olmadığı hâlde, ingilizceye yoğunlaşmış kişilerin tabir-i caizse "yuhaladığı" durumlardır. video kelimesi, video diye söylenmesi ne kadar mantıklıysa, vidyo diye yazılıp, okunması da en az o kadar mantıklıdır. bu gibi örnekler tonlarcadır. çünkü dilimiz yabancılaşmanın eşiğine geldiği için yabancı kökenli kelimeyi kullanmak ile yetinmeyip, bir de türkçe hâlini söyleyeni, yazanı görünce alay etmesi o birey için utanılacak bir durum olmalıdır. nitekim bu kelimeler dilimize sonradan getirilmiş, zorla kazandırılmış ve çoğumuzun günlük konuşmlarına bir bir yansımıştır pardon -lanse- edilmiştir. burada önemli olan husus kelimenin nasıl kullanılacağı değildir. nasıl dilden çıkarılacağıdır. örneğin ingilizcede "m" harfi em diye okunmakta. "s" ise "es", "n" harfi ise "en" diyedir. msn kelimesini em-es-en diye okumanın veya mesene diye telaffuz etmenin arasında tek bir fark vardır, bakın yanlışlık demiyorum o da yabancılaşmaktır.
zamandan mı, yoksa yaşadığımız çağdan dolayı mı, ya da ikamet ettiğimiz yerden mi bilinmez ama her zaman olumsuz bir düşüncemiz vardır, birilerine yardım ederken. en basit bir örnek vermek gerekirse; yaşlıca bir teyze, elinde ağır yük. hemen içinde yardım edesin geliyor. ama ön yargı, "dur arkadaş" diyor. belki senin niyetini sadece "iyilik" olarak görmeyecek? belki sen, aslında onun için bir hırsız olabilirsin. ya da (biraz daha abartayım) tacizci.
teyzemizin böyle düşünmesi aslında normaldir. çünkü zamanın eminsizliği, insanların alınlarda olmadığı, yüreklerinde barındığı için şüpheci olacaktır. çoğu zaman da "sağ ol evladım, gerek yok" lafını işitmemiz mümkündür.
çoğumuz biliriz, izin olmadan arama yapılması suçtur. anayasanın "Özel yaşama müdahale oluşturan aramalarda hakim kararı güvencesi aranmalıdır" ibaresini tekrar hatırlamak gerekir. ama bizim cengaverlerimiz sanki bihaberler bu yasadan.
geçenlerde bir gece yarası, evimden sigara almak için dışarı çıktığım vakit, birden yanımda ekip arabasının bitivermesiyle oluşan durum. yanımda belirlemeleriyle, üzerime çullanmaları bir oldu. "yahu hele bir durun, ne oluyoruz" demeden, üzerimde ne var, ne yok arama-tarama yaptılar. hani o heyecanla, suçlu psikolojisine kapılıyorsun ve geriliyorsun. bu da sana biraz dezavantaj sağlıyor.
a: yere ne attın?
b: hiç bi' şey.
a: o yerde ki ney?
b: bi şey atmadım yere.
b: arama izniniz var mı komserim?
arkalardan bir ses;
c: nezarette gösteririz sana.
sonra el feneriyle yere bakınıp, bir şey olmadığını görünce. bir diğeri;
a: bu saatte ne işin var dışarda?
b: sigara almaya çıktım.
a: kimliğin nerede?
b: evde. (haliyle pijamalıyız tabi)
a: tamam, hadi git.
merak ediyorum, acaba "izni" görmek için yineleseydim lafımı, hâlim nice olurdu?
amerikan yapımı filmlerde sıkça rastlanılan kahramanlık hikayelerini anlatır. hâlbuki alakaya musakkadır. paralı askerlerin ne kadar kahraman olduğu, girdiği savaşlardan belli olmaktadır. örneğin ırak... askerliği ciddiye almamaları. her daim masum insanlarla alay etme meyilli bir çok haberini okuduk, gördük. ama şu sözümona kahramanlık filmlerinin ardı arkası kesilmez. filmlerde konusu geçen asker öyle bir kahramandır ki canını, gözünü kırpmadan feda ediyordur. ama işler tam tersidir oysa.
okşatmaz kendini. en önemlisi elletmez orasını burasını. hep kendi istediğini uygular kişiye, bozmaz kendini. sen onunla hareket edersin. o sensiz asırlar boyu sürer. seni tatmin etmez. tatminsizliği durdurabilirsin. ama onu durduramazsın. zamanı okşayamazsın. zaman, gösterir... ama tatmin etmez.