6000 yıldır yaşadığını iddia eden tarihçi. Merak edilen sorulara falan yanıt veriyor internette. Truvalılar Türk değilmiş mesela yıkıldım * http://www.formspring.me/Muverrihzade
bir rumeli türküsü olup, çeşitli versiyonları mevcuttur. okan murat öztürk abimiz yanılmıyorsam "aşk adamı söyletir" adlı albümünde icra etmişti bu türküyü. böyle güzel bir icra, böyle derinden işleyen bir düzenleme az bulunur vesselam. nasıl bir duygu yoğunluğudur kardeşim bu, bencilliğin bu kadarının hak olduğunu düşünürken, nasıl bir tevazudur: "çöz yarim yazmayı boylu boyunca/ben saramadım eller sarsın doyunca." çaresizliktir: "menendin* yok seni kime benzedem?"
okan murat abi'nin söylediği haliyle şöyledir:
çubuğum yok aman yol üstüne uzatam
takatim yok yar yolların gözetem
menendin yok aman seni kime benzetem
çöz yarim yazmayı boylu boyunca
ben saramadım eller sarsın doyunca
yine derdim aman arttı gönül dayanmaz
dağlar engel yollar yare ulaşmaz(kavuşmaz)
buna sevda aman derler sitem götürmez
ya sen gel buraya ya ben varayım
elmas kadehleri ben doldurayım
çöz yarim yazmayı boylu boyunca
ben saramadım eller sarsın doyunca
13.yy sonları ile 14.yy başlarında anadolu'nun kuzey batısında ertuğrul önderliğinde kurulmuş ve muhtemelen kendisine oranla daha doğuda bulunan, aynı zamanda konya sultanlığınca da meşruiyeti tanınmış bir hâmil beyliğe tâbi olan siyasi teşkilatlanmadır. bu da muhtemelen kastamonu ve çevresinde bulunan çobanoğulları beyliği'dir. 1309'da da osmanoğulları çadırları marmara'ya kuradursunlar, bu beylik candaroğulları tarafından ham yapılmıştır. böylece osmanlılar'ın tâbilikleri de resmen düşmüş olmaktadır.* bu dönem hakkında yorumlarda ve tespitlerde bulunmak oldukça zor. zira bırakın osmanlı'yı ne bizans ne de islam dünyasında bu dönem anadolu'su -yani o zamanın deyişiyle "rûm diyarı"- hakkında çok fazla bilgiye sahip olamıyoruz. en erken ulaşabildiğimiz metinler 15.yy'da yazılmış olan tevarih-i âli osman olarak bildiğimiz menkıbe ve gazavatname ayarında yarı efsanevi kronolojilerdir. en başta aşıkpaşazade gelir ki o da bildiklerini "yahşi fakih" adlı bi amcamızın anlattıklarına dayandırır sözde. dikkatle okunması gereken bir kişidir. zira hem mensub olduğu gelenek hem de kullandığı terminoloji açısından metininde tutarsızlıklara neden olmuştur. döneme ait bir başka tarihçi neşri olmakla birlikte bizim âşıkpaşazade'den farklı çok şey anlatmamıştır.
malumumuzdur ki, bu konuda en tartışmalı ve dahi taşşaklı konular arasında "osmanlılar kimdi? dinleri gerçekten islam mıydı? nası böyle büyük bir imparatorluk haline gelmeyi başardılar?" gibi hususlar ön plana çıkar. hepsine salt ve pürüzsüz yanıtlar vermek çok zor. ancak en azından akıldaki soru işaretlerini eldeki veriler ve tarihsel yorumlama yetileriyle sona erdirebiliriz.
