merhum babaannem... rahmetliyi pek de sevmezdim, çok hatırlayamıyorum da zaten. köşe minderi gibi kurulup patik-eldiven örerdi hep. şimdi ''patik ören büyükanne''yi görür görmez, o geldi aklıma. başka bir imge de yok ona ilişkin. sakattı, yürüyemezdi, sevgisini bayramdan bayrama bol tükürüklü öpücükleriyle gösterirdi. ben de insan sevmesini bilmiyordum o zamanlar, hoyrattım, hırçındım. şimdi onun varlığını/yokluğunu hatırlayınca ''keşke'' dedim, az buçuk sevgimi belli edebildiğim şu günlerimde burada olsaydı, şımarır, sırnaşır, vurdumduymaz severdim. yoğun ısrarlarımla ördürttüğüm sarı-kırmızı kupa desenli patik hala annemin sandığında durur. ''keşke'', hala onları giyebilecek kadar küçük olsaydı ayaklarım.
üzüldüğünü belli etmez, o hep mağrur olmalı, hep galip görünmeli. içini kimse bilemez kolay kolay. bu yüzden hep güçlü görünmesine, gülüp geçmesine, ahkam kesmesine bakmayın, ''kızılcık şerbeti içtim'' diyebilir, yaraları içindedir. saygısını kazanın, sıkıntılarına ulaşmaya çalışın, aslanmış, lidermiş, cengavermiş, mağrurmuş... perdelerini indirdiğinde kedi olur o kedi.
gizemini yitirdiği andır. elbette tüm gizemli kişilikler çekici gelecek diye bir kaide yok ama size çekici gelen adam/kadın gizemini yitirdiği an çekicilik konusunda da çok şey kaybetmiş demektir.
biz başkalarını, onlarda kendimizi bulduğumuz için severiz biraz da. bu yüzden de sevdiklerimizi daha çok tanımak isteriz. ancak yine de nasıl bir dengesi varsa artık şu doğanın, tanıdıkça sevdiğimiz insan yavaş yavaş gizemini kaybetmeye başlar. gizemini kaybeden insanın da ''farklılığı'' yiter gözümüzde. daha derine inersek, kendimizde bulduğumuz artılar/eksileri gördükçe aslında çok da ''özel'' olmadığını düşünmeye başlarız. o karizma dağılır, ''acaba nasıl olacak'' endişesini taşımaktan kurtulduğumuz an karşımızdakine bağlandığımız iplerden de feragat ederiz. tabi yine de demiyorum ki sır küpü olalım, ilişkilerde kabızlaşalım. o denge çok önemli işte, ne çok fazla ne çok az.
bu yüzden insanın özelinin olması çok önemli. bunlar da kendince geçirdiği saatler olur, takıldığı mekanlar, konuştuğu arkadaşlar, yazdığı yazılar, hayaller, ve tabi geçmişinden kesitler...
sevdiğiniz insanı her yönüyle, sakatatlarına kadar tanımak yerine ona biraz kendince nefes alma alanları bırakın. sonra ''çekiciliği kayboldu'' diye tripten tribe giriyorsunuz.
santrifüj, merkezkaç, hız, direksiyonun momenti, aracın büyüklüğü, direksiyonu tutan el sayısı, yol yapısı, hava şartları vs. vs. derken bilimum ''denklemin sol tarafı'' maddelerini hesaba katıp, sağ taraftan kazasız belasız çıkılabildiği takdirde çok da elzem olmadığı anlaşılacak olan durum.
bir tecavüzcü coşkun repliği. buna benzer bir diyalog da vakti evvel l-manyak'ın kapağında (99' yılındaydı galiba) geçmişti. kötü kedimiz şerafettin ve arkasında yürüdüğü hatun arasında geçen diyalog yanılmıyorsam şöyleydi;
- pardon bayan saatiniz kaç.
+ saatim yok.
- alırızzz.
şimdi bu burçlar aslında sadece on iki tane değil. hani ''yahu dünyada on iki çeşit mi insan var sadece'' diyoruz ya; yükseleni var, ay burcu var, kıl-yün-tüy burcu var, aman efenim doğum esnasında dördüncü evde hangi gezegen varmış, vay efenim merkürle satürn uyumlu muymuş, venüs ters açı mı yapmış, falan fişmekan derken çeşitlilik artıyor. o on iki tanecik dediğin skala sayıca coştukça coşuyor, olasılıkların haddi hesabı kalmıyor.
bununla beraber bu işler biraz da eğlencelik dedik ya; şöyle ki bir yıl öncesine kadar yükselenini akrep sanan ismi lazım değil bir vatandaş * akreple ilgili yorumları okuyup ''heh! heh aynı ben!'' derken, asıl yükseleninin terazi olduğunu bilir kişi tarafından tasdikletince ''hmmm, bak evet terazi de uyuyor aslında'' diyebiliyor. çok da aldanmamak lazım, öylesine oryantal, öylesine kıvrımlı anlatılmış ki bu burçlar, fazla kaptırdık mı feleğimizi şaşırabiliriz. maazallah karakterimiz yamulur, abuk subuk bir insan evladı oluruz. abartmamalı.
