medyaeteğindeki onlarca güdümlü yazıdan sonra, reşat çalışların sözlükte ali biberon takma adıyla yazılar yazdığı sonucuna ulaşmış bünyenin ifrazatıdır. reşat popüler kültürünün ürünü olarak karşımızda heyhat, zat-ı alilerinin muhterem pederleri komünizm çukurlarından, ulusalcılık kanatlarına çıkmış mıdır bilinmemektedir.
Genc parti de ne işi olduğunu anlayamadığım Emin şirin in son parti vaadidir. Eğer Gp de olmasa inanacağım ve sonuna kadar destekleyeceğim vaattir aynı zamanda. Bir çok uzman yakın zamanda ab nin istemdışı çözülmesinden bahsediyor sayın kötüleme mekanizması.
Başlığı dogudan her gün şehit gelirken sanatın yükselmesini bekleyenler olarak açmak istedim, lakin başlık uzun geldi. neyse mesele demokratik ortamımız olan sözlükte de farklı şekillerde dönüp duruyor bunları anketimsi bir havada olmasına rağmen (hayatta hazzetmem) ilk tahlilde şu başlıklarda topladım,
ideolojilerden habersiz olanlar,
atasına küfür etmekte olup bundan aferin bekleyenler,
bilgiden mahrum olmasına rağmen yorum yapma yeteneğine sahip olanlar,
demokrasi, insan hakları diyerek, matah kelimeler ettiğini sananlar,
barışın savaşla kazanıldığı bilmeyenler,
sözlüğün genel-geçer yazar profilidir, kanımca.
Tanzimattan Meşrutiyete Osmanlı Devletinde Reform Hareketleri
17. asırda sahibi olduğu gösterişli gücün son damlalarını da yitirmeye başladığını gören Osmanlı Sarayı imparatorluk yapısını koruyabilmek için bir şeyler yapmak zorundaydı ki bu saray sözcüğü sathında sahip olduğu mahiyet ile Anadolu Osmanlısına sahip çıkmadığı neticesi ile önemlidir;
Tanzimat öncesi değişim hareketleri;
Gülhane hatt-ı hümayununun çıkma noktasında daha çok Avrupa büyüklerinin Osmanlı topraklarını paylaşmak adına yürüttüğü politikalardan bahsedilir, doğrudur fakat; aydınımızın düşüncesinin kabulü için geçmişe küfür ederek yükselme amacından mı ya da akademisyenimizin güdümlü veya işgüzar unutturma amacından mı ortaya çıkmamış, bahsedilmeyen bir durum da dönem padişahlarının artık hem orduya hakim olma gereğini;şiddetle duyması hem de coğrafi keşiflerle birlikte geriye giden iktisadi duruma hakim olmak için yapma arzusunda oldukları ıslahata yönelik çalışmaları;zaten mevcuttur. Unutulmaması gereken nokta ise tanzimat ile 16. yüzyıldaki ıslahatların mahiyetleri açısından ne ifade ettikleridir. Bunu iyi ayırt etmek lazım gelir çünkü askeri ve teknik gelişmeye yönelik ıslahat çalışmaları 1718 Pasarofça antlaşmasına kadar gitmiştir.
Orada yapılan antlaşmayla batının kesin üstünlüğünü gören saray ;askeri ve teknik açıdan geri kaldığını ve buna binaen çalışmalar yapmak zaruretinde olduğunu gördü
-Topçu ve humbaracı ocaklarının Avrupa;dan getirilen subaylarla düzenlenmesi ve 3. Selim döneminde ki Nizam-ı cedit * ordusu ki Osmanlının batı tarzında ki ilk kara ordusu olması dolayısıyla açık örneklerdir.
Tanzimat; Islahat;
Gelelim bu gelişmelere karşılık çalışmalarını 2. Mahmut'un başlatıp Sultan Abdülmecit'e nasip olan, Mustafa Reşit Paşanın hazırlayıcısı olduğu Tanzimat Fermanına** Osmanlı Devletinin son yüzyılındaki asıl belirleyiciliğini; diğer yenilik çalışmalarına karşılık insan haklarına yönelik olması dolayısıyla sosyal devlet düzenine geçişteki belirleyiciliği ile başlangıç noktası olması ve Sultan Abdülmecit'in kendisinden üstün güç olarak yasanın varlığını kabul etmesi ile önem kazanır.
