1960'da çıkmış, kağıt 50 liralar vardı, bu sene tedavüle giren 50 liralar gibi ufaklardı. nasıl oldu da 1 ocak 2009'da bir çok kişi, bu elli liraları kullanarak birilerini kazıklamadı, kazıklamayı aklından geçiremedi, her düşündüğümde "vay anasını" diyorum. belki de çok kişi kazıklandı, ama utançlarından açıklayamadıkları için hiç gündeme oturmadı, bilemiyorum.
not: birilerini kazıklayamamayı zekasızlık olarak nitelendirmem de bir garipmiş. bu da sanırım pratik zeka anlayışımızı biraz gözler önüne sermiş oldu.
bir çok kişinin düşündüğü fikri, milyonların önünde söylemeye cesaret edebilmiş kadın. memleketin her alanında ağır sansür varken, bu kadar cesur olması, aptal cesareti midir diye düşünen milletvekilleri kendisini "onun ne mal olduğu belli" gibi resmen ve beş yaşındaki çocuğun anlayabileceği gibi, terbiyesizce suçlarken, o sözünün doğruluğunun arkasında durdu.
aysun'a helal, yazın ip gibi tangayla gezip, "evde kapanıyorum, zaten ileride hacca gideceğim" diye beyanat veren ikiyüzlü yalakalara kapak olsun.
sözlükte başına kare (#) koyup aratmayı denememiz gereken sayı. aslında fikrinden hiç hoşlanmadığım atatürk'ün 19 mucizesi hiç bu kadar güzel olmamıştı.
düzeltme: sürekli gelen eksi oylara bakınca anladım ki, hatalı bir cümle kurmuşum sanırım, ben, "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" demiş atamın, "19 mucizesi" gibi bir saçmalıkla anılması fikrinden hoşlanmıyorum. mustafa kemal atatürk'ün fikirleri ve düşünceleri benim yaşamımın temel ilkeleri ve anafikridir. itaat ederim.
bakmayın şimdi deve gibi olmasına, ben onu ilk tanıdığımda boyu yarım metre ya var ya yoktu. sekiz yaşında dağılmakta olan bir aileyi kurtardı, on yaşında deprem mağdurları için, dört okulda yardım kampanyası organize etti, kocaeli'ne gidip bir bir ufacık elleriyle yaralar sardı. onbir yaşında, hastalık sebebiyle elden ayaktan kesilen ve vefasız insanların eski bir mendil gibi bir kenara attığı büyükanaanneye hergün çorbalar pişirip götürdü, bir gün gık etmeden.
yeminle söylüyorum, onunla övünmek için anlatmıyorum bunları, başka bir şey bu.
bazı denyolar söylüyor, kalbi hastaymış, ani ölüm riski taşıyormuş.
ne değişir?!
umrunda değil ki onun. bütün eşşek kuzenler toplanıp euro disney'e giderken biz, "büyükanaanne hasta, onunla kalacağım" demiş bir çocuğun kalbi nasıl hasta olur?!
nilüfer ablan demiş: "sesinde bir burukluk, ellerin soğuk, boğazında düğüm düğüm kelimeler, erkekler ağlamaz."
kaçırma gözlerini ne olur benden.
ben çok özeniyorum oğlum sana!
herkesin imkansız diye baktığı bir hadiseyi, sen pat diye yapıverirken,
sevince destan yazmandan,
hayata karşı duruşundan,
sadakatinden, keyiflerinden, tek başına yaşayabilmenden, ilkelerinden ödün vermemenden, yaşamdan keyif almayı bilmenden feyz alıyorum!
sen şarkı söylerken sanki jeff buckley'le kahve içiyor gibi hissediyorum.
yanında bir rüya görür gibi oluyorum, kendimden geçiyorum. sarhoş oluyorum, nezaketinden kendimi ingiliz asilzadesi gibi hissediyor, mantığından kendimi aristo'nun ablası gibi hayal ediyorum. gözlerinin içinde aşkı, kararlılığı, umudunu görünce yemin ederim boğuluyorum. gülümsemende kayboluyorum.