eveeet, bir x burcu erkeği için de entry yazacağım günler gelmiş, ki bunun devamı da olur gibi.
efenim, boğa burcu erkeği, burcunun ismiyle müsemma; ''boğa'' gibidir. bu isim öylesine verilmemiş değil mi? koca zodyak kuşağı olsun, rezzan kiraz olsun, hep önemli şahsiyetler. neyse, artılarıyla eksileriyle boğayı düşünelim; bu adamlar ''üreme'' bazlı düşünürler. evet doğrudan cinselliğe girdim farkındayım. şimdi başka burcun erkeği üreme bazlı düşünmüyor mu; düşünüyor elbet. ama sevişmeyi üreme bazlı düşünmez diğerleri; çiftleşme, yiyişme, sevişme, dengeleme, romantizm... vs vs. boğa erkeği çoluğa çocuğa önem verir diyelim, gençken belki bunu hissetmez ama yaş kemale erdikçe sevişmek=üremek olur. fazla mı abarttım bilmiyorum, zodyak öyle söylüyor.
damak tadına düşkündür, ya da şöyle diyelim; midesine düşkündür. onun için günün herhangi bir öğünü ziyafet havasında geçmelidir. maharetli olanlar kalkıp çeşit çeşit yemekler yapar saatlerce, dolma saranlarını, mantı bükenlerini, börek açanlarını gördüm. değme hatunlara taş çıkarır! bir boğa erkeğini oturup dakikalarca yemekler hakkında konuşurken görebilirsiniz. midesine düşkündür dediysek, yalan yok, öylesine bir düşkünlük işte.
inatçıdır, çok inatçıdır. kuru inada da gider, haklı-haksız taktığı bir konu varsa kesinlikle geri adım atmaz. bu yüzden takıntıları ve sinirlenme konusunda zaafları vardır. çabuk sinirlenmez, çok dürtüklemeniz lazım onu sinirli görebilmeniz için. sinirlendiğinde de bulunduğunuz ortamı terk edin derim ben. zaten bu adamcağızları da sinirlendirmeyin canım, çok üstüne gitmediğiniz takdirde pamuk gibi de olabilirler.
aşka gelince; madem zodyaktan açtık, başak, oğlak, yengeç, balık hatunlarıyla iyi anlaşırlar. şimdi hepsiyle tek tek nasıldır uyumları açıklamayayım, giderek uzuyor entry. ama başağın tez canlılığı, oğlağın inadı, balığın hayalperestliği boğanın biraz canını sıkacaktır diyelim. bunların dışında çok büyük sorunlar yok aralarında. aşık olduklarında bağlanırlar ve gözleri başka bir hatun kişisini görmez. mümkün mertebe bam teline basmamak lazım, o zaman sizi evinizin sultanı, gözünün bebeği yapacaktır.
oturdukları yerden kalkmazlar genelde. hadi bu da spekülatif bir açıklama olsun; lök gibi oturup kalırlar, yuvaları onların mabedidir, kolay kolay dışarı çıkmak istemezler. bu yüzden bir yay, kova, terazi hatunu için çekilmez olabilirler. arkadaş ortamları olur elbet ama ''benim evime gelsin, misafirim olsun'' mantığıyla düşünürler. iyi ev sahibi olurlar, böyle evleri kalabalık, millet yiyor içiyor, tam bu boğa abilerimize göredir.
''bin dokuz yüz seksen dört''le yakın bir atmosferi olan çizgi roman/film. bin dokuz yüz seksen dört daha realisttir, v'de ''kurşunun işlemediği fikirler''den bahsedilirken, ''1984'' daha karanlık bir distopyadır. vendetta'nın fantastik yapısı çizgi roman kültüründen gelse gerek.
ayrıca ''bin dokuz yüz seksen dört''ün sistem karşıtı ''winston smith''ini oynayan john hurt'ın vendetta filminde faşist lider ''big brother''la kamera karşısına geçmesi de ilginç bir ironiye mahal olmuş. adam distopyadan bir türlü kurtulamıyor.
bugün ölüm yıl dönümü. beş yıl olmuş ''kara oğlan'' gideli. biz politika bazında ''çılgın attığı'' dönemlere yetişemedik. amerika'ya ayar verdiği ''ayşe'nin tatile çıktığı'' günleri büyüklerimizden, kısa siyasi belgesellerden öğrendik. politika hayatının ikinci dönemi olan, son hükumet dönemine denk geldik ki onda da devalüasyon talihsizliği yaşadık. ki yurdumun ehven-i şer son dönemiydi, hatta ivmenin artmasını sağlayan/sağlayacak kalitedeki liderlerin (bkz: ahmet necdet sezer) bulunduğu son demlerdi.
merhumu iyi bilirdik. 'ecevit mavisi' semadan bakıp bir ''ah'' çekiyor mudur bilinmez. ''baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş'', nur içinde yatsın.