Zira bu ferman, siyasi alanda sened-i ittifaktan sonra devletin siyasi yapısında esaslı bir değişiklik yapma arzusunun ilk belgesidir.** Saray burada içişlerine karışılmasını engellemek ve Fransız ihtilalinin etkilerinden sıyrılabilmek için bu fermana sarıldı. Yazık ki büyük devletler içinde olduğu kabul edilirse o dönemde Fransız ihtilalinin etkilerine maruz kalması açısından bünyesinde bulundurduğu uluslara davranışına bakılarak emperyalist yapısı olmayan Osmanlı şanslıydı. Ancak bu yeniliğe çok güçlenmiş ve daha çok güçlenmek isteyen Slav ırkının büyük devleti Çarlık Rusyasının Panslavist politiğine karşı bir şey yapamadığı için sarılmıştır; Bunun dışında Zat-ı şahanelerinin yetkilerini paylaşmak isteği gibi bir söylem padişahın gücünü Tanrı'dan aldığı Osmanlı yönetim anlayışında gülünç olmaktan öteye gidemez; Bu tarihsel gelişimin ve politiğin nelere ortam hazırladığını anlamak günümüz cumhuriyet Türkiyesinin düşünsel gelişimini değerlendirebilmek içinse ayrıca önemlidir...
Buna göre yine tanzimatla birlikte batıyı öğrenmek ve tatbik etmek için gönderilen Türk öğrenciler yani Avrupanın yetiştirdiği Yeni Osmanlılılar, [Jöntürkler] batıda ki serbestiyi kendi devletlerinde de görmek orada ki hak ve özgürlüklerin kendi ülkelerinde de uygulanmasını istiyorlardı ve bunun için çalıştılarda, oysa saray onları ilk yıllarında galeye almasa da sonradan Paristekiler başta olmak üzere yenileşme çabaları güden herkese karşı kıyasıya mücadeleye girişti ***
Jöntürklerin, adalet, hürriyet, eşitlik gibi Fransız devriminin sloganlarını kullanması, Çarlık Rusyası ve diğer büyük devletlerin çıkarları gereği ortaya koydukları ulusların kendi geleceklerini tayin etmesi; politikası elbette çok uluslu yapısını ümmetçilik adına korumayı amaçlayan Osmanlıyı rahatsız edecekti çünkü bu imparatorluğun sonu demekti.
Saray buna karşılık direnebilmek, büyük devletlerin ellerini kendi yakasından uzaklaştırabilmek için bir hamle daha yaptı ve Islahat Fermanını** ilan etti! Aslında bu ferman da saray Osmanlısının, yaşam şartları gittikçe daha da kötüleşen anadolu halkı için bir şey yapmadığını iddia edenler için bir saldırı oku olabilir. Ve kararları dış baskılar sonucunda ilan olunan bu ferman açıklanan maddelerinin Paris Barış Antlaşmasında yer alması bakımından Avrupanın Osmanlı devletinin içişlerine karıştığının da resmi belgesi olarak tarihte ki yerini almıştır.**** Fransız devriminden Islahat fermanına geçen sürede tahta sahip olan Osmanlı hükümdarlarının bekle-gör anlayışları ve kandırma politikaları artık yetersizdi; Bu dönemden sonra gelen saltanatın en ünlü padişahlarından ikinci Abdülhamit Han ise Osmanlının son kurt hükümdarıdır diyebiliriz. Ya da Yıldız sarayından Selanik teki zorunlu istirahatına kadar uzanan yolda bilinmeyenlerin veya çarpıtılanların bugün adını kızıl sultana çevirdiği padişah yine birilerinin güdümü tarafından böyle yansıtılmışta olabilir.***
Konuyu dağıtmadan Tanzimat ve Islahat fermanları neticesinde toplanınca, saltanatın son yüzyılında ki bu reform denilebilecek yeniliklerden en çok idari yapının etkilendiği görülmektedir. Reformizmi son ana kadar reddeden Osmanlı sarayı yüz elli yıllık buhranın içinden idari yapıda gerçekleştirdiği değişikliklerle kendini kurtarmaya çalışmıştır. Fakat başaramamıştır çünkü yapılan değişikliklerin sadece azınlık haklarına yönelik olması bile bu toparlanamayıştaki sebeplerden biridir. Ki günden güne iktisadi önemini kaybeden anadolu topraklarında tüccar sınıfını oluşturan gayri müslim halk bile bir avuç sermayenin sahibiydi oysa batı sanayi devrimini gerçekleştirebilmek için hammadde peşinde dünyanın dört bir yanında sömürgeleşmeye gidip yeni silahlar, yeni buluşlara imza atıyordu. Buna rağmen Tanzimatta da olmasına rağmen Islahat ta bakıldığı zaman daha net görünen o ki -maddi manevi ayrıcalıkların tamamının gayr-i müslim halka yönelik olduğudur.