evvela kimdi bu osmanlılar? osman ve dahi ataları kimlerdi? osmanlılar, moğol baskısı ile anadolu'ya gelmiş pek çok türkmen kabilesinden bir tanesiydi. 13.yy'ın ortalarında bu topraklara yol almışlardı gündüz önderliğinde. gündüz bizim ertuğrul gazi'nin babası, yani osman'ın da dedesi oluyor. daha doğrusu tevarih-i âli osmanlardaki hemfikir şecere bize öyle diyor. kayı mıydılar, bozok muydular işte orası biraz şaibeli. döneme ilişkin anlatılar sunan metinlerin en erken örnekleri dediğimiz gibi 15. yy'a yani hemen hemen osman bey'den 150 yıl sonrasına dayanıyor. aradan çok sular akmış, çok defterler düzülmüş. 15. asırda artık osmanlı devleti rumeli ve anadolu'ya çoktan hakim olmuş ve ortadoğu coğrafyasının en belirgin güçlerinden birisi haline gelmiş. istanbul alınmış, roma geleneği sahiplenilmiş, hem sosyo-ekonomik reformlar hem askeri dönüşümler hem de yönetimdeki köklü devrimler ile birlikte artık bir imparatorluk ortaya çıkmış vaziyette. bu da çok açık ki, aşıkpaşazade'nin ve daha nice tevarih-i âli osman'ın 15.yy algısıyla 14.yy'ı anlatmasına sebep olmuş. bu da başta bahsettiğimiz sakatlıklara vesile olmuş falan. şimdi şunu gayet net söyleyebiliriz ki, osmanlılar'ın "bozokların kayı boyundan geliyoruz" iddiası bütünüyle 15.yy'da uydurulmuş ve geçmişe giydirilmiş bir kılıftır. taa hazret-i nuh'a dek dayandırılan şecere de bu kılıfın bir parçasıdır. zira yüce osmanlı, böylesine büyük olduğu bir devirde kendisine kutsal ve efsanevi bir geçmiş yaratmalıdır ki, ayakları yere sağlam bassın. alelade bir devlet değil, büyük oğuz han'ın mirası ve dünyanın elması olduğunu kanıtlasın. yıldırım'ın fetihlerine, anadolu beyliklerinin "gayri meşru işgal" gerekçesiyle karşı çıkışlarda bulunmaları da, memlük hakimiyetindeki halifeden "sultan" ünvanı istenmesi de bu sürecin bir parçasıdır. özetle osmanlılar muhtemel bir oğuz bağı olduğu kesin olmakla beraber, kayı değillerdir.
peki ya müslüman mıydılar? ya da ne derece öyleydiler? kimi tarihçiler ve osmanlı'nın kuruluşu üzerine kafa yoran bazı yerli ve ecnebi araştırmacılar osmanlılar'ın anadolu'ya geldiklerinde hala bütünüyle "şaman" olduklarını ve müslümanlaşmalarının şeyh edebali ile kurulan kurumsal temaslar sonucu olduğunu söylerler. kimileri ise osmanlılar'ın daha evvel moğollar'dan kaçma sürecinde anadolu selçukluları ile bulundukları temaslar zamanında islam'ı seçmiş olduğunu iddia ederler. aslında bu konuda ayna misali net bir şey göstermek mümkün değil. ancak dedik ya, kafa karışıklıkları kalmasın ortada. osmanlılar islam dini ile ilk defa şeyh edebali zamanında falan karşılaşmamışlardır. bunu söylemek fazla zorlama olur. defalarca selçuklularla ve müslüman olmuş az sayıdaki türkmen gruplarıyla temasları olmuştur bundan önce de. ancak ne ara müslüman oldular bunu söylemek biraz zor. osmanlılar anadolu'ya geldiklerinde halihazırda müslümandırlar yüksek olasılıkla. ancak bu müslümanlık, bugünkü mânâda sünni bir müslümanlık olarak kesinlikle algılanmamalı. o dönemde pek çok türkmen aşireti gibi onlar da şaman gelenek ve inançlarını hâlâ sürdürüyorlardı. islam'la sıkı sıkıya ilinti kurmaları ise şeyh edebali'nin temsil ettiği âhiler ile olduğuna göre, vefaî tarikatına mensub ve islam'la bağı oldukça gevşek olan bir takım çevrelerle kurumsal anlamda ilk dînî temasları sağladılar. yani islam'ın "layt" vizyonu içerisinde şaman geleneklerini de devam ettirerek bizans dünyasına giriverdiler. dolayısıyla kendilerine has bir "türk islamiyeti" çerçevesinde şekillendiler. şeyh edebali ve osman arasındaki şu meşhur "kutsal kitabı görme ve tanımama" hadisesi de her ne kadar bir aşıkpaşazade tevatürü de olsa, o dönemdeki türkmen aşiretlerinin ne derece "müslüman" olduklarıyla ilgili çok önemli bir ipucu verir.