ugg zaten yakışıksız bir şey. bot mudur çizme midir bilemedim. şimdi bir takım modalar olur, normalde belli coğrafyaların yöresel ya da zaruri kıyafetlerinden ''esinlenerek'' dünyanın geneline hakim olan bir takım aksesuarlar, kılık kıyafetler biçimlenir. poşu vardı bak, tiki kızların %99'unda görene kadar gayet başarılı bir moda olduydu. çünkü bir aksesuar olarak taşınabiliyor, yakışıyor da hani uygun kıyafetlerle, hem bir simgesi var vs. üstelik ''tiki kızların%99'unda görene kadar diyorum'' bir diş altına kadar da sabırla sevdim bu modayı. ugg öyle değil işte, var oluşu çirkinlik üzerine. ha avustralya'da sörf yaparsın, sudan çıktıktan sonra ayaklarını ısıtmak için giyersin; tamamıyla var olma amacına hizmet ederek kullanırsın, kimse de ''n'aptın sen arkadaşım'' demez.
gelelim 1,60 boyundaki hanım kızımızın bunu giymesine; kısa gösteriyor. daha kısa gösteriyor. bacakları olduğundan kalın ve biçimsiz gösteriyor. topuklu olmaması zaten başlı başına popoyu kurtarmaktan aciz olduğu gerçeğini gözümüze sokuyor. moda diye yapmayın şöyle şeyleri. yazıktır.
ana dilinde acısını ifşa eden ''anne''. şehit annesi hem de. kürt hem de. bak ne güzel toplanmış tüm sıfatlar bir arada, bak ne kadar ironik değil mi?
kürtçe, anne, şehit, ağıt...
dikkatli bakalım; görmedik galiba. bu ülkede sadece kürtçe konuş-a-bildiği için oğluyla irtibatı engellenen anneler oldu. kadın türkçe konuşabilseydi ''ben kürtüm lan, kürtçe konuşurum'' deyip gitmezdi o cezaevinden değil mi? oğlu idam edilecek ya hani, son bir defa konuşmak istiyor falan.
hadi o çocuk idamı ''hak etmiş!'', kim bilir neler yapmıştır. hangi haklarını, hangi saçmalıklarla! savunmuştur (buralar hep ironikti eskiden). ama bir şey daha vardı, bu ağıt yakan kadın, bir de şehit annesi. olur ya allah göstermesin, evladınızın başına kötü bir şey gelir. gelmesin. başınıza gelmeden kuramadığınız empatiniz sizin olsun.
benim merak ettiğim ise daha çok, ''ne söylüyor acaba'' olmuştu. ''gönül yarası'' filminde bir sahne var hani, meltem cumbul ''bu türküye ağlamak için ille de kürtçe bilmek şart mıdır'' der. ağlamıştım ama merak da etmiştim, keşke bilebilseydim nasıl uğurladı annesi, ''şehidini''.
kadınları ne yazık ki mutlu eden durum. erkeğin aşkını aseksüel olması gereken tutum-lar silsilesi olarak tasavvur eden kadın, sarılınca erekte olmayan, kendisiyle sevişmeyi düşünmeyen sevgiliye karşı apayrı sevgi duyar. hoş, erkekte de bazen böyle bir zihniyet oluşuyor ''lan normalde hiç böyle olmazdı, aşık mı oldum acaba?'' diye düşünmesine yol açıyor. ''aşık mı oldum acaba''... cinsellik aşkla hiç alakası olmayan bir aktivite çünkü. cinsellik tü cinsellik kaka.
boş vermişliğin dayanılmaz hafifliğini yaşayan kişinin talebi. bu duruma aksini düşünenlerin bizatihi ''o zaman masum insanlar ölsün'' çıkarımında bulunacaklarını ileri sürmek de denyoluktan başka bir şey değildir. bu ülkenin -masum insanların öldüğü ve çare olarak bölünmenin uygun görüldüğü semih cumhuriyeti- çaresiz kaldığını kabul etmek, durumu bu eşiğe getiren -dahili ve harici mihraklar- avuçlarını ovalayıp (mr. burns sevinişi) emellerine ulaşacaklarını kabul etmektir. biraz sağduyu, lütfen.
erkeklerde ''oyun'' kavramı çok farklı bir kere, kızlardaki gibi değil. kızlar bu durumu bir akşam serinliğinde, bembeyaz karların üzerinde, kırmızı yanaklarla, parıldayan gözlerle, pembe-turuncu semanın altında romantik bir eylem olarak görürler. onlar için eldiven, atkı ve bere bile bambaşka anlamlar kazanır o an. artık ayaz hiç sorun değildir, donan parmak uçları, akan burun... ''autumn in new york'' filminden bir sahne gibi (tamam kasımda karı nah görürüz ama olsun. kız dediğin ''oldurur'' zaten.)
erkeklerin aklından ise şu geçer; ''kar topu oyunu''.
biz buna odaklanma farklılığı diyoruz. bu yüzden kadınlar trafikte ''daha'' başarısız oluyorlar. (hoş, kadın egemen bir trafikte de erkekler daha başarısız olurdu. kurallar erkek focusuna yönelik çünkü-bunu belki ilerleyen entrylerde detaylandırabilirim). erkeğin aklından, o an ne yapılıyorsa o geçer. aynı anda bin şeyi birden düşünmez. bu hem bir yetenek hem de kadınların pratik zekasını düşününce de beceriksizlik olarak düşünülebilir. seksist olmaya gerek yok, her cinsin algısı ve anlayışı farklı işte. yine de seksist çağrışımlar oluyor tabi, ağzıma, ensemden içeri kafam kadar kar topunu sokmaya çalışan ''hoşlanılan erkeği'' düşününce, insan ister istemez ''kadınlar böyle, erkekler şöyle'' deyiveriyor.