Yönetim, Hukuk Ve Eğitim alanında yenilikler;
idari yapının ıslahat Fermanı ile biraz daha ayrıntıya kavuştuğu 17. Yüzyıl Osmanlısının vilayet yönetimi merkeziyetçi esaslara göre düzenlenip yatay bir hiyerarşiye bağlanmış ve idari organlar teşekkül etmiştir. **** Sayın ilber Ortaylıya ek olarak önceleri eyalet denen birimin adı vilayete çevrilmiş idare valilere bırakılmış, liva ve kazada da mülki amirler ve idari organlar tespit edilmiştir. Bunların bile büyük değişimler olduğu Osmanlı da toplumsal yapılanmanın ve ortaya çıkan yeni düşünce akımlarının Avrupa’da eğitim alan Türkleri nasıl etkilediğini meşrutiyetin oluşmasına ortam hazırlayan etkenlerin esaslarından biri hattta en önemlisi olarak karşımıza çıkacak;Fermanı hukuki açıdan değerlendirirsek, Ceza hukuku, idare hukuku ve Ticaret hukuku gibi çeşitli hukuk dallarında hiç de küçümsenmeyecek gelişmelere öncülük etmiştir. Bu fermanla oluşan gelişmeler sayesinde,Osmanlı devletine modern anlamda bir hukuk devleti anlayışı da girmiştir.*****
Sayın Necip Bilge de; Bu fermanı, Türkiye de hukuk devleti kurma yolunda ilk teşebbüs olarak kabul ederken, fermanın sadece özel hukuk açısından değil, kamu hukuku yönünden de ülkemizdeki kanunlaştırma hareketinin başlangıcı sayılabileceğini ifade eder.
Tüm bu gelişmelere karşılık iki ıslahat da Osmanlı devletinde mülki, askeri, idari ve mali alanlarda bazı olumlu değişiklikler getirmekle birlikte, söz konusu fermanın devlet hayatında geniş kapsamlı bir inkılâp olduğunu söylemekte mümkün değildir.
Zira, Tanzimat ile siyasî rejimde büyük değişiklikler, Avrupai hukuk sistemine uyum sağlayacak radikal tedbirler, dinî esaslara dayalı hukuk sisteminin, lâik esaslara dayalı yeni bir yapılanmayı sağlayacak nitelikte bir hüviyet olmadığı açıktır. Örnek vermek gerekirse eski sisteme dayalı olarak işleyen köklü eğitim kurumları olan medreseler aynen korunurken yeni sistemle getirilmek istenen anlayış yeni okulların açılması ile karşılanmaya çalışılmıştır ki, bu durum ülkenin eğitim sisteminde karışıklığına neden olmuştur.