bu arada osman'ın hakiki ismi de "otman" ya da daha akla yatkın haliyle "ataman"dır. dedesi gündüz*, babası ertuğrul olan bir türkmen'in ismi nasıl oluyor da bir arap-islam ismi oluveriyor, anlamak güç. e osman'dan da en nihayetinde ilk kez 15.yy metinlerinde "osman" diye bahsedildiğine göre olayı anlamak lazım.
peki bu beylik ne oldu da bu kadar koca bir imparatorluk haline geldi? onu da birileri hatırlatsın, başım gözüm üstüne başka bir entry'de açıklayayım. dimağım şaşacak.
ultrasonik not: "lan o kadar okudum yine de bi halt anlayamadım bu dallamadan" diyenleriniz için görülmemiş hizmet; bakınız: (#5695640) **
osmanoğulları hariç tutulduğunda tüm anadolu beyliklerine, ellerinde bulundurdukları topraklar mülk olarak verilmişti. yani karamanoğulları, germiyanoğulları, candaroğulları, aydınoğulları gibi beylikler, kutsal bir soydan/gelenekten gelen ya da geldiği var sayılan anadolu selçuklularınca* temlik edilmiş topraklara sahiptiler. yani o topraklar üzerinde "kutsal bir hanedanın imtiyazından ötürü" meşru bir hakimiyetleri vardı. yani günümüz hukuku gereği bir devletin tanınması için nasıl bazı kıstaslar varsa, o zaman için de kutsal bir kökenden gelmek tanınma konusunda bir meşruiyet aracıydı.
osmanlı beyliği ise kuzey batı anadolu'da, eskilerin deyimiyle anadolunun garb-ı şimalinde bizans imparatorluğu ve selçuklu toprakları arasında kalmış bir bölgede yerleşmişti. fark şuydu ki, osmanlılar'a selçuklu sultanınca yapılmış bir temlik söz konusu değildi. sadece siyasi otorite boşlugundan ötürü osmanlılar o bölgede tutunabilmişler ve zayıf bizans toprakları aleyhine yayılabilmişlerdi. osmanlılar'ın yıldırım bayezid'e kadar beylikler üzerine fütühat hareketinde bulunmamasını günümüz orta öğretim ders kitapları "ilk dönemler osmanlılar, anadoludaki beyliklere karşı dostça bi siyaset izlediler, niye ? dostluk,kardeşlik ehehe." şeklinde saçma bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. halbuki bunun sebebi bahsettiğimiz meşruiyet problemidir. tüm bu beylikler ellerindeki toprakları genel geçer bir hukuka göre ellerinde tuttuklarından, yani kutsal bir kandan gelen oğuz geleneğinin temsilcisi olan anadolu selçuklularınca verilmiş topraklara sahip olduklarından, osmanlılar'ın bu beyliklere fütühat hareketinde bulunmaları asla kabul edilemez bir durumdur.
işte yıldırım bayezid'in otokrat politikası ile birlikte anadolu beyliklerine yönelik bir fetih hareketi söz konusu olunca, tüm beylikler duruma tepki göstermiş ve anlayacağımız dilden yıldırım'a haklı olarak; "bre melun. sen kimsin, hangi soydan gelirsin de, oğuz evladı selçuklunun bize temlik ittüğü toprağa tecavüz edersin. tez durul gafil!" demişlerdir. timur da akabinde bu problemi kullanıp; "merak etmeyin yigitler, ben bu yıldırım'ı alaşağı eder, imanını gevretirim, torpahları da size geri verirün gayrıı" demiştir. böyle bir ortamda da yıldırım, kendi iktidarını meşru gösterecek yollar aramıştır. peki neler yapılmıştır?