''pembe-turuncu bulutlar, sevgilim ellerimi 'hoh'layarak ısıtır birazdan, buz gibi bir günde öpüşerek ısınırız..'' he gülüm he, adam orada beş kiloluk kar biriktirmiş ''montunun içine nasıl sokarım'' diye düşünüyor, oldu.
birinden ayrılınca zaten neden yeniden irtibata geçiyorsun? her ne kadar aydınlık dimağlar olsak da ''eski sevgiliden dost, eski kaşardan tost olmaz'' arkadaşım. bir yerde kesin patlak verir. bir gör bakalım arkadaş ortamında eski sevgilini başka bir hemcinsinle el ele, kol kola, dudak dudağa... aman allah'ım daha fazla yazamayacağım! olmuyor işte, bizim standartlarımıza ters bir kere. zaten sevgili olduğumuz dönemlerde zar zor sindirmişiz sevgilinin eski sevgililerini, işi iyice yokuşa sürmeye, hayatı zorlaştırmaya gerek yok. evet aylarımızı/yıllarımızı geçirdiğimiz bir insanı tek kalemde silmek zaten zor, hele ki en yakınımızsa o kişi. çünkü bazı durumlar oluyor, size tanıklık eden, ''o dönemlere'' refakat eden kişiden duymak istiyorsunuz geçmişinizi. bir çeşit çift dikiş diyelim, ya da sizi sizden iyi tanıdığınızı düşündüğünüz birinin ağzından kendinizi dinlemek gibi. egoizmden başka bir şey değil. arama, hiç uğraşma.
ikincisi de ''sms''. yahu daha da basitleşemezdi gerçekten. ha olura bir işiniz düşer, ne bileyim taşınırken eksik bir eşyanızın onda olduğunuzu fark edersiniz, tezinizin kayıtlı olduğu flash bellek örneğin (durumu yeterince geçerli kıldım sanırım) o zaman ararsın sorarsın arkadaşım. çok mu zor? ''bnm usb sndemi qalmış'' diye mesaj atılmaz insana. ayıp.
ayrıca ''arkadaş kalabilen'' eski çiftleri tek tek alınlarından öpüyorum. nasıl becerdiklerini gelsinler bana söylesinler. valla denemek istiyorum. sonuçta muasır medeniyet seviyesine öyle ya da böyle yaklaştık sayılır. belki ben de bir hatunla eski sevgilimi öpüşürken izlemeyi sindire... yok yok, anlatmayın, vazgeçtim.
düzetlme: ''son'' sms kısmını üstünkörü okumuşum, affedersiniz. bu durumda ''son sms'' olduğuna göre zaten bir laf sokma olsun, bir burada son sözü ben söylerim olsun, yine basitlik olarak adlediyorum durumu. tespitimde herhangi bir değişiklik yapmıyorum o halde, saygılar.
yapılan araştırmalar neticesinde birden fazla nedeni olduğu görülen hastalık. elbette ki ''çocukluğumuza iniyoruz'';
1) özellikle çocukluk döneminde travmatik bir kapalı alan deneyimi yaşamış olmak. öyle kolilerin içine girip evcilik oynamak ya da dolapta saklanmak gibi değil; bu esnada yaşanan -belli belirsiz de olabilir- travmatik bir durum söz konusu olacak. kolinin içinde unutulmak gibi, dolaptayken uyuyakalmak gibi..
2) benim ilgimi çeken ikinci neden de anne karnında yaşanan, klostrofobiye sebep olacak travmatik durumlar. uzmanlar bunun hakkında çok net açıklamalar yapamıyorlar. anne karnında çocuğun ne gibi bir travması olabilir değil mi? ancak yine de annenin hamileyken nefes darlığı çekmesi bir etken olabiliyormuş.