Bunun getirdiği en büyük sıkıntı ise eğitimden başlayarak, devletin ve toplumun bütün kademelerini etkileyen ikilemdir. Bu çeşitlilik demokratik ortamlarda belki daha çok gelişmeye neden olabilirdi. Ancak, bu oluşum demokratik olmayan şartlarda geliştiğinden uygulama sırasında; devlet hayatında bölünmelere, toplumsal hayatta da kavgalara neden olmuştur. Dolayısıyla ferman, amaçları ve hedefleri açısından, sağlıksız bir ortamda ve talihsiz bir zamanda doğmuştur.
Sonuç olarak yetersiz ve şanssız doğan sened-i ittifak, tanzimat ve ıslahat fermanları yetersiz kalan her reform hareketi gibi yerini başka bir yenilik hareketine bırakmıştır.******
* Bkz. Sultan 3. Selim dönemi askeri ıslahatları
** Bkz. Sultan Abdülmecit dönemi ıslahat hareketleri
*** Bkz. Sultan Abdülhamit Han dönemi, Teşkilat-ı Mahsusa
**** Bkz. Prof. Dr. ilber ORTAYLI, Tanzimatla birlikte idari yapı
[ Osmanlı Devleti Tarihi, Zaman Kitap, 1. Cilt 1999 -istanbul]
***** Bkz. Ahmet ERDOĞAN, Tanzimat Fermanının hukuki ve siyasi niteliği
****** Bkz. Prof. Dr. Sina AKŞiN, -Meşrutiyet
[Milli mücadele ve istanbul hükümetleri, Cem Yayınevi 1976-istanbul]
Ayrıca Ahmet Erdoğan'ın ilgili makaleside yararlıdır.
yok böyle sevmek adlı şiiri adında yanılıyor olabilirim (bkz: attila ilhan)dinlersiniz, yine olmaz yine olmaz, sabah olur, öksürmek bile azap olmuştur. ararsınız, anarsınız.
Milli içkimiz ile genel olarak iskoçya içkisi arasındaki farklardır,
bana göre en mühim fark, rakı ayağa kalkıldığında hissedilir viski otururkende kendini gösterir.
Birkaç muhtıra birkaç ihtilal... Bir siyaset bilimcinin Türkiye üzerine 1923-2007 yılları arasında en önemli olayları nedir sorusuna vereceği en basit söylem; Meseleye baştan bakalım neden darbe değil neden şeriat değil; Osmanlıdan yeni bir siyasi isimle ülkeyi kurduk, Türkiye Cumhuriyeti, Ata dedi ki Ne mutlu Türküm Diyene.. Ama bizim dinozor ötesi sol tayfa ve yeni sol tayfa bunu ırkçı söylem olarak gördüler onların istediği Ortodoks komünizminin Stalini gibi Bolşevik diktatörlüktü oysa güzel Atam Türklüğü sadece kültürel bağlamda bu topraklarda yaşamakta olanlar için belirtmişti.. ilginçtir, (CHP bile bunu daha kavrayamadı) Sonra demokrasi denemeleri; serbest fırkalar; CHP monopolu; demokrat parti rezaleti ve ABD nin memlekete çöreklenmesi; ilk muhtıra; ilk ihtilal&; kardeş katilleri.. hepsi demokrasi adına yapıldı, oysa demokrasinin yüzden fazla tanımı var hangi demokrasi diye sormadık, çünkü bunu soracak beyinleri yetiştirmedik, milli mektepleri kurduk, köy enstitülerini kurduk siyasi malzeme yaptık, baktık olmadı, kapattık; şimdi sıra eğitmediğimiz halkın o veya bu şekilde oylarıyla iktidara gelen partisinin cumhurbaşkanı adayı için darbe isteyenlerimiz ortaya çıktı paşalarımız konuştu.. oraya çıkma diye.. bunların hepsini bir arada düşünüp aklın mantığından geçirmeyen bürokrasimiz eğitime yönelik gerçek çözüme yönelik tohumları atmadığı sürece kimileri ihtilal çığırtkanlığı kimileri şeriat çığırtkanlığı kimileri de soytarılık yaparak önemsiz hayatlarını sonlandıracak.
görüldüğü kadarıyla sözlük furyalarının sonucunda bende bir yere dahil olayım diyerek, alakasız yazılar, luzumsuz gösteriler yapan kullanıcılardır, kalkıp satır satır bilim dökülsün, mantıklı değerlendirmeler yapılsın demiyorum çünkü hayat bundan ibarer değil ama ama ama...