öncelikle diğer beylikler gibi osmanlıların da oguz ailesinden geldiğini ispat etmek adına bir "kayı boyu menkıbesi" uydurulmuş, yazılmıştır. böylece osmanlılar'ın da kutsal bir kandan geldiği ve iktidarda hak sahibi olduğu iddia edilmiştir. bir ikincisi, söğüt'ün bazı hükümranlık hediyleriyle osmanlılara verildiği, çadır,sancak, taht gibi saltanat alametlerinin osmanlılara gönderildiği savı dönemin tevarih-i ali osman yazarlarınca uydurulmuştur. böylece osmanlılar'ın, "sahibi oldukları toprakları aslında haklı olarak ellerinde tuttukları" savı oluşturulmuştur. hatta yıldırım bunlarla da kalmayıp, memlük sultanı korumasındaki halifeye elçi yollayarak kendisine sultan ünvanının verilmesini istemiş, ancak memlüklülerin engellemeleriyle bunu elde edememiştir.* kuşkusuz "saltanat" da o dönem konjonkturu açısından önemli bir meşruiyet aracıdır.
işte tüm bu çabalar, "kayı boyundan geliyoruz" hikayeleri bu meşruiyet sorunundan ötürü kaynaklanan şeylerdir. dikkat edilirse 15.yy sonlarından itibaren bu tür zorlamalara rastlanılmaz. tezler çoktan yazılmış ve genel geçer kabul edilmiştir. artık meşruiyetin sağlanması problemi kalmamış yalnızca bu meşruiyete bir kılıf uydurulması söz konusu olmuştur. bu da gerekli rötuşlarla halledilir zaten.
osmanlı imparatorluğu'nda geçimlerini veya hizmetlerinden ötürü ortaya çıkan masraflarını karşılamak üzere bir kısım görevlilere* tahsis edilmiş olan vergi gelirleri şeklinde işleyen toprak sistemi. rahmetli ömer lütfü barkan ise osmanlı tımarını daha açık bir şekilde; "osmanlı'da görevlilerin, devlet adına görmüş oldukları hizmetleri karşısında maaş yerine kendilerine verilen vergi toplama hakkı" diyerek açıklamıştır.
kısacası bu sisteme göre belli bir miktar toprağın vergi toplama hakkı bir sipahiye verilir, sipahi de topladığı vergiler karşısında devlete gerektiği vakit, beslediği askerleriyle destekte bulunurdu. tımar sahibi, ne tımarı dahilindeki toprakların, ne de bu toprakları işleyen köylünün vermekle yükümlü olduğu resimlerin* mülkiyetine sahipti. sadece devlete ait vergileri, kendi namına toplayabilme işini yürütüyordu. bu bir maaş mahiyetindeydi. nitekim 17.yy'a değin nakit ekonomi gelişmediğinden ve para naklinin ulaşım güçlüklerinden kaynaklı olarak çok zor olacağından dolayı, devlet maaş yerine böyle bir uygulamaya gidiyordu. sipahinin sahip olduğu hak ve yükümlülüklerin devredilmesi, tımarın satılması, vakfedilmesi ya da başka bir yolla herhangi birisine doğrudan intikali söz konusu değildi. zira belirttiğimiz üzere tımar sipahiye temlik değil tevcih edilirdi. yani toprakların mülkiyeti devletindi. yalnızca sipahi öldüğü vakit tımar erkek evlatlarından birisine kalabilirdi. sipahi ayrıca belli bir miktar akçelik tımarı aldığına dair bir berat sahibi olurdu.