bazen kara sevda dinlerken aklıma o kıvır kıvır sapsarı saçlı, tosun gibi üç yaşındaki bebeklik halin geliyor, oturup sabaha kadar hüngür hüngür ağlıyorum.
bu yazıma burak'dan bir alıntıyla son vermeden önce, sana ne kadar taptığımı, seninle yaşadığım her anı bir mucize olarak gördüğümü, şu hayatın bana verdiği en güzel armağan olduğunu, seni gururla izlediğimi, çocuğumun sana birazcık bile benzemesi için her gece dua ettiğimi, ilk erkeğim olduğunu ve son erkeğim olacağını, damarlarımda akan kanımdan onur duyma sebebim olduğunu, hatırlatır, artık kıvırcık olmayan saçlarından özlemle öperim bir tanem. özgür kal!
bırak zaman aksın! mahkumuz inan!
uyuyalım artık, çok yorgunum inan!
yalnız şarkıcı!
sarhoşuz ölene kadar, sen hiç korkma burada kal! *
gezelim, görelim köşemden bir başyapıttır sivas benim için.
bal yiyorduk aşkımla, sordum ona: "biliyor musun sen sivas'ı" diye?
biliyormuş katliamlarıyla.
haftasonu tatilimiz vardı, eve döndüm cuma öğleden sonrası elimde iki biletle, atladık, gittik.
kongre binasının önünde durduk aşkımla: "bak, burası bizim babamızın, emperyalistleri bu ülkeden kovmadan önce, ilk kararlarını açıkladığı yer" dedim.
şaşırdı.
köyün kadınlarıyla oturduk, bize ballı süt ikram ettiler. "bak, bu bizim istanbul'da yediğimiz şekerli şerbetlerden başka bir şeydir. bu gerçek baldır, hası bu topraklardan çıkar" dedim.
biraz yürüdük sonra, bir büst gördü, sordu bana. "bak dedim, bu adam, 'açılan kapılar şaha gidelim, yıkılın kaleler dosta gidelim' demiştir. pir sultan abdal'dır adı" dedim.
"bunun adı cumhuriyet üniversite'sidir" dedim.
"bak bunlar yiğido'lardır" dedim.
madımak'ın önüne varmışız, "bak" dedim "bu da kanayan yaradır, 13 yaşında bir kız çocuğunun yüreğini yangın yerine çevirendir, gözümüzdeki yaşlardır" dedim.
ah be yangın yeri güzel şehir, ah 72 memleket görmüş şu gözleri en çok büyülemiş şehir. kim inanırdı, elin fransız'ının seni "katliamlarıyla biliyorum" diye anlatacağını, kim inanırdı bir gün senin yiğidolarının, "nerelisin" soruyla yetinmeyip, bir de "yananlardan mı, yakanlardan mı" diye soracak insanlarla karlışacağına, kim inanırdı vakt-i zamanında vatan toprağından defetmek için uğraştığın ve bu uğurda memlekette verilmiş en büyük şehit sayısına sahip olmana rağmen, o fransız'ın böyle diyeceğine, ona buna inandıracağına.
evrenin ve kati yaratılanların en oburu, dallama fransızların en bir dallaması.
hakkında yazmayı teklif ettiğim onlarca güzel şeyin içinden sadece yukarıda gördüğünüz cümleyi beğeneni. oy benim çilekeş anam söylemişti, gitme yaban ellerde gelin değil, sürgün olursun diye. dinlemedim.
"if you love without evoking love in return, i.e. if you are not able, by the manifestation of yourself as a loving person, to make yourself a beloved person, then your love is impotent and a misfortune." *
yani diyor ki: aşkınla aşık olunana dönüşemiyorsan senin aşkın bir eksikliktir, talihsizliktir. boş yere birbirinizi yemeyin.
sözlerinin türkçe'sini öğrenmek istemeyecekler olacaktır. çok doğru bir davranıştır bazen bu zaten. bir çeviri deneyeceğim, isteyen okusun:
yoldan korkmuyorum,
görmek gerek, tadına varmak...
belimizin oyuklarında dalgalanmalar
ve güzel olacak her şey burada.
rüzgâr taşıyacak bizi.