Kazım Karabekir Paşa'nın yasaklanıp, emin olunmamakla birlikte ilk baskısı yakılan ''istiklal Harbimiz'' adlı kitabının ilk baskısının 1136'ncı sayfasından birebir aktarmayla başlamak istiyorum yazıma.
... kardeşlerimize temin ederiz ki yazı meselesi bugün diğer yapacakları işlerin yanında pek sonraya kalacak şeylerdendir. Hiçbir kaideye tabi olmadan mutlaka yazıldığından başka türlü okunan ingilizce de de latin harfleri kullanılır. Sır semai olan bu okunuş Türkçesininkinden çok daha zor olduğu halde ingilizlerin terakki etmesine, ciddi eserler meydana getirmesine mani olmuş mudur? Hem başka misale ne hacet Japonlar okuması kadar yazması da müşkül olan o karışık elifbalarını değiştirmeye bile lüzum gördüler mi? Bugün Japonlara medeni değildir diyebilir miyiz? Fakat benliklerinden çıkmamak, başka milletlere ruhlarını esir etmemek için öz malları olan yazılarını muhafazada gösterdikleri fazileti nasıl takdir edemeyiz. Yazımız Japon yazısından daha mı zordur?
Latin harflerini kabul ettirmek için serd edilen sebeblerde hiç bir ciddiyet yoktur. Eğer maksad başka ise o zaman meselenin mahiyeti değişir. Hala yaşayan ve her vesile ile müslümanları daha zayıf düşürmeye çalışan ehli salib zihniyeti müslümanlar arasına tefrika sokmak için bir müddetten beri bu latin harfleri silahını kullanmaya başladı.
Vaktiyle Arnavut kardeşlerimizi iğfal ile islam camiasından ayırmaya uğraşan zihniyet şimdi de aynı fesadı kafkas müslümanları arasında uyandırıyor. Ecnebi terbiyesi altında anlaşılan kalbleri gibi seciyeleri de zayıflayan bazı biçarelerin alet oldukları bu zararlı teşebbüs istiklal ve harsımızın esas temeli olan dilimize tevcih edilmiştir.
Akur bir düşman alemi önünde bu mevcudiyeti vermemek için didişen, boğuşan, kanımızı, canımızı esirgemeyen bir Anadolu Türkleri, giriştiğimiz bu çetin mücadeledeki vahdetimizi ihlal edecek surette başımızın ucunda çıkarılmak istenen bu tefrika ve fesadı Türklüğe karşı ifa edilen en hainane bir cinayet olarak telakki ederiz. ...
Gelelim kendi yazımıza, dipnota göre bu yazı öncelikle 1928 yılında varlık gazetesinde (kem yol) başlıklı bir makalede ele alınmıştır. Hatırlayalım Ulu önderde Latin harflerini 1928 yılında Sarayburnu parkında ilan etmiştir...
Genç Cumhuriyet...
Öncellikle dünden bahsetmeli, malumunuz tarihle aramız pek iyi değildir, hoş konumuz olmamasına rağmen ''bunun günü yaşatıp dünü boş veren'' anlayışın bohem kültürünün ürünü olduğunu söylemedende geçmemek lazım. Geçelim...
Osmalı Devletinde son zamanlarda yapılan nüfus sayımları ve okuma yazma oranlarına gelindiği zaman görünen o ki Avrupa tebaasına oranla Anadolu tebaasında ki okuma oranları yok denecek kadar azdır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Ulu önder, zaten bildiği bu olaya karşı eksikliği gidermek üzere Farsça, Arapça ve Türkçe'nin bir karışımı olan Osmanlıcayı bilimin ufkunda sadece elitin değil bütün halkın anlayabileği şekilde değiştirmek lazım geliyor anlayışı doğrultusunda ve bu değişikliği Türk ulusu için Türkçe kaygısı güderek dil devrimini gerçekleştiriyor.