tımar sisteminin tarihsel menşei konusuna geldiğimizde ise, iran-moğol devlet müesseseleri, türk-hakanlık geleneği, islam ve roma devlet geleneği gibi birçok kaynaktan beslenen osmanlı devleti için örnek ve köken teşkil edebilecek çok sayıda yapıya rastlıyoruz. ta ki perslerin satraplıklarından selçukluların iktasına kadar pek çok benzer birim olduğunu görebiliriz. bunların arasında da en çok dikkat çekeni, osmanlı'ya olan yakınlığı da göz önünde bulundurularak bizans pronoialarıdır. selçuklu iktası da tımara büyük oranda kaynaklık etmiş olsa da, iktada topraklar mülk olarak verildiğinden, tımar sistemindeki işletim anlayışından farklıdır.
tımar sistemi içinde köylüden alınan vergileri ise çift resmi, öşür ya da haraç, maktu vergiler ve işlenen suçlardan alınan vergiler olarak sıralamamız mümkündür. çift resmi ya da raiyyet rüsmu dediğimiz vergi, tımardaki şahsi vergiler sınıfına girip kişinin statüsüne göre değişmektedir. örneğin tam çiftlik işleyen birisinden 22 akçe alınırken*, yarım çiftlik işleyenden 11 akçe alınmaktaydı. kişi evli ancak arazisi yoksa yani bennak ise, bundan daha azı, mücerred dediğimiz bekarlardansa daha da azı alınırdı. haraç ve öşür de bildiğimiz üzere üretilen hububattan oransal olarak alınan vergiydi ve genel olarak ayni olarak ödenirdi. maktu vergiler dediğimiz vakit ise, hububat üretimi dışındaki bağça ve bostanlardan, koyundan, sürüden*, yaylak kullanılıyor ise yaylaktan, zeytin ağaçlarından ve hatta arı kovanlarından alınan ekstra vergiler akla gelmektedir. son olarak işlenen suçlardan alınan vergileri ise şu şekilde özetleyelim: efendim diyelim ki birimizin hayvanı kaçtı ve kayıp olduğu süre boyunca başka birimizin işlediği toprağa zarar verdi ve nihayet bulundu. bulunduğu zaman kadı karşı tarafa tazminat bağlayabileceği gibi sipahi de gelip verilen zararlar oranında belli bir miktar para alabilmektedir. ayrıca bir de vergiden muaf sınıflar vardı. bunların başında hz.ali ve hz.muhammed soyundan geldiğine inanılan şerif ve seyidler geliyordu. ya da ırgat yardımıyla toprak işletmediği sürece bive denen dul kadınlardan, emekliliğe ayrılmış olan kişilerden* ve çoluk-çocuktan vergi alınmazdı. cüzhanlardan* ve duabuyanlardan* da vergi esirgenirdi. ayrıca imamlardan da şahsi vergiler alınmazdı. yok "ben illa toprağımı sürerim" diyen imam olursa da, paşa paşa öşürünü öderdi.
sipahi, kendisine tevcih edilen tımarın vergi büyüklüğüne göre devlete asker yetirirdi. sefer zamanında askerin toplanması için bir yer belirlenir, tüm sipahilerin beraberlerindeki cebelüler ile burada belirlenen zaman içinde bulunması beklenirdi. eğer 3000 akçelik bir tımarınız varsa bir zırhlı askeriniz* ve atınızla gelirken, 5000 akçelik bir tımarınız olduğunda bu tutar 2 zırhlı asker, 2 at ve 2 çadıra, 20.000 akçelik bir tımarınız olduğunda da 5 mükemmel zırhlı asker, 5 at, 5 çadıra* çıkabilmekteydi. herkes belirlenmiş olan merkezde toplandığında sayım yapılır ve gelmeyenlerin tımarları ellerinden otomatikman alınır ve gelenler arasında pay edilrdi. seferde yararlılık gösteren askerlere ise yaptıkları işe göre meblağı değişen ve terakki denen prim ödenirdi. tımarlı sipahilerin ve yanlarındaki askerlerin oluşturduğu eyalet ordusu, 1527-28 mali bütçesine göre 80.000 civarındaydı. aynı dönemde merkezdeki kapıkullarının sayısı ise 27.000 civarındaydı. böylece eyalet ordularının, osmanlı askeri gücü açısından ne derece önemli olduğunu da anlamış bulunuyoruz. merkezdeki orduların tersine bu tımar askerlerinin mali yükümlülükleri tımar sahibine ait olduğundan, devlet ekonomik açıdan da kayda değer bir yükten kurtulmuş oluyordu böylece.