3) zorlu bir doğumla dünyaya gelmiş olmak. anne karnından rahim ağzına çıkarken olağan dışı bir durumun söz konusu olması. rahim kanalında normalden fazla beklemiş olmak olabilir, oksijen yetersizliği değil ama, oksijen yetersizliği otizme sebep oluyor. buna daha çok ''içgüdülerin zorladığı yaşama normlarından farklı bir pozisyona girmek'' diyebiliriz.
belirtileri kendini her kapalı alanda göstermez;
-özellikle ilk klostrofobi atağını daha önce mükerrer defalarca bulunduğunuz kapalı alanda yaşayabilirsiniz. ilk için -tabi ki duruma anlam verilmeyecektir- yüksek bir nefessizlik duygusu içinizi kaplar. kronik ya da alerjik astımdan farklı olarak nefes alabilip aldığınız nefesin yetersiz olduğunu düşüneceksiniz. ve bu duygudan kurtulmanın tek yolunun içinde bulunduğunuz kapalı alandan çıkmak olduğu o an aklınıza gelmeyecek (ilk ataklar için söylüyorum, alışınca kapalı alandayken de kurtulmanın yollarını buluyorsunuz)
-klostrofobiklerin büyük çoğunluğunun bu tip durumlarda, panik atak sendromuna nazaran tansiyonları ''düşer''
-ağlama nöbeti. anlam verilemeyen bir ağlama dürtüsü zuhur eder. sonraki ataklarda bunun da üstünden gelinebilinir.
-(bu madde önemli) ilk ataktan sonra yaşanan klostrofobi aslında klostrofobi-fobisidir. yani öyle her asansörde, her dar alanda, metroda, tünelde atak geçirilmez ama ''ya şimdi bayılıverirsem, ya nefes alamazsam, ya yine atak geçirirsem'' korkusu ''burası kapalı alan allah'ım nefessiz kaldım'' korkusundan daha baskındır. sonra da fobi kendini tetikler zaten. o yüzden görmezden gelmek, üstüne gitmemek en mantıklısı olacaktır.
biz de bilirdik; ''princess is in another castle''. bizim alt komşunun nintendo'su vardı, orada zaten harita oluyordu, hangi şatoya gideceksin, daha ne kadar kurdeşen dökeceksin hepsini görürdük. ama bu yazı işgüzar işgüzar çıkardı bölüm sonunda; ''thank you mario but princess is in another castle''. biliyoruz güzelim, bizim amacımız zaten prenses falan değil, hatta mümkünse daha çok kale görelim, daha çok bayrak indirelim, daha çok kaplumbağa kabuğu fıydıralım. ''mesele prensese kavuşmakta değil yeğen, prensese giden yolda olmakta''. biz hayatı 6-7 yaşında böylesine naif, böylesine felsefi yaşamayı mario biraderden öğrendik işte.
şöyle bir okuyunca aklıma gelen not: evet alt komşuda oynardık. bizde normal adaptörlü, joystickli ''atari''lerden vardı. adaptör ısınırdı, joystick'in telleri haftada bir kez kopmazsa o haftayı yaşanmış kabul etmezdik. babam pazar günleri gazeteyi yere serer, tek tek lehimlerdi kablolarını. hey gidiyin.
hakkında yapılan hakaret eşiğini aşabilmesi için, ne kadarlık sevgilisiyle cinsel ilişkiye girmesinin daha uygun olduğunu öğrenmesi gereken kız. yardımcı olalım;
- aslında iki hafta da yeterli bir düzey, yani ''orospu'' olsun, ''kaşar'' olsun, ''içten yanmalı motor'' olsun, bu tip eleştirilere maruz kalmaman için bir yıl beklemen şart değil. ama nasıl olacak; örneğin sevgili olduğunuz gece beraber uyumayacaksınız, ikinci gece de bana kalırsa beraber uyumayın. hatta laf cinselliğe gelsin, fırsatlarınız da olsun, ama beraber uyumayın. ben derim ki siz en garantisinden bir hafta beraber uyumayın! evet. ha beraber uyuduğunuz ilk gece de, cinsel ilişkiye girme (''verme'' demek isterdim, çok da yanlış bir tabir olmayacaktı bu başlık için) böyle böyle iki üç gün daha cinsel ilişkiye girmezsen, sana edilen tüm hakaretler de yavaş yavaş silinecektir. (marty'nin ''earth angel'' çalarkenki elini düşün, öylesine fantastik.)
- sevgilini cinsel olarak istediğini belli etme. o zaten edecektir. sen çok şaşırmış gibi yap ki ''hafif kadın'' yaftasını şrank diye yapıştırmasınlar sonra (çoğul konuşuyoruz çünkü bu özel olmaktan çıkıyor, cemil cümlenin haberi oluyor birkaç gün içinde)
- mümkünse ilk seferde misyonerden dışarı çıkma. şimdi sen artık, cinsellik hakkında ne biliyorsan o adamdan öğrendin-öğreneceksin, sorular sor, kikirde, muzurluk yapma, efendi ol. ha bunun akabinde ''türk kızları sevişmeyi bilmiyor'' denecektir, aldırış etme derim. savunmaya geçme, cehalet mutluluktur. sakın galeyana gelip ''olur mu bak bu da doggy işte, na bu da altmış dokuz, aha da bacak omza...'' hayır sakın! görmedin, duymadın, konuşmayacaksın.