Kazım Karabekir Paşa'nın yukarıdaki makalesinde göze çarpanları ve 80 yıldır amaçlanan bilim Türkiyesi. Kazım Paşa, yapacak birçok işten bahsetmektedir fakat, dil olmadan bilimden, bilimsiz bir ilerleyişin yolunu göstermeden, hele bu ilerleyişi osmanlıca gibi çok karışık ve halkının %90' ından fazlası bilmiyorken nasıl yapacak değinmiyorken üstüne üstlük Japonların yazdıkları ve okuduklarını Osmanlıca gibi kırma bir değil de öz dilleri olduğu göz ardı etmiştir. Ardından Ulu önderin latin harflerinden yola çıkarak yaptığı medeniyet vurgusuna da ''Japonlar medeni değildir diyebilir miyiz'' diyerek gönderme yapmıştır ki. Burada da Japon ulusunun konudan vakıflığına gönderme yapmayarak eksik bir yol çizmiştir.
Bir dikkati çekense müslümanlık vurgusudur. Bu da çok elim verici bir vurgulamadır kanımca şöyleki kullanılan dil ne tamamen Arapça ne de Türkçedir, hal böyleyken nasıl olurda inanç düzenine aykırılık konunun tanığı olur. Bu yaklaşım Kazım Paşa'nın ümmet görüşünün etrafında şekillendiği için söylenmiş olsa gerek; oysa cumhuriyet hem ümmete dayalı çürümüş saltanatı yıkmış, hem de pis Türk aşağılamasını dilinden düşürmeyen Saraya karşı Türk halkının benliğini korumuştur. Son olarak bugün saltanat çabası içinde veya benzer rejime karşıt faaliyetler içinde olanlar için hatırdan çıkarılmaması gereken düstur bu olmalıdır.
Dipnot: Kurtuluş savaşında olağanüstü gayretler gösteren Kazım Karabekir Paşa'ya karşı duyduğum saygı ve sevgi sonsuz olmakla birlikte dini inançlarla, bir ulusun kaderini karıştırılmaması gerektiği kanaatindeyim.
Somut olarak belirleyemediğimiz cisimlerin, unutma olsun, görüpte hatırlayamadığımız, ya da sadece öznel olarak daha önceden tanımlayıp buna sonradan verdiğimiz şekli değişkenliği durumu. Diğer adları Tasarımcılık, Reprezentasyon.
1999 yılında memleket deryalarında fiber optik kablolar daha tuz suyuyla iç içe olmamışken öz Türkçeye uyarlanan haliyle örütbağ -internet- ülkemizde asosyal damgası yemiş 12 Eylül 1980 sonrası kuşağa yeni bir başlık daha açıyordu...
Sözlük...
Birbirinin yüzünü çoğunlukla görmeyen genci, orta yaşlısı hatta daha ileri yaş grubuna mensup binlerce kişi, arabesk ortadoğuculuk betimlemesi babında kız-erkek ayrımı yapmadan; fikirlerini, görüşlerini, kızdığı herhangi bir olayı ya da akla gelebilecek tüm akademik başlıkları bu sözlük ortamında yazıp,çiziyordu... Sizleri bilmem ama bu durumda aklıma gelen ilk örnek Antik Yunan' ın pazar yeri toplantı konuşmaları olmuştur hep. Orada da toplumun sorunları veya konuşulmak istenen herhangi bir konu için toplanılır ve konuşulurmuş, örgürce ve demokratik çevrede. Hatırlatmak istiyorum ki Aristotales, Platon, Sokrates ve daha niceleri bu anlayışın ürünüdür. işte o antik Yunan daha sonra Pasteur ya da Macellan' a da kaynak olabilmekte ve bugünün ileri dünya ülkeri olarak adlandırabileceğimiz birçok Avrupa ülkesinin kültürel varlığının da temeli sayılıyorsa bu bağlamda özgürlük ve demokrasi kaygısı gütmenin gelişimdeki katkısını incelemek gerekmektedir. Ve tabi ki bunun gelişimini ve sonuçlarını dönemin şartları altında yani tarih ve toplumbilim metodolojisi ile değerlendirip bugüne uyarlayarak yapmalıyız yoksa; durum bugün yaşadığımız gibi ağzımıza yüzümüze bulaştırdığımız bir sosyo- politik tutarsızlık ya da ekonomik istikrarsızlık olarak karşımıza çıkacaktır.