şahane bir çeçen yemeği. çeçen olmayanların dahi severek yediği sıkça görülmüştür. ayrıca en çok bilinen çeçen yemeğidir denilebilir. kimi yerde galnış, çırgındış isimleriyle de bilinir. bêrim ya da bîrim denilen sosları vardır. soğan ve sarmısak kullanılır bu soslarda genelde.
mahmut abbas'ın kıbrıs rum tezlerini desteklediği yönündeki açıklamanın ardından, başbakan'dan beklenen açıklama. ha gerçi o ramallah'a hiç gitmedi. ama olsun.
- van minüt abbas!
+ allah'ın adını verdim sus oğlum ya.
- iyi lan iyi gidiyoz. daha da gelmem zaten buraya
+ çok da fifi mına koyim.
kibarlaşıldığı ya da nezaket örneği gösterildiği düşünülerek söylenen, aslında alabildiğine itici ve gayrisamimi olan bir hitaptır "bayan". kavram olarak da öyledir. kadınlarla yıllar boyunca "merhaba merhaba" boyutundaki ilişkisini ilerletememiş abazan yardımcısıdır. "baayan pardon" derler. olmadı sol frame in ebesine atlarlar. neymiş efenim "25 kişilik sınıfta tek bayan olmak" kadın lan işte kadın. bildiğin kadın. bayan ne? ha seslenicek misin? hitap mı edeceksin? be güzel kardeşim hanımefendinin suyu mu çıktı, hanfendi desen daha iyi olmaz mı? bayan ne lan? hay bayan kadar taş düşsün başınıza be.
interaktif ortamda şekillenmiş yarı ironik - küresel ısınma karşıdı, alkol yanlısı oluşumun uluslararası ismi. * "suyu kurtarın, bira için!" diyerek ön yıkamasız çamaşır yıkama seanslarına destek oluyor, alkolik hareketi canlandırıyoruz. ha sonra benzeri faideli aktivist oluşumlara da örnek olsun isteriz tabii.
yeni bir tür arama motoru. aslında galiba arama motoru arama motoru. yani arattığınız şeyin google, yahoo, altavista, wikipedia vs.. gibi sitelerde sunulan sonuçlarını hemen önünüze sunuyor. aynı anda birden çok yerde arama yapıp, hepsini derleyip toparlıyor.
bomba transferler patlatmaya hazırlanan mehmet topuz fatihi aziz yıldırım'ın son bombası orlando'lu yıldızın çaresiz feryadı. dwight howard'ın transfere yeşil ışık yaktığı ve aziz yıldırım'ın kulübü orlando ile anlaşması halinde, fenerbahçe forması altında fileleri havalandırmak için bekleyişe geçtiği öğrenildi. guiza'yla konuşan howard'ın arkadaşı guiza'nın "evi arabayı sat gel" demesi üzerine bu transfere sıcak baktığı kaydedildi.
"Gerektiğinde götümüzü sanayi burjuvazisine de veririz, aristokrasiye de. Küçük burjuvaya da vurdururuz, işçi sendikalarına da. Zengininden de isteriz oyu, fakirinden istemeyenin zaten iki yüzü kara. AB'nin de daşşaklarını avuçlarız, ABD'nin de. Elzem olsun tek, icabında Rusya'nın da." demek isteyip bunun yerine "biz hepinizi gucaklıyok canım halkım ehe mehe" diyebilmektir.
ultrasonik büyükşehir belediye başkanı, yılların eskitemediği, über insan melih abinin demokrasiyi şahane bir noktaya çıkarmasıdır. noktasına-virgülüne dokunmadan aktarıyorum.