- bir sonraki sefere sen karar verme. bu maddeleri uygulamana rağmen ''orospu'' olduğunu düşünüyorsa -erkek arkadaşın- birkaç gün içinde arayıp seni çağırır, aksini düşünüyorsa ertesi gün, onun ertesi gün, onun ertesi gün.. berabersiniz demektir.
son olarak; burada koca koca insanlar oturup senin ve özel hayatın hakkında ileri geri konuştuk, nasıl olduysa böyle bir hakkımızın olduğunu düşündük, kusura bakma.
''taharet musluğu'' denen yüzyılın buluşunu henüz görememiş, görse de kıymetini bilememiş -yalnızca fransa değil- eovropa ve amerigan halkının üzüntü veren gerçeğidir. ha bir de bizzat şahit olduğum ''fransız kızlarının koltuk altı kıllarını almadığı gerçeği'' var, uyandırmak isterim. tamam tek tek koltuk altı taraması yapmadım, ama mübarek, birinden biri de almış/kesmiş/biçmiş olsun yahu!
siz de ''türk kızları şöyle, türk kızları böyle'' diye lolo yapmaya devam edin. türk kızı kadar başınıza taş dü... dur yahu, bu çok ağır bir beddua olur, evet.
annemin rivayetlerinden biri. ''insan doğum gününe yakın zamanlarda ölür''müş. sağ ol anneciğim, içime su serptin. on bir ayın sultanı edasında, serseri mayın gibi dolaştığım yaklaşık üç yüz otuz günün acısı, eylülün ortalarına doğru öyle pis çıkıyor ki... bir takım paranoyalar, evden çıkamamalar... ev kazalarını duydunuz mu? insanlar evlerinde durup dururken ölebiliyor, geçen-geçen dediğim iki üç yıl önce national geographic'te durup dururken kendiliğinden yanan adamla ilgili bir makale okumuştum, allah'ım inanılır gibi değil. olayın detaylarına girmek, girip de sizi kıllandırmak istemiyorum mamafih, adamcağız bir şekilde alev alıyor, için için yanıyor sonra. bal mumu gibi eriyor. neyse, çok da düşünmemek lazım on milyonda bir olabilecek bir talihsizlik işte.
evden çıksan bir dert, evde kalsan bir dert. geçen yıl doğum günümü ilk olarak bana arabasıyla çarpan bir bey ve yanındaki eşi kutlamıştı. sonra da röntgenimi çeken radyolog, akabinde acildeki doktor... dedim ya, insan saçmalıyor böyle bir bilgiyle yüklendiğinde. sonra bir de geri kalan sevdiklerimiz var? annem için mayıs civarı yusuflamalar, babam için aralık civarı paniklemeler... hiç hoş değil, hiç doğru bir yaklaşım değil.
allah'tan öleceğimiz günü bilmiyoruz diye düşünüyorum. bir nimet gibi insanın ne zaman öleceğini bilmemesi. maymun gibi gezinirdik ortalıkta herhalde, tüm hayatımız maraş dondurması alırken yaşanılan stres tadında geçerdi. insan doğum gününe yakın ölmüyor arkadaşım, hiç aklınızı bozmayın böyle zırvalarla.
nasıl bir kadın profili çizdiğiniz hiç önemli değil. sosyo-kültürel alanınız, dininiz, diliniz, ırkınız, aile yapınız, eğitim durumunuz, ekonomik düzeyiniz, güzel-çirkin olmanız, yaşlı-genç olmanız... hiç biri önemli değil. muhakkak en iyi durumlarda bile bir yerlerden fire verecektir. türkiye'de kadın olmak, hür olmamaktır.
hür olmak nedir diye bakalım -ki çok çetrefilli bir mecraya gireceğimizi şimdiden seziyor ve uzun tutmamaya gayret gösteriyorum-; toplum bazında, bir başkasının yaşam alanını kısıtlamadan (hürriyetini kısıtlamadan) kendi iradesi dahilinde yaşama kabiliyetidir diyebiliriz, en ''genel'' anlamda. burada sartre'ın bir vecizi akla geliyor; ''insan hür yaşamaya mahkumdur.''. yani şimdi irade sahibi yaratıklar olmasaydık da keşke, yapılan tüm haksızlıklara, dikte edilen tüm bilgilere, zulümlere sesimizi çıkarmasaydık. hoş, çıkarmıyoruz ya gerçi, ama ''hür olma'' içgüdüsüne sahip olduğumuz için de içten içe bir şeyler yapmak istiyoruz. tecavüz mü- yat aşağı, taciz mi- sesini çıkarma, dayak mı- yerinde gül biter, hakaret, küfür- laftır, geçer diyebilsek keşke. o zaman hayat bu kadar zor olmazdı değil mi? hem kadın hem de erkek için üstelik. peki ''insan olmak''tan bahsedebilecek miydik?