Bu bağlamda sözlük bizim gibi iletişim süreci kısırlaştırılmış Türkiye okur-yazarlarının, sosyal kurumları birbirinden kopuk hatta her fırsatta birbirinin altını kazmakta olan haline ve Osmanlı devletinin savaş yürüyüşü benzeri ''iki ileri bir geri'' gelişim sürecine sahip olmaktan kurtulamayacak ve genç cumhuriyetine çok az da olsa katkı sağlayamadan sözde modernist gelişimini tamamlayıp siber iletişim teknolojisini de es geçecektir...
ibn-i sina'nın takdire şayan sözü. nedense ülkemde çok ciddi ele alınıp değerlendirilmesi gerek; yoksa kalkıp zamanında bilimi biz üretirdik, sanat burada mana buldu hamasiyetinin hiçbir mantıklı bünyede yansıması yoktur.
islam hukukuna göre, halkın mal varlığının bir bölümüne ya da tümüne devlet tarafından el konulması.
islam devletlerinde, devlet adına çalışırken kazanılan malların kamuya ait sayılması kuralına dayanılarak uygulanan müsadere, 1451'de Fatih Sultan Mehmet döneminde benimsenmiş, ilk defa da 1453'de Çandarlı ailesinin malları müsadere edilmiştir. Müsadere usulünün temel amacı, önemli rütbelere yükselen kişilerin, ölümlerinden sonra varislerine bir şey bırakamayacaklarını düşünerek dürüst davranmalarını sağlamaktı.
16.Yüzyılda mal varlığının bir kısmının alınmasını içerirdi. Ölen yada idam edilen vezir ve beylerbeylerinin nakit servetleri, değerli eşyaları silahları, hayvanları ve askeri araç gereçleri kamu adına müsadere edilirken, emlak ve akar niteliğindeki mirasının büyük bir bölümü varislerine bırakılırdı. Önemli bir varlık bırakamadan ölenlerin varislerine devlet tarafından maaş bağlanırdı.
17. yüzyılda Taşra yöneticileri, giderlerini karşılamak ve padişaha büyük hediyeler sunabilmek için yöre zenginlerine müsadere yöntemini uygulamaya başlamışlardı. Bunun için sudan bahaneler gösterilerek zenginler suçlanıp öldürülmüştür. II. Mahmud müsaderenin ancak kamu malı olduğu mahkeme kararıyla saptanan servetlere uygulanması kuralını getirmiş, Tanzimat'ın ilanından sonra bu uygulama kaldırılmıştır.
sınav kağıdını kaybetmekle kalmayıp, evladım sen iyi öğrencisin de sınava neden girmedin, diyen adamdır da aynı zamanda...
(bkz: bir insan neden katil olur)
(bkz: beykent üniversitesi)
Bernhard Roloff - Georg Seeblen tarafından yazılan ikincil ismi ''polisiye sinemasının tarihi ve mitolojisi'' olan kitap. Almancadan Süheyla - saliha N. Kaya tarafından çevrilmiş ve alan yayınlarından çıkmıştır. Sinemanın temelleri serisinin 3. kitabıdır.
içerikte genel dedektif anlayışından çeşitli ülkelerin türün yorumlamalarına kadar değerlendirmeler bulunmakta ve bunu 1902-1996 yılına kadar eser örnekleriyle betimlemekte, fakat kitap genel sinema bilgi düzeyinin ilerisi bilgi gerektirmekte.