mesajın büyük ayıya
ve güzergâhı yarışın
bir kadife an
hiçbir işe yaramasa da
alıp götürecek rüzgâr
yok olacak her şey ama
taşıyacak bizi rüzgâr
sarılmalar ve kurşunlamalar
ve bizi delik deşik eden şu yara...
başka günlerin sarayı,
dünün ve yarının.
onları da taşıyacak rüzgâr.
genetik omuzlarda
kromozomlar atmosferde
galaksilere giden taksiler
ve uçan halımı
alıp götürecek rüzgâr
yok olacak her şey ama
taşıyacak bizi rüzgâr
ölü yıllarımızın şu hoş kokusu
şu kapını çalabilecek olan
sonsuz kaderler
birini tutuyoruz ve elimizde ne kalıyor?
alıp götürecek rüzgâr
deniz yine yükselirken
ve herkes yeniden yaparken hesaplarını.
ben senin tozlarını götürüyorum gölgemin kuytularına
taşıyacak onları da rüzgâr
yok olacak her şey ama
taşıyacak bizi rüzgâr.
bi'tanem bu ne güzel sevmektir. gece biraz da, kafalar çekilmiş, gülümserken, içtenliğinle, şeffaflaşmışken, bu ne güzel gülmektir.
yaşamın tadı oluk oluk aksın, bırak kamaşsın, nefsin kalsın.
başın öne eğilmesin, kalbin kurumasın güzel kardeşim.
ah benim bir tanecik kardeşim.
--spoiler--
mutluluk bu muydu? mutluluk neydi ben bilmezdim.
o vardı bir zamanlar, onu sevmiştim. sevgi o muydu? sevgi neydi?
coşkun akan dere? sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar? cama vurup dağılan yağmur damlaları,? bir yürek çarpıntısı?
sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur dökülür, yağmur diner güneş açardı.
sevgi neydi?
sevgi sahip çıkan dost insan eli, insan emeğiydi. sevgi iyilikti, sevgi emekti.
--spoiler--
soyadına bakıp da aldanmayın. o, yalnız türk milletinin değil, yirminci yüzyılda, özgürlüğün, inancın, çağdaşlığın, imkansızı başarabilmenin erdemlerini bilen herkesin atasıdır.
memleketimin yarattığı en büyük değerdir, eşsizdir.
sen bize veda etmeyi öğretmedin ki sion... şimdi nasıl veda yazısı beklersin benden? bunca sene yazıp çizdiklerimize son vermemizi nasıl beklersin?
ressam resminden ne kadar kopabilir? besteci notalarından, yazar kitabından ayrı düşünülebilir mi? senin ellerinde şekillenen, büyüyen; seninle bir bütün olan bizleri nasıl bırakırsın?
iste bu yüzden sion, her birimizin içinde gizliden de olsa yaşayacaksın.
söylediğimiz bir sözde, yarattığımız bir eserde, yaptığımız işlerde seni görecekler.
bizi bağlayan bağları o zaman daha derinden hissedip, daha derinden yaşayacağız: sen ayrı, bizler ayrı yerlerde olsa bilsek bile...
duvarlarına gömdüğümüz gözyaşları, kahkahalar, heyecanlar hep orada kalacaklar. belki de bunun için, upuzun koridorların hep tanıdık kalacak, hep bizim olacaklar. dinlediğimiz derlesler kulağımızda çınlayacak; cam kırılır, ses olur, diye top oynayamadığımız ve sonradan, erkek çocuklarının gelişiyle, üç pota, iki de kale konulan bahçede geçirilen anlar anılacak, biz farktmesek de yaşayacak.
biz ağlamıyoruz sion. senin istediğin gibi büyüyoruz. yollarımız ayrılsa da sana tekrar "merhaba" diyoruz. sekiz sene önceki gibi değil, geleceğe umutla bakan bir "violette" olarak sana teşekkür ediyoruz.
gördün işte, yıllardır düşünülen veda yazısının son halini, başka yazılardan ne farkı oldu?
sen bize veda etmeyi öğretmedin ki..."
bundan tam on sene önce yazılmış, sion yıllığının kapak yazısını okudunuz.
bana hala veda etmeyi öğretememiş sion, seni özlüyorum.