herhangi bir toplum alanında kadın olmaya gelince; bugün yurdumun köylerinde ya da varoşundaki kadının durumunu aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz, bir baskı var. yaşam alanları kısıtlı, bazıları çalışmaya, bazılarıysa çalışmamaya zorlanıyor. yukarıda saydığım irade dışı durumların da çoğuna/belki hepsine de maruz kalıyor. yine yurdum modern kadınına baktığımızda iş yerinde, toplu taşımada, sokakta... vs. yaşam alanlarının kısıtlandığını görebiliriz. evet tercih ettiği bir alanı yaratabilme şansına sahip olmuşlar ve fakat bu alanlarda yukarıdaki ''hürriyet'' tanımına uygun bir şekilde yaşama haklarını elde edememişler; başkalarını kısıtlamadan, kendi iradeleri dahilinde yaşayabilmek. kimseyi umursamadan, ''mahalle baskısı''nı takmadan yaşayabilenlerinse bir yerde muhakkak tadı kaçıyor.
tabi bütün bunlar distopik birer genellemeden öte değil. kıvırmak için söylemiyorum; güzel örnekler de var. kırmızı yanaklı köylü teyzeleri getiriyorum aklıma, eşleriyle müşterek bir hayat yaşayabilen kadınları. aile meselelerinde söz hakkı olan, eşleri tarafından kıymetli görülen, verimli, üretken, düşünen, seven, sevilen kadınlar var. ''şeytanın gör dediği''ni görmezlikten gelenler... tabi hiç kimse yeterince hür olamaz, öyle değil mi?
öncelikle düzeltelim; ''memelerine bakılan kadının bluzunu yukarı çekmesidir'' o. hayır, kadının bir yerlerine bakacaksın elbette, ama bu semiyolojik olarak incelendiğinde oranın ''meme'' olduğu gerçeğini değiştirmez. (bkz: bu memlekette memeye meme denir)
şimdi gelelim hatunun bu ''refleksine''. evet bugün optimist tarafımdan kalktım ve bu hareketi ''refleks'' olarak adletmek en ılımlı çözüm oldu. refleks diyorum çünkü hatunun memelerine bodoslama bakmadığını düşündüm. yani sevişme öncesi ısınma hareketlerinden biri değilse, cafe gibi, iş yeri gibi bir ortamda olduğunuzu baz alıyorum. hatunun memelerine bakarsan o da anlık bir refleksle bluzunu yukarı doğru çeker. çünkü o, o esnada memelerinin kendini ne kadar gösterdiğini bilmiyordur. evet dekoltesi olan bir bluz giymiş olabilir, ama yer çekimidir, bluzun ten üzerinde sürtünme katsayısıdır falan derken evdeki hesap çarşıya uymaz zaman zaman. memelerinin dörtte üçünü göstermeye meyleden hatunumuz ''ya yarısına kadar açılmışsa'' diye düşünmeden edemez. o yüzden canlarım, kompleks yapmıyoruz öncelikle; ''bu hatun benden tiksiniyor mu yahu, ayı mıyım lan ben'' diye düşünmüyoruz. refleks o refleks.
yine de böyle bir durumda, hayatının tüm alanında politik olmak zorunda kalan hatun kişisi -bunun için öncelikle; (bkz: türkiye'de kadın olmak)- bakışın hemen akabinde bluzunu yukarı çekmezse iyi olur. bir müddet bekleyip, galeyana getirip kendini toparlaması hepimiz için daha hayırlı olacaktır. ki soru işaretleri kalmasın aklınızda, ki insan gibi baktığınızı anlayabilin.
bir de şöyle bir durum var tabi; ''ulan baktırmayacaktın madem neden göbeğine kadar açık bluz giydin'' dediğiniz de oluyordur. hadi kendimizi kandırmayalım, aklınızdan geçmiştir muhakkak. o zaman yukarıda söylediğim şeyi bir daha düşünün derim. insan gibi bakıyorsanız, kadın, bakışlarınızdan rahatsız olmaz ''acaba memiktolar da çok mu belli ediyor kendini'' diye düşünür. insan gibi bakıyorsanız ama bak. aksini hiç düşünmedim, hepimiz düzenli seks hayatı olan, meme gördüğünde salyalarına hakim olabilen, puzzle'ın parçalarını tamamlayıp ''akşama malzeme çıksın'' diye nasiplenmeye çalışmayan insanlarız. öyle olmasaydık şayet, hatun kişisi bisiklet yaka da giyse bir şekilde bluzunu çenesine kadar çekerdi çünkü. o refleks değil işte, bir çeşit ''sen gelme lan ayı'' hareketi.
bir kere zaten ilk ilişkisini gerdekte yaşayan kadınları bu genellemeden uzak tutalım. orada kadın ne biliyorsa, yani meşru olarak ne biliyorsa, gerdekten bir gün önce aile büyüğü, evlilik deneyimi olan kadınlardan duydukları kadarıyla yaşayacaktır ilişkisini. sonrası içgüdüler, sonrası aynı erkekten kazanılan tecrübeler...
gelelim konunun asıl hedefi olan ''türk kızlarına''; evet türk kızları genelde iyi sevişemez, ecnebi kızlar kadar deneyim kazanmamışlardır. yoksa hepimiz sağduyulu olup düşünmüşüzdür değil mi; ''bu türk kızları bu işi becerme yetisine sahip değil mi?'' diye? ve yine aklıselim olan herkesin vereceği cevabı vermemiz de mümkün; niye güzel sevişme yetenekleri olmasın ki, ecnebiler de analarının karnında öğrenmiyorlar ya bu işi (teşbihtir).