"Çankaya Belediyesinin amblemini nasıl Çankaya Belediyesi belirliyorsa, Ankara Büyükşehir Belediyesinin amblemini de Büyükşehir Belediyesi seçer. Kabul etmek zorundalar. Bizim dediğimiz olur. Demokrasi budur ve hazımsızlık yapılamaz"
Gülümsemesiyle bizleri başka diyarlara taşıyan bu muhteşem demokrasi sevdalısı insanın son sözlerine bir kez daha bakıyoruz: "kabul etmek zorundalar. bizim dediğimiz olur. demokrasi budur ve hazımsızlık yapılamaz." böyle güzel bir algı, böylesine muazzam bir demokratlık nerede var allahsızlar? yürü be melih abi.
arısına göre değişecek durum. yani arı adam gibi arıysa falan geyiğine girmiycem tabi.
bal arısının zehri asidiktir. dolayısıyla nötrlüğü sağlamak için arının soktuğu yere bazik maddeler nüfuz edilmeli. mesela amonyak, efenime söyleyim sabunlu su falan. alerjiniz varsa ve aciliyet işgal ediyosa ve yakınınızda da sabunlu su falan yoksa, üzerine işeyin kardeşim. zehrin etkisini azaltır. idrarda da amonyak var neticede.
ha eğer sokan arı şerrrefsiz bir eşşek arısıysa o zaman iş değişir. çünkü bu hipnetorların zehirleri baziktir. dolayısıyla arının tecavüz ettiği yere sirke, limon, portakal suyu gibi şeyler tatbik etmek lazım gelir.
edit: arkadaşlar aramızda yazan eşşek arıları varmış. tüm eşşek arılarından ve arı camiasından özür diliyorum. neler neler yazdım haklarında.
bokumuzun donma aşamasına geleceğini belirten meteoroloji uyarılarını da dikkate alarak, artık kukuyu-pipiyi ne varsa sıcak tutma girişimidir. kırmızı iç çamaşırına alternatif falan değildir ayrıca. çok isteyen yün donunun altına giyer kardeşim. şans getiriyormuş falan filan. götün donuyo mu donmuyo mu sen onu de hele bana. *
koca arap zeybeğinden esinlenilerek yaratılmış bir izmir-menemen zeybeği. kostak ali kadar olmasa da oldukça karizmatik bir oyundur. oyunda en önemli figür düşme figürüdür. sağ ayagın üzerinde ağır ağır çöküldüğünden bütün yük sağ ayağın üzerine biner, iyi kas yaptırır. aslında bütün zeybek oyunları hem kondisyon hem de adele açısından yararlıdır. zira kollar sürekli omzun üstünde havada olduğundan ve ekser tek ayak üzerinde oynandığından fitness center'a gitmeye ihtiyaç duydurmaz.
ortaçağ'da senyörün vassalına geçimlik olarak verdiği topraktır. vassal, işlediği bu topraktan kazandıkları karşısında senyörüne belirli bir miktar vergi verir ve askeri hizmet sunar. fransız latincesinden türeyen bir kelime olan fief'in germanic karşılığı ise feodumdur ve o da bugünkü feodalite kavramının türediği kavram idür.
roma imparatorluğu'nda trarii bölüğünün komutanı olan "yüzbaşılar" arasından en kıdemlilerine verilen ünvan. yüzbaşılar arasında bir nevi mareşaldir kendisi. kıdemli kolağası diyelim, kimsenin kalbi kırılmasın kardeşim.
burkulmak, sıkılmak, sinirlenmek kavramlarının harmanlandığı ve hepsini birden bir kerede ifade eden kelime. kendisi bütünüyle hayal ürünü olup yarın bir gün tdk tarafından üstüne konulmasında sakınca da yoktur.