başka bir açıdan bakalım ama yine de; ''türk kızlarının kukuları kıymetlidir arkadaş'', yani ''biz onlara fırsat vermedik de ondan mı deneyimsiz kaldılar'' da diyebilirsiniz tabi. ama böyle bol keseden konuşurken, türk kızlarının aile, çevre, toplum, zihniyet dayatmasının önüne geçecek cesarette olamayıp seks tecrübesi kazanamadıklarını da aklımızın bir köşesinde tutmamız lazım. ''senin anan-bacın olsa'' diye bir muhabbete hiç girmiyorum bak, muasır düzeyde ''x'ler iyi sevişemiyor'' demişsin, ona istinaden naçizane anlatıyorum.
ve son olarak, iyi sevişen ''türk kızı'' bulduklarında kıllanan, ''lan bu kadarını nereden öğrendi mnyim'' diye dellenen adamlardan olmamak lazım. hem sevişemeyene ''lolo'' yapmak, iyi sevişenini bulduğunda da atarı vermek riyakarlıktan başka bir şey değildir çünkü. kendinizle çelişirsiniz. bu; ''her sevgilim versin, ama karım bakire olsun'' yüzsüzlüğünden başka bir şey değildir.
insanın ne istediğini bilmesi çok önemli diyor, saygılarımı sunuyorum.
herkesin derdini-tasasını atlatmak için farklı farklı tarzları var. üstelik bunlar da aposteriori kazanımlar, anamızın karnından çıkarken aşk acısının üstesinden nasıl geleceğimizi bilmiyoruz. zamanla/tecrübelerle bu demirden leblebiyi yutma biçimlerimiz değişiyor. peki bu durumda bir nevi ustalaşma söz konusu oluyor mu? hayır. her seferinde şemsiyeyi başka açılarla açmayı bir şekilde başarıyoruz çünkü. her aşk nasıl nevi şahsına münhasırsa, acısı da biçim biçim oluyor. biçim biçim koyuyor mu demeliydik yoksa?
genç yaşlarda biten aşkın ardından salya sümük ağlamayı tercih eden bünye, ilerleyen yaşlarında susmayı tercih edebilir. ya da aşk acısı folloşu olmuşsa, durmaz çehov'un arabacısı gibi gelene geçene anlatır da anlatır.
her neyse, konuşmamak diyorduk; büyük ihtimalle susan kişi anlaşılmayacağını düşünüyordur veya hisleri o kadar özeldir ki paylaşmaya layık görmüyordur.
bir de şu var tabi; ''biten bir aşkın üzerine 'ileri-geri' konuşmamak''. o bambaşka bir mevzu, konuşmamak bir tercihtir, saygı duyulması gerekir ama ''ileri-geri'' konuşmamak adaptır, efendiliktir.
yahu bu ''an'' var ya, uzun uzadıya ele alınmalı bence. şimdi aile saadeti üst başlığında, meyvelerimizi soyarak, çekirdeğimizi çıtlatarak oturmuş maaile film izliyoruz diyelim; ki artık gelişen teknoloji ve aile bağları üzerindeki etkisini düşünürsek, bin yılda bir yakaladığımız bu tatlı anların kıymetini de biliyoruz. bir takım komiklikler, şakalar... sonra aktör abi yumuluyor ablanın ağzına. -sessizlik- bir saniye, iki saniye, saniyeler... sanki hiç bitmeyecekmiş gibi, sanki o kenetlenmiş dudaklar ebediyete kadar ayrılmayacaklarmış gibi... anne bir elinde elma, diğerinde bıçakla kalakalıyor, baba belli belirsiz öksürüyor, çocuklar zemin etüdünde; halının da ne ilginç motifleri varmış değil mi? ekrana bakalım, aktör abimiz bademcik ameliyatına geçmiş bile, komplikasyon yaşanmazsa, narkozun etkisi umarız çabucak geçecek, biz halıya dönelim, evet.
işin ilginç yanı, ne kanal değiştirilir (çünkü çok medeniyiz!, çünkü açık dimağlarız hepimiz) ne de herhangi bir sahne izliyormuşçasına izlemeye devam edilir, bir yandan da soğukkanlılık elden bırakılmasın diye türlü çabalara girilir. bu tip durumlarda anne ya da baba kişisi evlenmeden önce kendilerine bir rota çizmeliydi derim ben. ''bak hanım, ola ki çoluk çocuk önünde öpüşme/sevişme sahnesine yakalandık, bunu atlatmanın bir yolunu bulalım.'' diye. bizde genelde süreç şöyle işler mesela; ''hööyt adam birazdan bademcikleri koparacak.'' der babam, kasım kasım kasılan tüm adelelerimiz şenlenir, uyuşmuş bir sevinçle ekrana döneriz.
bir kahraman lazım bu tip durumlarda. hayır aktör abi değil, evimizin direği, gözümüzün bebeği sevgili babacığımızdan başkası olamaz o.